
Levent Karataş, doksanlarda başladığı şiir yolculuğuna, son yıllarda daha sık bir şekilde yeni eserler ekleyerek devam ediyor. Son kitabı “Hayalet Jakoben”, bir önceki kitabı “İmdat Dünya” ile birlikte yeni bir anlatım biçimi kurduğu kitaplarında; geçmiş- gelecek, düş- gerçek, iyilik- kötülük eksenlerinde savrulan dünyanın gerçeğini, onun politik ve insani çürümüşlüğünü; devrimin uzak bir düşe dönüştüğü, kapitalizmin azıtarak devam ettiği günümüzü; eleştirel bir bakışla, her şeyi biriktiren duyarlı bir birey açısından; şiiri içi kalarak yer yer de şiirin sınırlarını zorlayarak anlamlandırıyor.
Şiirlerini iki eksende okuyabilirsiniz Levent Karataş’ın: Birincisi; kendi kişisel tarihini oluşturan anılarını, dönüm noktalarını, çocukluğunu, ailesini yani belleğini; sevgi ve aşk üstüne kurduğu hayallerini işlediği şiirlerdir. İkinci eksendekiler ise; yine çoğunlukla öznesi kendisi olmakla beraber, dünya halini, siyaseti, “dünyalı insan”ların sosyolojisini, psikolojisini, çağın absürtlüğünü yorumlamak, eleştirmek ve insanın karanlık yönünü ifşa etmek üzerine kurulmuş, politik yönü ağır basan şiirlerdir. Bu iki eksen tematik olarak bazı şiirlerde kesişir de. Geçmişteki saflığı özleyen bakış açısı, sık sık geçmişten sahneler kurulmasına neden olsa da tamamen nostaljik değildir bu şiirler. Bütün özel ve toplumsal yaşamın açık veya koyu an’ları yazarken bugünün eleştirisini yapar aslında Karataş. Geçmiş bu günü belirlediği için ilgilendirir onu. Geçmişi geri getirmenin olanağı yoktur. Ama şiir öznesi kendi dünyasında o sahneleri aynen, yeniden ve yeniden yaşıyor gibi duyumsayarak arınma imkânına kavuşur. Bir tür “flashback” ile okuru bir geçmişe, bir bugüne yönlendirir. İkinci eksende yazdığı şiirlerde; yaptığı toplumsal gözlemleri, gündemi, okuduklarını, düşündüklerini, kendi deneyimleriyle harmanlayarak, hayattaki somut olayları aydınlatmak için düşünsel alandan yaşamsal alana sıçratır. Politik bir şiir yazar Levent Karataş, dünyayı algılayışı, olayları okuyuşu, olayların ve durumların altında yatan ideolojilerin, çarpık insan ilişkilerine yansımasını iyi okur. Entelektüel birikimle yoğurduğu temeli sağlam bir dünya görüşüne dayanarak muhalif kimliğini de takınarak hayatın içindeki çürüyen, debelenen insanı sarsmayı ve ironik bir biçimde bireyin gerçekle yüzleşmesini amaçlar.
Doksanlı yıllarda yazmaya başlamasına rağmen asıl şiirsel ağırlığını iki binlerde ortaya çıkartmıştır. Bunda, ilk gençliğinde yaşadıklarının coşkulu veya trajik ağırlığının yazıya sonraki yıllarda aktarılmasının payı da var.

İmdat Dünya’ya adını veren şiir, bir manifestodur aynı zamanda. Çağın ruhunu ortaya çıkarttığı gibi oradaki bireysel ve toplumsal çürümeyi de ortaya koyan eleştirel bir şiir dili kurar. Levent Karataş’ın bugün herhangi bir olay ve durumu bu oluşturduğu üslupla kolaylıkla etkili şiirlere dönüştürebileceğini bu şiirlere bakarak rahatça söyleyebiliriz. Bu üslup ironinin yanında argonun yetkin bir şekilde kullanımını da kolaylaştırıyor. Argonun incelikli ve sanatlı söyleyişini oldukça fazla kullanmasında, yaşamının bir dönemini bu dilin konuşulduğu mahallelerde geçirmesinin payı olsa gerek. Bunun ipuçlarını öykülerinde bulabiliyoruz. Zorlama değil, doğal, yaşama sinmiş, yalnız şiir için gerektiğinde ortaya çıkan bir argo ve jargon kullanımı belirgin. Bunu son kitabından örneklemek gerekirse “Silsile” şiirine bakılabilir.
Yazmak bir nevi yazarın belleğini ölümden kurtarma güdüsüdür. Bütün yazarlarda bu görülür. Levent Karataş’ta ise bu bir tutku ve öne çıkartılmış bir sorundur. Unutmama üzerine kurulmuş şiirlerinde hiçbir olaya hiçbir insani duruma yabancı kalmaz. Olayların merkezinden seslenir. Şiir öznesi ve şairin özdeşleşmesi bireysel olarak yaşananların dökümü, sayımı olmaktan başarıyla çıkar toplumsal öznenin serüvenine dönüşür. Yaşanmış acıların olgunlaştırdığı, kayıpların telafi edilemeyeceği; zamanın geri dönülemezliğinde, geçmişin ve bugünün sözcüklerle tartılmasıdır bu şiirler. Bu yüzden hem sıcak, hem içten gelirken; hem üst perdeden seslense de kendi tabiriyle “uzak okurda” ilgi ve sevgi uyandırır şiirleri.
Levent Karataş’ın son kitabı “Hayalet Jakoben”den de bu izleri rahatlıkla sürebiliriz.
“ dünyayı hayalet gibi dolaşan devrime inanıyormuşum”(s. 27) derken Fransız devriminin simgeleşmiş kahramanları olan Jakobenlerle özdeşleşmiş olmayı ama dünyada hayaleti dolaşan bir devrimde ancak Jakobenlerin hayaleti olunabileceği gerçeğini “Hayalet Jakoben” metaforuyla dile getirir, böyle adlandırır kendini ve kendisi gibi bu çağın devrimcilerini… İronik olarak bunun iyi tarafı da vardır üstelik:
“suçu ne ki?” diyor elleri titreyen patron, sekiz silahlı adamı
tedirginlikle süzerek.
“suçu, hayalet olması” diyor en genci, “biz onu yakalayamıyoruz.
bazı balıklar yakalanamaz.” S.22
Yakalanmamışlarsa bile üstlerinde hep bir baskı, yıldırma, tehdit; her an insanların arasında vebalı olma hissi, hayatını kazanmak için çalışacak iş bulmada, geçinmede ve yaşamada birçok sorun çözmek zorunda kaldıkları bir yaşam, büyük bir sürgün içinde geçirilecek hayat… Onları bekleyen, kuşatan budur. Kısacası “halk için halka rağmen” çıkılan “özgürlük eşitlik kardeşlik” yolunda kocaman bir yok sayılma ve sindirme harekâtı altında yaşarlar, Levent Karataş’ın imgesel bağlamda “gök çocuğu” olarak tanımladığı, o ışık saçan “altın çocuk”lar ve onların ışığını söndürmeye çalışan dünyalı erk sahipleri arasında bitmeyen kavgadır yeryüzünün hikâyesi. O gök çocuklarının acısını kendi acısı ile birlikte içselleştirerek dünyanın anlamsız gürültüsüne umudun ve sevginin müziğini eklemek için yazar. Bu müzik bir senfoni değil, zor bir konçertodur. Enstrüman ise olsa olsa hayat. Çalınan hayat. Gök Çocuklarından çalınan hayat…
Kitap, düşsel bir şiirle açılır. Sembolik bir dili vardır “ölümden sonra unutulmayan” şiirinin. Okuru gerçek olandan düşsel olana, “yakaza” halinde bulunulan alana çekmeye hazırlar. Kitap boyunca gerçek ve düş de, yakaza halindeki insanın zihninde gezinir gibi gidip gelecektir. Bu dil rüyaların dili olduğu için son derece kapalı ve son derece semboliktir. İpuçlarının birleştirilip anlatının kalbine dokunmak için her bir sembolü okurun anlamlandırması gerekir.
Hulâsâ, yani özet anlamına gelen ikinci şiir, birinci şiirin aksine tamamen dünyada geçiyor. Ama gerçek çıplak olarak ortaya konunca eğmeden bükmeden yazılınca birer tokada benziyor. “İmdat Dünya” ile kardeş bir şiir olan bu şiir, lirik bir şiir bekleyenleri hüsrana uğratma hamlesi olarak da okunabilir. Ama garip bir şekilde duygu üretir; “öfke” ve “isyan”ı pekiştiren bu şiirler lirik şiirin boş bıraktığı netameli alanı doldurmaya namzet, dünyanın gürültülerinin resmigeçididir. “İmdat Dünya” ile başlayan sayıp dökme kısaca “saymaca”nın başardığı şiirsel yük, filini, failini anmadan dünyadaki bütün kötülüklerin adını, olumsuzlukları ve bu edimlerim getirdiği durumun saçmalığını eleştirmek ve bozmak cürmüdür.
“yalanlarla süslenmiş tarih. sahte ahlâk kahramanları. hileli ilahi
bilgiler. korkunun tanrı’sına tapınma.
…
cinayetler. işkenceler. tecavüzler. sürgünler. linçler. pogromlar.
katliamlar. ölümler. ölümler. ölümler…” s.15
Kişiler, yerler, fikirler, kozmopolit bir kalabalık kötülükte sözleşmiştir. Kendine yabancılaşmış, öznelerin özne olmaktan çıktığı, eylemlerinin amaçsızlaşmasıyla anlamını yitirdiği bir yığın vardır dünyada. Bu yığının şekillendirdiği dünyanın özetidir Hülâsâ. Bu sözcükler en geniş anlamıyla kullanılmış, her biri birden çok olayı, olguyu durumu, içine almış insana karşı suç işleyenlerin eylemlerinin adlandırılmış halidir. Pogrom gibi çok geniş boyutlu dünya tarihinde pek çok kez meydana gelmiş “dini veya etnik nedenlerle çıkartılmış kıyımı” adlandıran bir sözcük de boşuna seçilmiyor örneğin. Sayılıp dökülen bu şeyler İnsanın insana yaptığı düşmanlığın adını koyarken, üst üste geldiğinde vahşi bir yanı olan insan zaaflarının, insana karşı kullanışının bir fotoğrafını oluşturur. Hem günümüz hem de tarih bunlarla doldurulmuş ve yazılmıştır ne yazık ki. İnsanlık tarihi topluca ölümlerin de tarihidir.
Öyleyse, “Öteki” şiirinde dediği gibi: “Biz hançerleri birbirine saplı kardeşleriz” s.32
Bu ölümler karşısında duyulan öfke ve isyan baskındır. Zaman zaman da ironik ve argo ile açığa çıkar duyulan öfke. Dünyaya açık bir şairdir Levent Karataş, dünya tarihi ve gündemini iyi takip eder. Yerelde kalan bir tematik kısıtlama söz konusu değildir. “Dünyalı”dır çünkü o da herkes gibi. Bir bakarsınız Fransız İhtilalinde Jakoben, Bolivya’da bir gerilla, İrlanda da bir militandır. Hepsinden önemlisi bir hayalettir, odasından dünyayı izlerken. Bir yandan bu dünyaya da ait değildir.
Hayalet Jakoben’de Levent Karataş, zaman zaman şiirin sınırlarını çok zorladığı gibi düzyazının mecralarında korkusuzca dolaşırken güvenli bir şekilde şiire dönüyor. Vıcık vıcık duygusallık, ikiyüzlü bir romantizm, şiirin teknikerliğini yapan, mühendisliğini yapan şairlerden bir çeşit uzaklaşma hissi onu bu kitaptaki şiirlere ulaştırıyor. Şiirler yazım aşamasında duygusallığa teslim olmuyorlarsa da yazıldıktan sonra kendine has bir duygusal atmosfer yaratıyor. Bu atmosferin belirgin olayı ise fırtına hatta kasırga. Ya da kendi değimiyle açığa çıkan şey bir “vorteks”, yani girdap. Bir felaketten sonra insan yeryüzüne bakıp nasıl içlenirse bu şiirlerin de ürettiği, açığa çıkarttığı duygu bu oluyor.
1994 ve 1998 şiirlerinde görüldüğü gibi zaman sorunu şiirsel bir temadır Levent Karataş için. Zaman anlardan oluşur ve gelecek değil geçmiş olan, sonradan bakıp değerlendirilebilir. Yaşanmışlığa derin bir bağlılığı vardır. Onları anı gibi değil tekrar tekrar üretilebilen anlar olarak görür. Bu aslında sanatsal yaratıların tümü için de geçerlidir. Her insan yalnız kendi hayatını deneyimleyebilir çünkü. Bu deneyimlerin her biri de biriciktir. Bu deneyim, şiir için iki kat değerlidir çünkü özgünlüğü kuran temel unsur bu benzemezlik ve tekliktir. Nostaljik öğeler bu nedenle şiirlerinde bilinçli olarak yer bulur. Zamana karşı bir direnme isteği ağır basar. Geçmiş, insanları, mekânları, hayatıyla daha güzeldir. Doksanlar, insanın teknoloji ile kendini unutup internet ve medya tarafından ağır bir manipülasyona uğramadığı akıllı cihazların, olmadığı son zaman dilimidir. Yine doksanlar şairin gençlik yıllarını geçirdiği zaman olarak, ilk gençlik yıllarının verdiği enerjiyle, şiirlerinde bir zaman dilimini temsil etmekten çıkarak birer şiirsel mekâna dönüşür. Bazı anların geçmişin yuttuğu karanlığa karışmasına gönlü razı değildir. O atmosferi, o hayat tarzını, o dönemin insanlarını daha saf ve değerli bulur ve belleğinden çıkartıp bugünün mekanik, teknolojiyle dönüştürülmüş, robotik insanına ibret olsun diye dile getirilir.
“balıkçılar limana demirliyordu takalarını,
ışık fışkırtan bir vapur yanaştı eminönü iskelesine;
deniz rengârenk elbisesiyle bir nişan çiftetellisindeyken,
“yirmi yedimden vurdun beni” diye bağırdım o sokakta;
zabit neyin hak getire, meyhanede iğne tutmaz bir kalabalık,
eve yürüdüm, hayalperest komünler kurdum, dağıttım.” S. 39
Bugün ise “Özet” şiirinde bu sefer bireysel olarak ele aldığı şekliyle günümüz insanının eleştirisine dönüşür.
bahçemde zombileri görüyordum.
zombiler ülkesiymiş. sevmiyor sevmiyordum, buna hakkım var!
o sevmediğim ülkenin sevdiğim kedileri var, ağaçları, denizleri,
kuşları, solucanları, karıncaları, bülbülleri, gülleri var. Sevdiğim
çiçekleri var… sevdiğim insan varlığı yok! insan doğaları yok.
hiç. hiç yok. ölü…ölüler… kurgular… şarkıları radyoları yok.
“Kıyamet” şiiri geçmişin hülyalı anlarından başını kaldırıp bugüne dönüşünün irkilişidir bir bakıma. Poetik düşünme içinde farklı olanı açığa çıkartır yeniden. Kentin yeni çehresinden duyulan rahatsızlık şöyle yüz bulur kendine.
“yalnız öz yıkımında rahat bırakır seni kuleler” s. 40
Tarihi silueti gökdelenlerle tamamen bozulan, binlerce yıllık tepeleri artık görünmez, tanınamaz halde olan İstanbul’da “yükselen kuleler” yeni hayatın da sembolüdür. Sosyal hayatımızın ve kişiliklerimizin deformasyona uğraması, insani olandan uzaklaşmamız, sermayenin elini bile sürmeden birbirini ezen insanlar yaratarak kenara çekilip onların hayat kavgası içinde birbirlerini yemelerini izlediği, insanın binlerce yılda bedeller ödeyerek kazandıkları hakların, değerlerin, kolayca yitirildiği “yeni dünya düzeni”nin tuzaklarıyla doludur her mecra. “liberalizmin mühendisliğidir kurbanın kurbana acımaması” s.40. Yabancılaşma ve kimlik bunalımında insanı ve onun yaptıkları, suçları, seçimleri, yaşantısı, düşüncesi “Kıyamet”tir.
“biz, dünyayı sütüyle döndüren inekler
diyoruz ki, bu bir kutsal kıyamet senaryoları reddiyesidir:”
…
balık kuyruktan kokmuşsa kıyamet alâmetidir:
halk çürümüşse kıyamettir”s40
Ayrıntıdaki şiirin peşindedir Levent Karataş. Bu bir film platosu kurma isteğidir onda dizelerle. İstiare, mecaz gibi tekniklere, teknikle şiir yazmaya yüz vermez. Oraya buraya atılı nesnelerdeki şiiri, sinematografik imgeleri yeğliyor. Bu bakımdan betimleyici ve ayrıntıcı. Bu betimleyicilik de klasik değil. Şaşırtıcı sözcük seçimleriyle beraber sık sık şiir dışı bir kavramı, terimi, nesneyi şiirin içine dâhil ettiğini ama yine de başka bir yoldan şiiri yakaladığını söylemek yanlış olmaz. Bu tür bir şiirleştirmeyi anlamak için “yakın plan” tekniği diyebileceğimiz şekilde; penceren baktığı bahçeyi uzaklara gittikçe bir vizör gibi yakınlaştırarak film sahnesi gibi adım adım açığa çıkartıp aydınlattığı “ağaçlar örtmüş gökyüzünü” şiirine bakılabilir. Şiirin başını alıntılayalım;
ağaçlar örtmüş gökyüzünü,
kibrit kutusu odamdan bakıyorum manzaraya,
ancak ağaç dalları aralığınca görüyorum özgürlük taneciklerini.
bir serçe uçuyor çam dalına, çamın daha yüksek dallarına sıçrıyor serçe.
biraz eğilince kuşu görmek için, gökyüzünü de görebiliyorum s.43
Gerçeği yazmak da elbet en önemlisi şair için. Gerçek olarak adlandırılan elbette şairin kendi yaşamı hakkında yalana başvurmadan, dolaylı yollardan gerçeği saklamadan, onun çıplaklığındaki şiire dokunmak demek. Yumru şiirinde çok sevdiği annesine şöyle seslenir:
sana borcum olan şiiri ödüyorum anne;
biliyorsun, ne gerçekse onu yazıyorum ben. s. 46
Babadan da zaman zaman söz edilse de, “anne”, daha çok işlenmiş tematik olarak ve bir izleğe dönüşmüştür şiirinde. Hemen hemen her kitabında anne izleğine dönülür. Sınırsız, karşılıksız sevilme isteğinin karşılığıdır anne ve onu mutlu edememenin verdiği hüzün ve özür vardır.
“gönül umduğu yerden küsermiş ya anne,
bugün seni küstürdüm, gönlün kırıldı.
âlemlerdeki iyilik ve güzelliğinin cevherlerinden,
eşya, ruh, gökyüzünün ve yeryüzünün bütün güçleri, sokaklar,
bugün için sunduğun güzel peynir,
ılıttığın süt, pişirdiğin kuru fasulye,
yoksulluk, yoksunluk, her şeyden,
ama en çok da senden özür dilerim anne!”s.47
Şiirlerindeki diyaloglar da dikkat çekici Levent Karataş’ın. Yine günümüz şiirinde çokça rastlanmayan daha çok, hikâye, roman, oyun ve senaryo türlerine ait olan diyalog yöntemi ile olaylar karşısında farklı bakış açısına sahip olan şiir kahramanları karşılıklı konuşur. Bu tür şiirler öykü gibi olay ve kahramanlar taşıyor ama diyalogların tuhaflığı onları şiire çekiyor. Bunlar rastgele seçilmiş değiller ve bir kurgunun sonucular. Sıradan gibi duran konuşmalar ya birer felsefeyi, ya yaşamdan edinilen bir bilgeliği olmadı çocuksu bir akıl yürütme taşıyarak şiirin bütününe kazanç sağlarlar. “Çarpma” şiirindeki diyaloglara bakılabilir. Kurtlar Sofrasının ironik bir pekiştirmesini yaptığı, “Şeytanlar Sofrası” şiirinde de diyaloğa yer veriyor; Bir zabitin bulduğu ufacık bir yetkiyle bir çöpçüyü ezme isteğinin şiiridir bu da:
“yazıklar olsun!” dedi zabit, sitemle patronlara,
“işçiye de kimlik verilir miymiş?”
“eh” dedi zabit şeytanlar sofrasına, “dava lokma davasıdır” da,
“amma kimlik de, ekmek de verseler ben ölürüm!
o yoksul işçiyi ezerim bak ağam, acımam,
o başıbozuğu öldürürüm bak paşam, aldırmam. s.66
Bu örneklerden de görüleceği gibi, Levent Karataş yazınsal değil, bütün sanat disiplinlerinin imge oluşturma metotları üzerine düşünmüş. Tiyatrodan resme, mimariden müziğe, fotoğraftan sinemaya kadar farklılaşan imge metotlarının şiirde nasıl uygulanabileceği konusunda çalışmalar yapıyor. Şiiri şiirden üretmenin dışına çıkarak farklı yaratıların olanaklarını şiire taşıyarak onun imgesel gelişimine katkı sunuyor. Onun şiirini farklılaştıran ve özgün kılan da bu, imgeye farklı yönlerden bakış biçimidir.
“Hayalet Jakoben”de bireysel ve toplumsal şiirler karışık olarak sunuluyor okura. Başta tespit ettiğimiz iki eksende gelişen şiirlerini ardı ardına sıralamış. Benzer şiirlerden bir bölüm yapılmamış. Bu da bize uyku ve uyanıklık arasında gidip gelen öznenin, benle öteki arasında süren ölüm kalım mücadelesinin çetrefilliğini deneyimleyip trajik olanı, geçmişin geçen ama bedenimizde marazlar bırakan izini, her gün tekrar yaşamak zorunda kaldığımızı anlamamıza olanak sağlıyor…
un kurabiyesi yiyoruz ikindileri
balkona açılan salonun formika masasında
alaca karanlıkta ters kelepçe oturuyorum koltukta
geceyi bekleyip, uykuya bırakıyorum eksilen varlığımı
yakaza dalgalarıyla geçmişi yaşıyorum tekrarlarla
rüyalarımda hep yürüyorum
rüyalarımda hep yürüyorum. S.70
Ters kelepçe oturduğu odasındaki koltukta, sınırlı mekânında ve sınırlı zamanda rüyalarında yürüdüğünü gören bir şairden, insanın saflığına geri dönüşüne çağrı ve yaşamın bütün anlarının değerli olduğuna dair bir anımsatma olarak da okunabilir “Hayalet Jakoben”.


















