Mediha Ünver: “Kurgu da olsa yarası bende saklı gerçek karakterler var etmiştir öyküleri.”

Ekim 26, 2020

Mediha Ünver: “Kurgu da olsa yarası bende saklı gerçek karakterler var etmiştir öyküleri.”

Söyleşi: Hatice Günday Şahman

Mediha Ünver ile Bilgi Yayınevi etiketiyle çıkan ilk kitabı “Kapısız Kilitler” üzerine söyleştik.

Kitabınıza geçmeden önce yazarlık yolculuğunuzu sormak isterim. Yazmaya nasıl başladınız ve sizi yazmaya yönelten nedir?

Altı yıl öncesine kadar yazabileceğim aklımın ucundan bile geçmezdi.  Sinema sevdası, senaryo kursu ve ilk dersten sonra “Bu dersten anladığım tek şey varsa o da benim hiçbir şey yazamayacak olmamdır” diyerek kurstan ayrılma isteği. Arkadaşlarım sağ olsun; kalemimin gücünden dem vurmalar, dilimin öyküye yatkınlığından bahsetmeler… Derken senaryodan öyküye evriliş.

Görünenin ardını merak etmek! Merak her alanda başlı başına itici bir güç. Hazineye ulaşmanız için kazmanız, küreğiniz, beliniz. Ve eliniz, parmaklarınız… İçinizdeki dedektörlerin verdiği sinyale doğru ürkek, korkak, kimi zaman coşkulu yol alışınız. Bir sazın perdelerinde gezinen ağulu, arzulu, sevinçli bin bir duygunun her bir yerden sesini algılayışınız. Ve bu sesi bir anlamda notaya döküşünüz… Kimine sapmaya henüz hazır olmadığınız, kiminin kenarından geçtiğiniz eşsiz bir iç yolculuk bu. Keşfetmenin merakı ve içindekileri akıtmanın müthiş zevkidir beni yazmaya yönelten.

Kitabınızın ismini, edebiyatta sık kullanılan “kapı” ve “kilit” metaforlarını farklı bir söylemle, “Kapısız Kilitler” olarak seçmenizin belli bir nedeni olsa gerek. Kapısız Kilitler ne ifade ediyor sizin için? Kitabın bütününü hangi bağlamda kuşatıyor? 

Kapısız Kilitler’in isim anası değerli çevirmen Zerrin Yaya’dır. İsmi ilk duyduğumda öyle etkilendim ki tüylerim ürperdi. Öykülerin ortak ruhuna denk düşen cümle bundan daha iyisi olamazdı. Kapısız kilitler adı çağrışımı zengin bir cümle; bir yerini bulamamışlık hali, çözümsüzlük, açmazlık/çıkmazlık, sepep/çare, tamamlanamamışlık… Özcesi; derin bir yoksunluk. Öykülerin genel dokusunda gezinen duygu bu; yoksunluk!

“İlk kitap yazarın hayatından izler taşır,” şeklinde yaygın bir düşünce vardır. Kitabınızı okurken, ilk öykü Çerçici’de “Önümde gençliğim, ardımda rüzgârla savrulan eteğimi çekiştirip duran çocukluğum,” cümlesi de biraz bu düşünceyi hatırlattı bana. Özellikle çocuk bakış açısıyla yazılmış öykülerinizde, anılarınızdan, tanıklıklarınızdan yararlandınız mı? Öykülerinizi kurgularken nelerden beslendiniz?

Mevlana’nın dediği gibi “testinin içinde ne varsa dışına o sızar”. Öykülerin tamamı kurmaca olmakla beraber her birinde benden, yaşanmışlıklardan, yaşanamamışlıklardan, şahit olunmuşluklardan esinlenme var. İlk öyküde Dopi karakteri rahmetli amcamdır örneğin, Misket’de ağabeyim, Yere Bakma Düşersin’de küçüklüğümde çok sevdiğim bir tanıdığım… Evet, hemen hepsi; kurgu da olsa yarası bende saklı gerçek karakterler var etmiştir öyküleri. Öyküleri kurgularken plan program yapmıyorum. Onlar bir yerden çağırıyor, yakalayıp yazdırıyorlar kendilerini.

Beşinci Mevsim öykünüzde geçen “Kendi dillerindeki harfler birbirine karışıp yeni sözcüklerle, yeni cümleler kurarak, yeni bir dil doğuyor… Her sözcük kendi rüzgârında eser ve her cümle kendi toprağının mecrasına akar,” ifadeleri bir bakıma sizin anlatım tarzınızı yansıtıyor.  Öykülerinizde farklı unsurların bir arada kullanıldığı, duygu-yoğun ve metaforik bir üslup, güçlü bir şiirsellik dikkat çekiyor. Ayrıca türkü ve şiirlerin yanı sıra, yerel sözcük ve söyleyişlerin de sıkça kullanıldığını görüyoruz. Etkili bir öykü atmosferi yaratan kendinize özgü bu öykü dilini kurarken nelere dikkat ediyorsunuz?

Sinemada kameranın da bir karakter olabileceği gibi bana göre yazan da didaktik olmamak koşuluyla öykünün bir karakteri olmalı.Öykünün ruhuna girebilmeli, karakterin yaşadığı atmosferi hissetmeli, soğuğunda üşümeli, yaprağında dökülmeli, onun yediği yemeğin tadından, konuştuğu dile kadar hâkim olmalıdır. Bir insanı önce dilinden çözmeye çalışırız. Coğrafyası bize ilk ipuçlarını verir ve atmosfer burada oluşmaya başlar. Çocukluğumun köyde geçmiş olması, türkülerle, deyişlerle, destanlara büyümüş olmak sanırım bende var olduğu söylenen şiirsel dili geliştirdi. Köylü bir kadının kına gecesinde söylediği ezgi de, her duruma uygun oracıkta yarattığı mani de, cenazedeki ağıtı da bir tür şiirdir aslında. Metaforlara gelince sanırım onda da köylü olmanın etkisi büyük. Duygularını, düşüncelerini direk dile getirmenin ayıp sayıldığı diyarlarda seviyorum demek yerine oyalı mendil vermek gibi…

Son dönem edebiyat eserlerine baktığımızda, genellikle kent insanlarını odağa alan, yalnızlık, yabancılaşma, sevgisizlik gibi temaların işlendiğini görüyoruz. Siz ise farklı bir tutumla, bana göre en çarpıcı öykülerinizde, köy insanlarını ve onların sorunlarını, özellikle kadınların tabuların ve geleneklerin kıskacında yaşadıkları aşkı, cinselliği, ödenen bedelleri odağınıza almışsınız. Kaleminizi toplumsal gerçekliğimizin yansıması olan bu öykülere yönlendiren duygu nedir?

Çelişkiler ne kadar derinse çözümler de bir o kadar amansızdır. Herkesin birbirinin göz hapsinde olduğu, yazılı olmayan geleneksel kanunlarla işleyen, hâkimi de savcısı da erkek olan genellikle dışa kapalı topluluklardan oluşur köy. Yokluğu da derindir yoksulluğu da. Aşk hayra yorulmayan bir rüya, cinsellik kör kuyuda tatlı su! Hele ki yasak aşk; ferman eyler efendiler; kuyruk sallayan dişinin tez elden başı vurula! Amansızlığa karşı yaşanan her duygu, her eylem de güçlüdür. Çok güçlü! Bu gerçekte can yakıcı olsa da edebiyat için de değerli veriler sunuyor insana. Anlatası, söylenesi, yazılası…

Bir kuşak öncesi çoğumuz köylüydük. Son elli yıla bakarsak; feodal kültürle yetişmiş insanların kentleşme sürecinde kapitalizmin insan doğasını tahrip eden yapısıyla karşılaşması, gitgide derinleşen ekonomik krizle hızla değişen sosyoloji, kadının ekonomik özgürlüğünü kazanmaya başlamasıyla toplumda sorguladığı yeri, baş döndürücü teknolojik hıza uyum sağlama zorluğu ve alt yapısı oluşturulamadığından bir türlü içselleştirilemeyen demokrasi gibi olguların kent insanını yalnızlaştırdığını düşünüyorum. Son dönem edebiyatına damga vuran insanının sevgisizlik, yabancılaşma, yalnızlaşma temalarını bu bağlamda ele alınmak gerekir. Bugün dünün uzantısıdır. Dün bugüne ışık tutar. Neden sonuç bağlamında günü anlamanın dünden geçtiğini ve dünü daha çok yazmak gerektiğini düşünüyorum.

Öykülerinizde ayna, tarak, kuş, su gibi metaforlarını yoğunlukla kullanmanızın özel bir nedeni var mı? Ya da şöyle sorayım ayna, su, kuş, bir de kedi Mediha Ünver’in yaşamında ne ifade ediyor?

Evet, bu metaforları kullanmayı seviyorum. Karaktere kendini sorgulatmak, iç dünyasını aktarmak için eşsiz bir metafor ayna. Camda görünen yalnızca yüzeyi kişi. Aslı ise camın ardındaki sırda gizli. Aynanın arkası sır dediğimiz malzemeyle kaplı olmasaydı sıradan bir cam parçası olurdu değil mi? Su hayatın akışıdır benim için, kuş ise hayalle beslenen umuttur. Bir öyküde yazdığım gibi ‘dünyayı kuyruğunda sallayan kedi’ tüm çıkmazlara, sorunlara, acılara karşı mutluluğun mırıltısına var olabilmektir.

Yazar Leyla Serpil sizin öyküleriniz için  “Acılı öyküleriyle acımsı, mutlu öyküleriyle şekerli bir tat bırakıyor damağımızda,” diyor. Bu acılı öyküleri yazarken, özellikle yaşanmışlık/tanıklık söz konusu ise damağınızda o acılıkla, yazma sürecinde zorlandığınız, kalemi bıraktığınız anlar oldu mu?

Yazarken yaşayanlardanım ben. Bu hem iyi, hem kötü. Çıkış noktam yaşanmışlık olduğundan, kendi kaleminle kendi içini oymak, kabuk bağlayan yaraları deşelemek gibi bir şey. Öykü kafamda dolaşmaya başladığında başlıyor sancılarım. Deli danalar gibi evde dolandığım, kalemi bırakıp ağladığım, uykularımdan sıçrayarak uyandığım çok olmuştur. Gülerim bazen de kıkır kıkır gülerim…

Tarih boyunca ve tüm dünyada, dinlerden, kültürlerden, uluslardan, coğrafyalardan bağımsız olarak, kadına yönelik şiddet, taciz, tecavüz farklı boyutlarda ve yoğunlukta yaşansa da ve bu sorun sadece kadınları değil tüm toplumu etkilese de, insanlık adına umut var mı? Siyah İnci, Beyaz Tarak öyküsünde olduğu gibi “Müjdeler olsun ey hayat!” diyebilecek miyiz?

Zaman akar; bir bir savrulur takviminden yapraklar. Savrulurken savurur dinleri de kültürleri de coğrafi sınırları da… El değiştirir güç kadından erkeğe, erkekten erkeğe, erkeğe… Sorun bu gücün nasıl ve hangi amaca yönelik olarak kullanıldığıdır her daim. Her şey gibi değişir, dönüşür insanoğlu da. İfade biçimi değişse de özü değişmeyen yalnızca duygularıdır. Mayasında kan emici bir canavarı da barındırsa da neslinin devamlılığını sağlayan sevgi ondan daha güçsüz değildir! Aksi olsa insan denen mahlûkat birbirini yer tüketirdi değil mi? Sevgi oldukça umut hep vardır. Kan emiciye kafa tutmaktır ‘müjdeler olsun ey hayat!’ diyebilmek…

Yeni bir kitap çalışmanız var mı? Yazarlık kariyerinize öyküyle mi yoksa daha farklı bir edebi türle mi devam etmeyi düşünüyorsunuz?

Evet, basılmaya hazır Gülbahar adlı bir romanım var. Bir tür belirlemeden yazmak… Kalem nereye götürürse. Yarıladığım üçüncü kitabım yine öykü.

Öykülerinizde olduğu gibi içtenlikle ve incelikle verdiğiniz cevaplar için teşekkür ederim.

Ben teşekkür ederim. Hem de çok!

edebiyathaber.net (26 Ekim 2020)

Yorum yapın