Daha nem olacaktın bir tanem* | Hatice Balcı

Şubat 22, 2021

Daha nem olacaktın bir tanem* | Hatice Balcı

Sene 1941, İstanbul. Felsefe bölümü öğrencisi Mari Gerekmezyan Fındıklı’daki Akademi’ye misafir öğrenci kaydı yaptırmış, heykel dersleri almaktadır. Bedri Rahmi Eyüboğlu ise Akademi’de resim bölümünde asistan hoca ve şairdir. Ressam Eren’le evlidir, askerden yeni dönmüştür, iki yaşında bir oğlu vardır. O yıl Mari yirmi sekiz, Bedri otuz yaşındadır. Bu iki sanatçının yolları Akademi’de kesişir, birbirlerine âşık olurlar. Aynı günlerde dünyanın öteki  ülkelerinde ordular çatışmakta, hava filoları şehirlere bombalar yağdırmaktadır. Avrupa işgal altındadır. Yüzbinlerce, milyonlarca insanın bedeni, toplama kamplarında küle dönüşmektedir. Türkiye savaş yılları boyunca dışarda tarafsızlığını korumayı başarsa da içeride yaşananlar hafızalara kazınacaktır. Varlık vergisini ödeyemeyen gayrimüslim yurttaşlar Aşkale’ye sürgüne gönderilir. Onlarca kitap toplatılır. Sertel’lerin Tan Matbaası’na baskın yapılır. Nazım Hikmet hapishanede tutulur. Üniversitelerde cadı kazanları kaynatılır.

Müjgan ve Vildan Tekin kardeşlerin romanı Karadut, işte o yıllarda yaşanan bir sevdayı, Mari Gerekmezyan- Bedri Rahmi Eyüboğlu aşkını anlatıyor. Öyle bir sevda ki bu bedenlerinden taşan yürekleri, ellerine, oradan yapıtlarına akıyor; Mari’de Bedri, Bedri’de Mari oluyor. Romanın kurgulandığı dünyada, Bedri- Mari cennetinin yakın dostları arasında kimler yok ki. Halikarnas Balıkçısı Cevat Şakir, Ahmet Hamdi, Sait Faik, Fikret Adil, Zerrin Bölükbaşı, Orhan Veli, Necati Cumalı,  Fred Gross, Mari Ertoran, Muzaffer Ertoran ve Lambo. Her biri sanat ve kültür hayatımızın, edebiyatımızın unutulmaz simaları. Karadut sayesinde ve iyi ki de karşımıza çıkıyorlar.

Bedri, Eren ve Mari romanın merkezinde yer alıyor. Fakat Mari’nin içi dışı, her şeyi bu merkezin çekirdeği. Onun ve Bedri’nin sanatı da. Bedri’yi, Mari’ye düşkünlüğünün sayısız kanıtına şahitlik edercesine yakından tanıyoruz. Eren’i ise bu sevdayı yargılamadığını anlayabileceğimiz kadarıyla. Romanın yazarları Tekin kardeşler, Mari’nin penceresinin önünden uzaklaşmayalım diye kulağımızı büküyorlar. Anlatı boyunca daha çok Mari’nin peşinden gidiyoruz. Mari kendisiyle konuşurken onun yüreğinden dökülüp saçılanları görüyoruz. Onu tanıdıkça daha çok anlıyor, anladıkça daha çok tanıyor, onunla özdeşleşiveriyoruz. Bedri’nin derin sevgisine rağmen gün be gün yalnızlaştıkça onunla arkadaş olmak, dayanışmak istiyoruz.

Göğe bakalım[**]

Heykel bölümünün iki kadın öğrencisinden biridir Mari (diğeri, heykeltraş Zerrin Bölükbaşı). Yeteneği kısa zamanda Rudolf Hoca’nın dikkatini çeker. Gün geçtikçe ilerleme kaydeden Mari’yi Türkiye’nin önemli şahsiyetlerden bazılarının büstlerini yapması için görevlendirir Rudolf Hoca. Neşet Ömer, Şekip Tunç, Yahya Kemal Beyatlı büstleri ile Patrik Mesrob Tin maskı kitapta anılan yapıtları arasında Mari’nin. Akademi yönetimi tarafından eserleri sergilere, yarışmalara gönderilir; oralarda ödüller alır. Dönemin gazeteleri Mari’nin sanatını görmezden gelir. Ödüller haber yapılırken onun ismine yer verilmez. Bu durumu Bedri öfkeyle,- belki içi kan ağlayarak-  Mari gülümseyerek karşılar.

İki sevgili, birlikteliklerinin mahrem anlarında herkesin ve her şeyin ötesine geçerler. Bedri’nin yaratabilmek için Eren’in asaletinden çok Mari’nin cömert sevgisine ihtiyacı var gibidir; bedeninden dünyanın tüm renkleri taşar. Mari’nin heykelleri ise ancak Bedri’nin soluğuyla, rüzgarıyla şekil alabilirler. Neylersiniz ki yolculuklar da hayata dairdir. Bedri ne zaman bir geziye gitse en olmadık yerde en olmadık anda “hışım”la[***] çıkar karşısına Mari. İskilip’in dağlarında, Ege’nin zeytin ağaçlarında…

Mari, talihsizliğiyle nasıl da Anna. İkisi de, öylece kendileri. Birilerini ürküttüm mü diye dönüp dönüp arkasını kollamak yerine göğe bakmayı tercih ediyor Mari. Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrum’da yaşamanın nasıl bir şey olduğunu anlatırken dillendirdiği düşünceyi benimsiyor: “Nur içinde yaşamak”. Mari’de geceler kızıl oluyor, gündüzler bulutsuz mavi; kavuşma anları düğün oluyor, ayrılık günleri matem.

“Gerçek”, sır olarak kalmadığında azar işitir

 “St. Petersburg”lu Anna’nın, “Paris”li Camille’in, “Haworth”lu Emily’nin[****] veya “İstanbul”lu Mari’nin yaşadıkları çevrelere, kadın kimliklerimizle bir anlığına ışınlanma fırsatı elde edebilseydik, rahat hal ve tavırların günahkârlıkla bir tutulduğunu hemen anlar, hayretlere düşerdik. Emily, yaradılışının bir parçası olmasına rağmen deneyimleyemediği tutkuyu hiç olmazsa kalıcı bir esere dönüştürmeyi başarabildi. Peki ya bizim Mari’mizin başka günahları olabilir miydi? Gayrimüslimdi, heykeltraştı, – ki o devrin kapalı toplumlarında, bir kadının yeteneğini parlatmaya çalışması şüpheyle karşılanmaya yeter -. Elleriyle kile, çekiciyle taşa şekil vermekle kalsaydı yine iyiydi. Ayartan kadındı. Bedri, ünlü ve evli bir sanatçı olduğuna göre şüphesiz dışarıdan öyle görünüyordu. Dürüstlüğü, cesareti rahatsız ediciydi. Hiç mi hiç tasarlamadığı halde bir oyunun taşlarını devirmek gibiydi. Taşlar devriliverince hak ettiği ödülleri alamaz oldu. Yine de, gecelerce günlerce çalışarak üretmeye devam etti.

Eğer bir roman kanlı canlı karşınıza dikilmişse, gözlerinin içine baka baka sorular sormanızı, anlattığı hikâye hakkında fikir yürütmenizi canı gönülden talep ediyor demektir. Biz de öyle yapalım: Mari, dönüşsüz bir ayrılığı seçenek olarak aklından bile geçirmedi. Bedri Rahmi ise Eren’e olan sevgisiyle Mari’ye yönelttiği tutkusunun ikilemini derinden yaşadı; kimi zamanlar Mari’ye gidemedi. Ne var ki, her seferinde ayrılığın doğurduğu yakıcı özlemle ona geri döndü. İlişkilerinin iyiden iyiye ortaya çıkmasından sonra bile Eren’in boşanma çabasına girmediği anlaşılıyor. Aslında üçünden herhangi biri, bu düğümü gevşetebilecek, gerilimi zaman içinde yatıştırabilecek bir şey yapamadı.  Bunalım anında zihin, sakin kalarak olasılıkları araştırmaktansa, çoğunlukla gerçekliğin doğuracağı sonuçlardan kaçmayı seçmez mi, onu eğip bükmeye yeltenmez mi? Toplumca sevimsiz bulunan gerçekler, sır olarak kalmayıp da açığa çıkmışlarsa, şiddetli bir azar işitmezler mi? O noktada da müdahale dışardan gelmez mi? Trajediler, tam da böyle anlarda ortaya çıkmazlar mı?

***

Mari’nin içinde okyanusları aşan tekneler, teknelerin içinde sevdalı yürek çırpınışları vardı. Bedri’nin ona adadığı resimler, ona yazdığı şiirler vardı. Ne var ki hatırası yitiş, unutuluş denizinin bulanık sularına sürüklenip bırakıldı.  Bu  kabuklu, köpüklü sulardan Mari’yi çıkardıkları için Müjgan Tekin ve Vildan Tekin’e teşekkür etmeliyiz. Çünkü sarsıcı bir devrin, sarsıcı bir aşkın roman kahramanına dönüşmek, o romanın zekileştirdiği okurların arasına karışmak, hatta ve hatta onlar tarafından merhametle sarmalanmak anlamına gelir. Kahramanların yaşadıklarını düşünmek, kendimize ve başkalarına onlar hakkında yeni sorular sorabilmek, daha da ötesi meraklıları için yapıtlarının, yaşamlarının izini sürme hevesine kapılmak anlamına gelir.

Mari’nin kaybolup gitmiş eserleri ne olacak derseniz, gün gelecek inatçı çabalarla ortaya çıkacaklar elbet…


[*] Yazının bu ana başlığı Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun Karadut şiirinden alıntılanmıştır. Bknz: Türk Edebiyatında Aşk Şiirleri Antolojisi, Derleyen:Celal, Metin, Alfa, 2001, syf.87

[**] Turgut Uyar’ın ünlü Göğe Bakma Durağı şiirinde geçen bir dizedir. Bkn: 1. dipnotta age, syf.362. 

[***] Bedri Rahmi Eyüboğlu 1946’da Ege’de Cevat Şakir ve birkaç arkadaşıyla birlikte mavi turdadır. Sedir adasında dolaşırlarken zeytin ağaçları arasında birdenbire Mari’yi görür gibi olur, oracıkta Sitem şiirini yazar. Sitem, yıllar sonra Erol Evgin’in sesinde şarkı olacaktır.

[****] Bu cümlede kastedilen kişi yazar Emily Bronte’dir.

Hatice Balcı – edebiyathaber.net (22 Şubat 2021)

Yorum yapın