Mehmet Sezgin Sarı’nın Sığırcıklar Uyurken kitabı üzerine | Alihan Demir

Ocak 6, 2024

Mehmet Sezgin Sarı’nın Sığırcıklar Uyurken kitabı üzerine | Alihan Demir

Şiir kitapları üzerine eleştiri yazmaktan hep sakınırım. Şiir, öznel olmaktan öte şairin kendi ruhunda inşa ettiği dünyanın en mahrem sığınağıdır. Ol sebepten ötürü dizeye dair söz etmek, hem zordur hem de görünmeyen bir hedefe ateş etmektir. Buna rağmen bazı şiirler, gözlerinizin önünden geçerken siz onları kulağa da taşımak isterseniz ve söylemeye başlarsınız. Sesle birleşen şiir, önce aklı uyandırmaya sonra da  yüreği titretmeye başlar. Mehmet Sezgin Sarı’nın Sığırcıklar Uyurken adlı kitabında yer alan şiirler bu yönüyle gözden öte bir yerlere temas ediyor ve bu satırların yazılmasını zorunlu kılıyor.

İlk başta Ahmet Telli ve Hicri İzgören izlerini takip ediyor gibi görünse de dizeler aktıkça başka bir ize rastlıyoruz. Bu iz, tam da şairin kendi ayak izidir. Kendi yolunu kendi dizeleriyle inşa eden bir ruhun peşine düşüyoruz. Burada beğenmediğim ilk nokta bu yolculuğun kısa sürmesidir. Bizi düşürdüğü yolda tam da derinliğe inmişken şair, bizi tutup çıkarıyor kirli dünyaya. Şairin bilgece diliyle sözcükler arasında dolaşırken aynı zamanda sözcük hazinesinin zenginliğiyle yavaşlamaya başlıyoruz. Bu yönüyle herkese kendini kolay ifşa etmeyen bir dil ile karşılaşıyoruz. Bu bilgelik sizi tarihin köşe başlarında gezdirirken İsa’dan ilkel kavimlere tanrılardan imparatorluklara kadar geniş bir yelpazede dolaşıyorsunuz. Batının sözcükleri kadar Anadolu kültürüne ait sözcükleri de görebiliyoruz. Ark, kırağı, meddah, şarap, fetva… Bu dille eser üretmek kadar da okumak da zordur. Şiirleri öncellikle aceleye getirilerek okunacak şiirlerden değildir. Her sözcük, kendi dünyasında bir demleme kadar vakit istiyor. Şair, kendi kurduğu dünyaya bizleri taşıyor. Bu da kendi okurunu oluşturan şairlerin evrensel düzlemde gezdiklerinin kanıtıdır. Kurulan bu köprüden bizleri gezdiren heybesi dolu şairi okumak için okurun da heybesinin dolu olması gerekiyor. M. Sezgin Sarı, bu anlamda sınırları her anlamda kaldırıp atıyor. Kısacık şiir kitabına ustaları sığdıracak kadar damıtılmış bir eserle karşı karşıyayız. Fuzuli, Karacaoğlan, Meral Çiçeklidal, Cemal Süreya, Cahit Sıtkı Tarancı, Abdurrahim Karakoç, Sadık Yaşar ve Aşık Veysel’e selamlar gönderilip alıntılar eklenmiş. Bu yönüyle eser, şaire etki eden ustalara vefayla daha da nitelikli hale gelmiş.

Okuru sarsan birkaç yeri özellikle eklemek gerekir. ‘’adın yazılmamış bir defter kapağı ömrümün orta yerinde’’  , ‘’yapay çiçeklerin saksı kokusu’’ ve ‘’kime baksam göğsümde ayakizleri’’ gibi.  Bu dizeler, özgün bir dilin doğuşuna tanıklık eden dizeler.  Dizelerde gizlenen başka bir detayı açıklamakta fayda var. İmalar, göndermeler, gizemlerle örülmüş bir dünyayı daha görünür kılmak için sözcükler özenle seçilmiş.  Buna başka bir örnek de ‘’15 numaralı koltuk’’ imgesidir. Burada basit bir imgeden daha çok şairin yaşamından anları şiire katmasıdır. Şairin mutlaka bu anlamda bir yolculuğu olduğunu düşünüyoruz. Sadece şaire ait bir yaranın ayak izleri diyebiliriz buna. Burada Meryem’e özel bir yer ayırmak gerekir. Çokça tekrarlanan Meryem ismi, okurda bu ismi gizemli bir hale getiriyor. Bu ismin şairde daha derin bir yerlerde olgunlaştığını söyleyebiliriz. Şair bu isimle bir  imge yaratma gayreti içindedir. Bunun örnekleri edebiyatımızda çokça vardır ve bu, şairin en doğal hakkıdır. Sezai Karakoç için ‘’Muazzez’’ neyse veya Tomris Uyar, onu seven şairler için neyse M. Sezgin Sarı için de ‘’Meryem’’ ona dönüşmektedir. Şair, bunu bile isteye mi deşifre etmektedir bilinmez ama burada bir yoğunlaşma göze çarpmaktadır. Sığırcıklar Uyurken’i Meryem’e Ağıt diye okudum bu yüzden. Bu da benim esere bakış penceremden dökülen bir kesit oldu.

Şairin dünyası deyip kısaca geçmek olmaz. Şair, bu dünyada bağlaçlarla örülmüş bir dünyayı sıfatlarla bezerken çokça tezat kullandığını ve dili ustaca işlediğini söylemek mümkün. Bu dil anlaşır mı anlaşılmaz mı bilinmez ama bu dil dünyası ve ruh derinliği esere işlenmiştir. Sadece bu yönüyle işlenmiş sözcükler iyi bir şiirle karşı karşıya olduğumuzu göstermektedir.  Burada son yıllarda çokça karşılaştığım bir sözcüğü özellikle belirtmek isterim. Bu, ‘’intihar ‘’ sözcüğüdür. İntiharın güzellemesine , önemsenmesine ve yüceltilmesine her daim inanç ve ideolojik olarak karşı olduğumdan buna dair bir olumlamayı nerede görsem iğreti olarak görmekteyim. Şairin bohemindeki her türlü pasifliğe felsefi bir tavır eklemek gerekebilir ama intiharın sadece olumsuz görülmesi, gösterilmesi kanısındayım.

Hülasa şiire ilk adımlarını atan bir yüreği anlamak ve onunla yola revan olacağımız bir yolculukta şairi tanımaktan memnun olacağız. Şiirimize dair üretken bir dilin iliklerine kadar samimi şairini dizelerde görebiliyoruz.  Sadık Yaşar üstadımızdan alıntılanan

’’ Kim bilir neler oluyor insana

Hem içi de görünmez insanın’’

Eserin başka bir paradigmasını göstermesi açısından es geçmemek gerekir ki insan kendi içinde çokça yaranın, sızının ve hırsın özüdür. Çokça küfrün, öfkenin ve arzunun esiridir. Şair bu eserde bize insanın çok yanına dair bastırılan ruhu da göstermek istemektedir. Cümlelerimi şairin bir sorusuyla bitireyim:

‘’zaten devam filmi çekilmeyen bir veba değil miydi yaşamak?’’

edebiyathaber.net (6 Ocak 2024)

Yorum yapın