Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey üzerine | Şule Tüzül

Haziran 13, 2014

Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey üzerine | Şule Tüzül

MADAM-ARTHUR-BEY-VE-HAYATINDAKi-_100415_1Fotoğraf sanatçısı Merih Akoğul bir yazısında şöyle der;

“Bir fotoğrafa bakmak, aynı zamanda üç farklı zamanı bir defada ele almak demektir. Bunlar; fotoğrafın çekildiği zaman, fotoğrafın içindeki objelerin tarihine –ya da temsil ettiğine- bağlı olarak noktalanan zaman ve fotoğrafa bakılan andaki zamandır.”

Zaman, Mine Söğüt’ün Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey isimli romanının sorguladığı ana kavramlardan biri ve belki bu nedenle romanın kurgusu odağına fotoğrafları alarak yol alıyor. Romanın asıl derdi ise iktidar ve kimlik. İktidarı eline geçiren bir insanın kendinin ve başkalarının yaşamlarını nasıl bir kabusa dönüştürebileceğinin romanı, “biz kimiz?” sorusunun peşinde sürüklenenlerin romanı.

Mine Söğüt’ün bu kitaptaki bence en büyük ustalığı, iktidar ve zaman kavramlarının yanı sıra, yazarlıktan kimliğe ve kimliksizliğe, kadınlık ve erkeklik durumlarına, şiddetten şefkate, gerçekten yalana, hepten hiçe ve hiçliğe birçok kavramı bir arada sorgulamayı, başka başka hikayelerin başka başka kahramanlarını ana kurgunun içinde buluşturmayı kısa sayılabilecek bir romanda kotarmış olması. Bunu yaparken kullandığı dil o kadar iyi ki, kendi hayatlarımızla buluşturduğumuz bu sorgulamalar zihnimizde devam ederken, okuyucuyu sürükleyici bir romanın içinde neredeyse nefessiz ilerletiyor.

Roman, yukarıda saydığım kavramlara dair altını kalınca çizdiğim cümlelerle dolu. Yazar olmanın ne demek olduğuna dair cümleleri okurken, içimden bir okuyucu olarak neden Mine Söğüt romanlarında yol aldığımın cevaplarını bulduğumu da düşündüm. Romanın kahramanlarından Olcayto Ran sahaflardan eski fotoğraflar toplayıp, fotoğraflardaki o hiç tanımadığı insanlara bakıp hikayeler yazmayı planlayan bir yazar. Olcayto Ran’ın yazma serüvenine tanıklık ederken, yazarlık ve yaratma üzerine sürüp giden sorgulamalarda, yazarlığın o sancılı dönemeçlerine dair şu ifadeler yer alıyor:

“Her basamağı çivili bir merdivenden doruksuz dağa tırmanmaktır yazarlık. Yağlı urganlardan dipsiz kuyulara kaymaktır. Tuzaklarla doludur yazı. Her kelime tek bir harfle, her cümle tek bir kelimeyle bambaşka anlamlara bulanır. Yazarın iradesi ipleri mine-sogut-egoistokur-tutunamayanlaruzun bir kukladır. Heveslerden duvarlara, zaaflardan hendeklerle çevrili bir adadır yazarlık. O duvarlarla hendekler dışarıdan başkası gelmesin diye değil… içerden kimse dışarı çıkmasın diye örülmüş ve kazılmıştır. Bir yazarın iradesine terk edilen doğru, artık doğru değildir; bazen her şeydir; bazen hiçbir şey.”

Romanda hep kuşlar var, karakterlere, hikayelere, duygulara, düşüncelere kuşlar eşlik ediyor hep; “Hiç, diyor büyük kanatlı siyah kuş, daha gözüpektir hepten.”

Madam Arthur Bey, bir kadınadam, kadınlığı ve erkekliği bir bedende buluşturmasından daha sıra dışı ve gerçeküstü özelliklere sahip kötü bir kahraman o, bir antikahraman. Düş deyince aklımıza hep güzel şeyler gelir, oysa Madam Arthur Bey’in düşleri kötü, çok kötü. Üstelik düşlerini gerçeğe dönüştüren, bunun için öldürmekten, acı çektirmekten, yok etmekten asla çekinmeyen Madam Arthur Bey ve hayatındaki o şeyler.

Madam Arthur Bey’in çevresindeki tüm kahramanlar en az onun kadar gerçeküstüler, ama aynı zamanda çok tanıdıklar, hayatımızın gerçeklerinden çok da uzak değiller. Mine Söğüt bir röportajında bu konuda şöyle söylüyor:  “Korkularımızın kahramanları onlar. Kaybettikten sonra gördüğümüz karabasanların… Gözlerimizi kapatıp kendi içimize baktığımızda yüzleştiğimiz tedirginliklerin kahramanları. Gölgemize saklanıp bizimle her yere geliyorlar. Işığın yönüne göre bazen ardımızdalar, bazen önümüze geçiyorlar; bazen de içimize girip bizimle birlikte dimdik ayakta duruyor, ya da uzandığımız yere uzanıyorlar. Aşinalık oradan olmalı…” (Habertürk kitap eki, Gülenay Börekçi röportajı, Haziran 2011)

Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey, Mine Söğüt’ün okuduğum ikinci romanı, diğer Şahbaz’ın Harikulade Yılı 1979’du. Demek bu yüzden, Mine Söğüt’ün okuduğum iki romanında da, roman kahramanlarının diyalogları içimdekileri seslendiriyorlar sanki hep. “hayatta her şey keşke şiir gibi olsa…” diyen Maria’yı da, ona “keşke, ama değil. Biliyorsun hiçbir şey ne yazık ki şiir değil. Her şey gerçek. Her şey. Gerçek.” diye cevap veren Olcayto’yu da hatırlıyorum geçmişte ya da şimdi bir yerlerden… Sonu gelmeyen bütün o sorgulamaları…

Birçok okuyucu gibi ben de yazar okumaktan yanayım. Böyle okuyucular için ruh akrabası bir kitapla karşılaşıldığında yazarının diğer kitaplarının peşine düşmek kaçınılmazdır, karşı konulmaz bir yolculuk başlamıştır. Mine Söğüt romanlarında yol almaya devam ediyorum.

Şule Tüzül – edebiyathaber.net (13 Haziran 2014)

Yorum yapın