Kasa her zaman kazanır | Burak Soyer

Ağustos 30, 2021

Kasa her zaman kazanır | Burak Soyer

20. yüzyıl suç dünyasının ‘parlak’ ismi Jack Black’in otobiyografik kitabı Kazanamazsın, okuru yeraltının karanlık sokaklarında dolaştırırken, metnin altına kazıdığı insanlık, onur, arkadaşlık, sevgi, hırs gibi kavramları, “bir bebekten suçlu yaratan” sistemi sorgulatıyor.

Kazanamazsın’ı ilk defa Williams S. Burroughs’un Junky kitabını okurken keşfetmiştim. Burroughs gibi bir yazar bir kitaptan bahsediyorsa vardır bir bildiği diyerek Kazanamazsın’ı araştırmaya başladım. Türkiye’de Aylak Kitap tarafından 2107’de yayınlanan Kazanamazsın’ın ilk baskısı 1926 yılında Amerika’da yapılmış. Kitap 20. yüzyıl başlarında yaşamış, kendi ‘aleminde’ hatırı sayılır sağlam bir ün kazanmış Jack Black’in hayatını anlatıyor. Sadece bu kadar mı? Elbette değil.

Jack Black’in hayatı, aslında o günlerden günümüze kadar farklı disiplinler tarafından sıkça incelenen suçlu-toplum, suçlu-aile ilişkisinin tipik bir örneği. Buradan, bireyler, mutlaka içinde yetiştiği ailenin ya da dış etken olarak toplumun kendilerine sunulan imkanlar dahilinde mutlaka suçlu olur gibi bir anlam çıkmasın. Ancak aile ve toplumun birey üzerindeki etkisini göz ardı etmek de biraz saçma olacaktır.

Yukarıdaki ilişkiyi kitaba göre biraz anlamlandırmak için Black’in çocukluğuna gitmekte fayda var. 10 yaşında annesini kaybeden Jack Black’in, annesi gömülürken acı çektiğini anımsamaması, cenazede herkes ağladığı için kendisini de ağlamaya zorladığı için ağlaması Black’in aile kavramı üzerine bir fikir verse de “… bir adamın her şeyin başka olup olmayacağını merak etme hakkının da olduğunu düşünüyorum,” diye yazması anneye duyduğu hasreti özetliyor ve aile hakkındaki düşünceleriyle hisleri arasındaki çelişkiyi de ortaya koyuyor bir bakıma. Zaten bu hazin olaydan sonra Black, babasıyla beraber bir otele taşınıyor ve babası için bir ‘sorun’ olmaya başladığının farkına da burada varıyor. Çünkü ona göre “Annesiz bir çocuk her baba için bir sorun.

Black’in hayatının düğümü de buradan itibaren çözülmeye başlıyor. Yazar bu çözülmenin devamını şöyle anlatıyor: “Geriye baktığımda; kendine sıcak korunaklı bir yer bulana dek sonbahar rüzgarlarıyla savrulan kuru bir yaprak gibi, oradan oraya atılmışım gibi geliyor. On dört yaşımda okuldan ayrıldığımda herhangi bir çocuk kadar toydum. Dünya ve onun garip adetlerine dair okulda bana dualar öğreten o kibar, aziz kadından daha fazla şey bilmiyordum. Yirmi yaşıma gelmeden hırsızlık suçlamasıyla sandalyesine oturmuştum bile. Beraat ettim ama bu da başka bir hikaye. Altı yıl boyunca babamdan ve evimden ayrı, sokaklardaydım. Çoktan bir yankesici, kasa delicisi, sokak kapılarından sinsice dalan bir hırsız, geceleri ucuz pansiyonlara dalan bir serseri ve kendi çapında gelecek vadeden bir soyguncu olmuştum. Yirmi beşimde gireceği evleri dikkatle seçen –varlıklı, tasasız, sigortalı kişilerin evleri- bir soyguncuya, uzman bir hırsıza dönüşmüştüm. Bu evleri daima silahlı olarak ve gece yarısından sonra “indiriyordum”. Otuzuma geldiğimde hakkında çok az şey bilinen “yegg” (kasa hırsızı) çetesinin saygıdeğer bir üyesiydim. Bir “yegg” sessiz, gizemli, ihtiyatlıdır. Sürekli yolculuk yapar ve daima geceleri “çalışır”. Parlak ışıklardan uzak durur, sürüsünden nadiren uzaklaşır ve asla yeryüzünde görünmez. Yegg, suçlular dünyasının yöneticisidir. Kırkımda, artık yalnız bir otoyol gezginiydim. Kaçak bir mahkum, ardında yirmi beş yıllık yeraltı geçmişi olan bir firariydim. Kasvetli bir geçmiş!”

Jack Black’in yirmi beş yılını özetlediği bu alıntı, kitabın da omurgasını oluşturuyor. Demirparmaklıkların ardına ilk düşmesiyle beraber suç dünyasının ‘altyapısına’ da yazılan Black, gittiği her farklı hapishanede ‘kendini geliştirmiş’, yanında kaldıkları diğer suçlulardan hırsızlığın inceliklerini öğrenmiş, yeraltının raconunu aklına kazımış ve ona hep uymuş, her dışarı çıktığında da kendini öğrendiklerini uygularken bulmuş. Bu arada afyonla olan ‘yakın dostluğu’, tek ampullü cılız otel odaları, polisin bir numaralı düşmanı olan evsizler, kerhaneler, ‘hacı hacıyı Mekke’de deli deliyi Dakka’da bulur’ hesabı aradan onca zaman geçse de bir şekilde karşısına çıkan eski ‘takım arkadaşları’, Black’i suç dünyasında her zaman ‘taze’ tutmuş. Ancak Yaşar Kemal, “İnsanlarla oynamamalı. Bir yerleri var, bir ince yerleri. İşte oraya değmemeli,” der ya Jack Black’in de o ‘ince yeri’ mahpusluk yıllarının son zamanlarında kaldığı hapishanede gördükleri işkenceyle ortaya çıkmış. Katıksız hücre cezaları ona yıllar boyunca vız gelmiş ama önce kırbaç sonrasında deli gömleği cezaları Black’in canına tak etmiş ve kendisine verilen son cezada bu işi bırakmaya karar vermiş.

William S. Burroughs, kitabın önsüzünde şöyle diyor: “Jack Black kitabına Kazanamazsın adını vermiş. Doğru da, kim kazanabilir ki? Kazananın elinde bir şey yoktur. Hayatını tam zamanlı bir işte çalışarak geçirse daha mı iyi olurdu? Hiç sanmıyorum.” Jack Black, Burroughs’la tanışsaydı iki çift laf ederdi diye düşünüyorum. Çünkü Black, yaptığı işe, kendine bir ‘onur’ atfetmiyor. Onu yüceltmiyor. Toplumun ‘içinde’ yaşayanlardan biri olarak görmüyor kendini. Bu durum, girişte suç-toplum, suç-aile ekseninden çıkan hayatların akıbetiyle ilgili yazdıklarımla açıklanabilir mi, orası biraz karışık.

Toparlarsak… Hayat bir kumar. Doktorundan boyacısına hepimiz kendi çapımızda bir kumar oynuyoruz. Ve oyun elbet bir gün bitecek. Masalar birer birer boşalacak. Geriye sadece kumarın “Kasa her zaman kazanır” kuralı kalacak. Şimdi kartları yeniden dağıtabiliriz…

edebiyathaber.net (30 Ağustos 2021)

Yorum yapın