“Mağluplar”, az karakterli ve az diyaloglu bir roman | Şirvan Erciyes

Haziran 16, 2016

“Mağluplar”, az karakterli ve az diyaloglu bir roman | Şirvan Erciyes

magluplarSonlu ve sınırlı olduğunu bildiğimiz hayatı yaşamaya çalışırken, adalet duygumuz incitildiğinde mi mağlup hissettik kendimizi, öteki sayıldığımızda mı? Hayatın galibi kim; yasaları yapanlar mı, karşı çıkanlar mı? Gücü ve parayı elinde bulunduranlar mı, yoksa isyan edenler mi? Tüm bu sorulara verilecek bir yanıt olmadığının farkındayım.  Ancak galip gibi görünenlerin yüzlerine sinen, gurur ve kibir yerine, mağlup sayılanların gözlerinde gördüğümüz karanlık kuyular caziptir bazılarımız için. Mehmet Taşdemir’in Mağluplar’ı[1], okuru, o kuyuların içine bakmaya götüren bir kara anlatı romanı olarak ele alınabilir.

Romanın temel izleği, eski mahkûm yeni yazar Nazif Gölgesiz’in, İstanbul’da yaşama yeniden başlangıç yapamayışıdır. Cezaevinden salıverilmiş, dışarı denilen zindanda karşılaştığı fiziksel engeller ve psikolojik sıkıntılarla boğuşan bir yitiğin, var olma mücadelesi ve zihin haritası, işlek ve derinlikli bir anlatıyla ele alınmış. Dışarıda devam eden tutsaklık olgusu, atılan, hatta atılması akıldan geçirilen, her adımda kahramanın tosladığı, aşılması neredeyse imkansız, demirden bir duvar gibi kendini hissettirir roman boyunca.

Adına modern yaşam denilen bu kayıtsızlık çağında, insan çoktan gözden çıkarılmıştır. Yolunu çizme ve kendi kurallarını koyabilme arayışında olan bireyin, otoriteyle ve toplumla çatışması kaçınılmazdır. Adını romanın sonlarına doğru öğrendiğimiz Nazif Gölgesiz, böylesi bir süreç sonunda ödediği bedellerden arta kalan varlığını, tek kanepeli ve piknik tüplü, yalnızca bulgur pilavı pişen evinde korumaya çalışarak yaşamaktadır. Ev sahibi Fettah bir mektup getirir ve roman başlar. Beklenen davranış, Nazif’in evden geldiğini bildiğimiz zarfı hemen açıp mektubu okumasıdır. Ancak Nazif, alacağı kötü haberi tahmin ettiğinden olsa gerek, zarfı açmayı geciktirir ve tam bu noktada yazar iradesini okura hissettirir. Okur, en baştan bu hisse tutunup dikkat kesilerek, merak duygusu eşliğinde çevirecektir sayfaları.

Mağluplar az karakterli ve az diyaloglu bir roman. Eski bir mahkûmun yaşama tutunma çabası eserin gövdesini oluşturuyor izlenimi verse bile hikâye içinden hikâye üreten yazar, Hayat, Hazin, Heves ve Madam Lena adlı dört kadın üzerinden, dört farklı dalı romana aşılıyor. Günlükler, Madam Lena’nın mahkemeye sunduğu dilekçe, Merhamet Takip Bürosu ve Meryem’in Sebepsiz Katili bölümleri genel akışın dışında olmasına karşın, romanın bütününe zarar vermeden ustalıkla kotarılmış. Yazar kimi zaman postmodern öğelere yer vererek,  roman sanatının farklı tekniklerin bir arada kullanılmasına elverişli bir tür olduğunu bir kez daha anımsatırken, zahmetli bir uğraş olduğunu/olması gerektiğini de sezdiriyor. Yer yer absürde ve ironiye yaslanan Mağluplar’da egemen duygu, Nazif Gölgesiz ’den yayılan ve okura bulaşan acının sahiciliğidir.

Mehmet Taşdemir, şimdiki zamanı ve geniş zamanı iç içe geçirerek, birinci tekil şahıs anlatısıyla ve iç monoloğa sıkça yer vererek kurgulamış romanı. Gerçeği bozan bir dili var yazarın, kimi zaman gerçeğin kenarlarını silen anlatı kimi zaman köşelerini sivriltiyor, okuyanın gözlerine yüreğine saplanan mızraklara dönüyor cümleler. Toplum ve uğruna yıllarca hapis yatılmış olan dava eleştirel anlatıdan nasibini alıyor: Hesaplaşma ve yüzleşmenin cesaretinin sindiği cümlelerle.

Nazif Gölgesiz’in yalnızlığı, nesnelerle, mekânlarla ve insanlarla kurduğu ilişki dikkate değer bir diğer yanı Mağluplar’ın. Nesnelere ve mekânlara karşı müşfik, insanlara karşı çoğunlukla kayıtsızdır kahraman. Hayat Hanım söz konusu olduğunda bu kayıtsızlık yerini güçlü bir tutkuya bırakır. Öyle ki Hayat’ın evi karşısında saatler süren bekleyişini günler boyu sürdürür. Suskundur çoğu kez, aklından geçenleri anlatamayacak kadar yorgundur, belki de kırgın. Nazif zihninde yaşar çoğunlukla; geçmişi, çocukluğu, babası, kadınlar, alnında varlığını hissettiği mahkûm damgası, insanların kendilerini feda ettiği büyük davalar, düş kırıklıkları bu yaşantının eti kemiğidir.  Adım atmaktan korkar, yaklaştığı insanların hiç birine ilk adımı atan olmamıştır o. Karşı tarafın başlattığı diyaloglara katılmakta hevesli olmasa bile, diğer insanlara duyulan ihtiyacın doğal bir sonucu olarak hayır demez.

Nazif’in ev sahibi Fettah Mardin’den köyü yakıldığı için İstanbul’a gelip emlakçılığa başlamıştır.  Zor durumda kalan ve evlerini satmak için kendisinden yardım isteyen Madam Lena’yı kandırarak evleri elinden alır. Madam doğal olarak hakkını mahkemelerde arar ancak yıllardan beri süren davalar Fettah’ın uykularını kaçırmaktan başka işe yaramaz, adalet bir türlü tecelli etmez. Mahkemelerin, yasaların ve adalet denilen hastalıklı organizmanın esasen hiçbir işe yaramadığını bir kez daha kavrarız.  Fettah gadre uğramış biriyken gadre uğratan olmuştur. Bu durum vicdan denilen olguyu da sorgulatır ister istemez. Yasalara güvenemeyeceksek ve vicdan da işe yaramayacaksa adaletin tesisi mümkün müdür?

El koyduğu ve kiraya verdiği evlerin kanatlı ahşap kapılarından ve Rum işi ahşap parkelerden yakınır Fettah sürekli, demir kapı ve Çin malı parkeler yaptırmak ister, oysa Nazif oturduğu evde en çok o parkeleri ve kanatlı kapıları sever. Madam Lena’nın ayaklarının değdiği o parkelerde eski yaşanmışlıkların izlerini arar. Çin malı parkeler ucuz olanı, kolay elde edileni ve hatta emek sömürüsünü simgelerken, demir kapılar dışa kapalı olmak, güvensizlik ve korku demektir. Nihayetinde işçiler gelir kapıları ve parkeleri hoyratça sökerler, böylesi pek çok kapıyı söktüklerini söyleyerek. Yitip gidenlerin, gitmek zorunda kalanların, geride bıraktıkları izleri silme çabasıdır bu.

Nazif Gölgesiz, sistem, yasalar, ahlak, ütopya, dava ve kendini adama ile kıyasıya bir sorgulama sürecine girerek her birini masaya yatırır ve çarpıcı görüşler ileri sürer. Güzel cümleler ve ilginç fikirler peş peşe gelirken, ister istemez bu cümleleri kuran yazarın biraz daha tutumlu olması gerektiği geliyor insanın aklına. Taşdemir’in coşkuyla sıraladığı betimler, imgeler ve göndermeler neredeyse birkaç romana yetebilir.

Üzerine güneş doğmayan ya da kimselerin görmediği insan gölgesini yitirmiştir. Gölge, varlığın kanıtıyken gölgesizlik yok oluşun eşiğidir. Göz göze gelmediğimiz, acılarını görmediğimiz tüm insanlar bizim için birer gölgesizdir. Silahla, dağla, davayla, zindanla, işkenceyle, ölümle, şahadet şerbetini içmekle, kanla, gözyaşıyla hercümerç olmuş tüm mağlupların akıbetinde hepimizin sorumluğu olduğu gerçeğini suratımıza çarpıyor Mağluplar.  Nazif Gölgesiz,  direnişiyle, acısıyla ve tüm sahiciliğiyle, zihnimizde yaşayan roman kahramanlarının arasına katılmayı çoktan hak ediyor.

Şivan Erciyes – edebiyathaber.net (16 Haziran 2016)

[1] Mağluplar, Mehmet Taşdemir, Agora kitaplığı, 2014

Yorum yapın