Kaan Göktaş: “Korona bir toplumsal hipnozdu.”

Eylül 18, 2023

Kaan Göktaş: “Korona bir toplumsal hipnozdu.”

Söyleşi: Nilgün Çelik

Kaan Göktaş’ın son romanı Korkak Yeni Dünya, Kalan Yayınları etiketiyle bu yılın ağustos ayında çıktı. Daha önce beş kitabı yayımlanan Göktaş, Ozan Yayıncılık’tan, Kuran Açısından Evrim Teorisi, Oldu da Bitti Maşallah, Kırmızı Cumartesi kitaplarını yayımladı.  #direnpipi Propaganda Yayınları’ndan, Bir Kasaba Öyküsü ise Moss Kitap’tan okurlarıyla buluştu.

Göktaş, sadece yazdığı eserlerle değil, gazeteci kimliğiyle de tanınıyor. Halen muhalif, çeşitli uluslararası ve ulusal basın organlarında yazıyor ve aynı zamanda bir aktivist. 

Zaman zaman yurtdışında çocuk ve insan hakları seminerlerinde de konuşmacı olarak bulunuyor. 

Gölge yazarlığın yanında birçok yazara editörlük, yayınevlerine çevirmenlik yapıyor. 

Ülkemizde ve dünyada olup bitenleri yakından takip edenlerin dikkatini çekmenin yanı sıra ufku da açacağını düşündüğüm Korkak Yeni Dünya, ilk bakışta Aldous Huxley’in Cesur Yeni Dünya isimli distopik romanının başlığına yaptığı göndermeyle dikkat çekiyor. Göktaş’ın Korkak Yeni Dünya’sı tıpkı Huxley’inki gibi güçlü betimlemelere dayanan çarpıcı bir distopik gelecek tasarımını içeriyor. Eserin, George Orwell’in 1984 adlı romanını anımsatan yönleri de var. Orwell ve Huxley gibi kült eserlerle aynı minvalde yazılan bu tür özgün çalışmaların ülkemiz yazarlarının kaleminden çıkması ümit ve gurur verici. İyi edebiyat kategorisinde değerlendirilmeyi fazlasıyla hak eden eserde, okur olağanüstülüklere şaşırırken, arkada gelişen olaylarla sürüklenip gidiyor. Distopik edebiyat seven okurların elinden düşüremeyeceği bir kitap olduğuna hiç kuşku yok. Kitabı merak edenler için yazarı Kaan Göktaş ile konuştum:

Buyurun sohbetimize.

Söyleşi teklifimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederim. Sizi sosyal medyadan tanıyan çok kişi var elbette. Ancak okurlarınız için bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Tabi. 1984, İstanbul, Silivri doğumluyum. Yukarıda saydığınız gazeteci, yazar, aktivist vb. kimliklerimin yanında aynı zamanda Eski Çağ Tarihçisiyim. İngilizce, Almanca, Klasik Latince, Hititçe ve Luvice (Hiyeroglif) dillerini biliyorum. Gazeteciliğe İstanbul’da yerel ve bölgesel gazetelerde başladım. Hürbakış, Trakya Ekspress, Manşet, Gerçek gibi gazetelerde çalıştım. İstanbul Üniversitesi Hititoloji Ana Bilim Dalı’nda öğrenim gördüm. Daha sonraki dönemde Odatv, internethaber.com, Jiyan.org, Elele Dergisi, MacLove Dergisi, Digital Photoline Dergisi, Radikal Blog gibi mecralarda düzenli olarak yazdım. İlk kitabım Kuran Açısından Evrim Teorisi, 2008 yılında Ozan Yayıncılık tarafından basıldı. Bunu takip eden ikinci kitabım, çocuk sünnetinin dini, tarihi, tıbbi ve ahlaki yönlerini ele alan Oldu da Bitti Maşallah, hem Türkiye çapında, hem de uluslararası camiada büyük ses getirdi. Almanya’nın Frankfurt ve Köln şehirlerinde düzenlenen çocuk ve insan hakları seminerlerinde ve birçok ulusal televizyon ve radyo kanallarında konuşmacı olarak yer aldım. Daha sonra sırasıyla #direnpipi, Bir Kasaba Öyküsü (The Silivri Saga) ve Kırmızı Cumartesi isimli kitaplarım yayımlandı. Türkiye’nin ilk gölge yazarı olarak birçok kitabın arka planında yer aldım. Sevan Nişanyan, Edip Yüksel, Reşad Halife gibi yazarlara editörlük, çeşitli yayınevlerine çevirmenlik yaptım, halen yapıyorum. 2022 yılında, sosyal medyada paylaştığım bir şiirde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’a hakaret ettiği iddiasıyla 2 yıl hapis cezasına çarptırıldım. Hukuki mücadelem devam ediyor. Halen yurtdışında muhalif araştırmacı gazetecilik ve gölge yazarlık çalışmalarıma devam ediyorum. Üç çocuk babasıyım.

Siz bir aktivistsiniz. Savunduğunuz oluşumu okurlarınıza bahseder misiniz?

Ben hem çocuk hakları, hem de insan hakları konusunda çalışmalar yürütüyorum. Örneğin Oldu da Bitti Maşallah ve #direnpipi isimli kitaplarım, çocuk sünnetinin bir çocuk hakları ihlali olduğu ve gelenek/din adı altında rızası olmayan çocukların vücut bütünlüğüne karşı -çoğu zaman rıza inşaası yaparak- geri dönüşü olmayan sakatlıklar meydana geldiğini, bunun tıbben, psikolojik yönden, cinsel yönden ve etik yönden zararlarını anlatıyor. Bu konuda Müslüman nüfusun en çok yaşadığı Almanya şehirlerinde konferanslar verdim. Kitaplarımı okuduktan sonra birçok anne-baba iletişime geçip oğullarını sünnet ettirmeyeceklerini söyledi. Ayrıca kendim de defalarca ifade ve düşünce özgürlüğü mağduru olduğum için bu konuda çalışmalarım var, CS44 isimli bir Amerikan düşünce kuruluşuna, Media Diversity Institute isimli bir uluslararası medya örgütüne Türkiye’deki düşünce ve ifade özgürlüğü ihlalleri üzerine makaleler yazıyorum.

Birçok dalda başarılı işler yapıyorsunuz. Gazetecilik, yazarlık, editörlük, çevirmenlik, gölge yazarlık ve aktivistlik. Sizi en çok hangisi mutlu ediyor?

Açıkçası, gazetecilik. Çünkü daha çocukluk yıllarımda başladığım ilk mesleğim bu. 1984 doğumluyum ama 1995 yılında yani 11 yaşında Silivri’de bir yerel gazetede ilk imzalı haberim yayımlandı. O günden beri yani 27-28 senedir devam ediyorum. Her özel haber, her bomba haber benim için büyük bir heyecan oluyor.

Kitabınızdan bahsedelim istiyorum. Hem gerçeğin ta kendisi hem gerçekten uzak bir kurgu. Girişte de söylediğim gibi; Huxley’in Cesur Yeni Dünya’sı,  Orwell’ın 1984’ünün yazıldığı yıllardaki siyasal ortamın benzerini belli öölçülerde bugün de yaşıyoruz. Tarih tekerrür ediyor gibi. Korkak Yeni Dünya romanını yazma fikri nasıl doğdu? 

Korkak Yeni Dünya pandemi zamanında, Ataköy’deki evimizde eşimle beraber kelimenin tam anlamıyla ev hapsinde mahsur kaldığımızda yazıldı. Eşim hamileydi, Venedik gezimizden dönmüştük, İstanbul’a vardık ve ertesi gün İtalya sınırları kapattı. Bir gün farkla İtalya yerine Türkiye’de mahsur kaldık yani 🙂 Pandeminin Türkiye’de ilk görüldüğü, ilk ölümlerin başladığı dönemde çok büyük bir panik havası başlamıştı hatırlayacağınız gibi. Kitabı o zaman yazmaya başladım, aklımdaki fikir “bu salgın büyür ve tüm dünyayı sararsa nasıl bir hayat olur” idi. Ben yazmaya devam ederken sokağa çıkma yasakları, AVM’lerin, restoranların kapanması, toplumsal histeri ve paranoya baş gösterdi ve açıkçası kitabımı yönlendirdi. 

Bu şaşırtıcı ve oldukça geniş betimlemeler içeren distopik kurguyu geliştirmek itiraf edeyim ki hiç kolay değil. Eserinizi yazmak için nelerden beslendiniz? 

Bir önceki soruda belirttiğim gibi, aslında yaşadıklarımız kitabı besledi. Ben sadece süsledim ve betimledim. Sokağa çıkma yasakları, marketten ya da e-ticaret sitelerinden kuryeyle gelen eşyaları dezenfekte etmek, restoran, cafe ve AVM’lerin kapanması, sosyal hayatın neredeyse sıfırlanması, okulların kapanması, her şeyin bir online alternatifini yaratma girişimleri… Bütün bunlar şimdi değil de, gerçekten o zamanlar komplo teorisyenlerinin iddia ettiği gibi virüs tüm dünyaya yayıldığı zaman olsa nasıl olurdu, bu da işin hayal gücü kısmı.

Eserde Göktaş ailesi ve Kaan başrol karakterler. Eser aslında sizi mi anlatıyor?

Elbette. Her roman yazarı, karakterlerine kendinden bir şey katar. Sadece Kaan değil, asıl baş karakter olan Hacktivist Tuna da benim aslında.

Eserde dikkatimi çeken paragraflardan biri şuydu: Türk Lirasının ortadan kalkarak yerini Dijital Türk Lirasına (DTL) bıraktığını, maaşların DTL olarak yattığını, alışverişlerin DTL üzerinden yapıldığını ifade etmişsiniz. “Fiziki ortamda para diye bir şey söz konusu değildi.” demişsiniz. Günün birinde para ortadan kalkar mı dersiniz?  

Pandemi zamanında biliyorsunuz nakit para neredeyse dolaşımdan kalkmış gibiydi. İnsanlar kredi kartlarıyla temassız ödeme yapıyor, ödemeler banka üzerinden gönderiliyordu. Üstelik tüm dünyada dijital para ya da değiş tokuş birimleri diyebileceğimiz bir coin/token furyası başlamıştı. Bu süreçte fiziksel paralar tedavülde olmadığı için tüm devletlerin merkez bankaları, ekonomileri canlı tutabilmek için milyarlarca dolar değerinde karşılığı olmayan para üretti. ABD ve AB nakit parayı ortadan kaldırmak için ciddi çalışmalar yapıyor. Amaç elbette her bir kuruşun el değiştirmesini kontrol altına alabilmek. Bildiğimiz kâğıt/nakit paranın ortadan kalkacağı orta vadede bir kesinlik, ancak böyle bir durumda anonimliği sağlayacak çözümler de üretilecektir, üretilmelidir.

“Her türlü sağlık personeli, ama özellikle doktorlar artık çok kıymetliydi.”  Cümleniz dikkatimi çekti. Siz bir entelektüel aydın olarak böylelikle sağlık çalışanlarının beyin göçüne, mesleklerinin değersizleşmesine, güvencesiz iş koşullarına, saldırıya açık iş yaşamlarına yönelik bir gönderme yapmayı mı hedeflediniz? Bu vesileyle ülkemizdeki sağlık emekçilerinin konumları hakkında ne düşünüyorsunuz? 

Kitapta bu cümle, tüm dünyayı etkileyen ve tedavisi de çok zor olan, daha doğrusu elit tabakanın tekelinde olan virüs salgınında birçok sağlık çalışanının ölmesi ve yenilerini yetiştirmenin de çok zahmetli ve zor olması senaryosu üzerinden geçiyor. Gerçekten de kitabın kaleme alındığı dönemde Covid-19 nedeniyle birçok sağlık çalışanımızı kaybettik, kendilerini minnetle anıyorum. Ancak doktorları öldüren sadece virüsler değil, her gün bir sağlık çalışanına şiddet haberi okuyoruz, sayısız doktorumuz yurtdışına göçtü, aralarında benim de arkadaşlarım var. AVM’ye silahla/bıçakla giremiyorsun ama hastaneye girebiliyorsun, bu bir skandal.

Eserinizin ilerleyen sayfalarında kurgunuz daha da ilginçleşiyor ve “Tüm ilaç fabrikaları ve ilaç depoları devlete aitti, ilaç stoklamak ve satmak yasaktı.” Diyorsunuz. Kitabın tamamında bu merakla ilerliyoruz. Gündemi takip eden ve hemen her konuya hâkim bir aydın olarak aslında beklediğiniz olası gelişmeleri mi anlatmak istediniz? 

Kitabı okuduğunuzda -spoiler vermek gibi olmasın- tüm ülkelerin sınırlarını kapatması nedeniyle bir tür sosyalizm ya da devletçilik ile yönetildiklerini görüyoruz. Devletçilik ve devlet tekeli söz konusu olduğunda sadece ilaç değil, her tüketim malzemesinde bu kaçınılmaz sonuçtur. 

Yaşadığımız “korona günleri” eserinizin temel noktası.  Bu virüsün laboratuvarda üretilmiş olduğunu kurgulamışsınız, ki biz de o günlerde sıkça bunu duyduk. Gerçekte, korona virüs kurgunuzda olduğu gibi insan eliyle üretilmiş ve önüne geçilememiş bir olay mıydı?   

Evet, kesinlikle. Bütün dünya hükümetlerinin kırmızı alarm haline geçmesinin sebebi de buydu.

Eserinizde yeni teknolojiden çokça bahsediyorsunuz. Yazılım dilleri, video bloglar, deep web, asi teknoloji çeteleri, bunların başında geliyor. Ancak hiç robot yok. Kurgunuzda bundan özellikle mi kaçındınız? Robotlar bir gün her şeyi ele geçirebilir mi sizce?  

Kitapta günümüzün bir tık ilerisinde bir teknolojiden bahsediyorum. Dolayısıyla robotlar ya da otomasyonlar elbette var. Ancak kitabın ana unsuru insan olduğu için, makina faktörünü ön plana çıkartmak istemedim. 

Dünyada Ukrayna-Rusya dışında belli bir savaş yok gibi görünse de dünyanın her köşesinde silahlar çalışıyor. Ve siz eserinizde 3. Dünya savaşından bahsediyorsunuz. 3. Dünya Savaşı motifini eseri ilginç ve dikkat çekici kılmak için mi kullandınız yoksa dünya siyasetini yakından takip eden biri olarak böyle bir savaşı ciddi anlamda beklediğiniz için mi?

3. Dünya Savaşı tehlikesi her an var. Örneğin Kuzey Kore’nin Ukrayna ile savaşta olan Rusya’ya askeri destek vermesi durumunda, ya da Hindistan-Pakistan arasında her gün süren çatışmaların kontrolden çıkması durumunda ya da Avrupa’nın göbeğinde Kosova-Sırbistan gerginliğinin büyümesi durumunda, bir anda, bir sabah 3. Dünya Savaşı’na uyanabiliriz. 

Romanda “deep web” diğer adıyla “derin ağ” ya da bazılarına göre “dark web” geniş bir yer kaplıyor. Deep web’in statüsü ile ilgili tartışmalar da var. Deep web avantaj mı, tehlike mi?

Deep web kamuoyunda sürekli suçla, illegal hizmet ve ürünlerin satışıyla, yasak içerikle vb. ilişkilendirilen bir teknoloji. Ancak temelde deep web dediğimiz şey, internet bağlatımızın Tor Ağı isimli teknolojiyle tamamen anonimleştirilip interneti ISS’lerin, devletlerin ve kartellerin gözetiminden/tekelinden çıkartmak. Şu an normal şekilde kullandığımız interneti ne amaçla kullanabiliyorsak, deep web’i de aynı amaçla ancak kimliğimizi %100 saklayarak kullanabiliriz.

Eserinizde iktidarın korona virüsle mücadele ederken vatandaşlar üzerinde de hegamonik bir yönetim inşa ettiği görülüyor. Kurallar, karantina, sokağa çıkma yasakları vb. Sizce korona ile mücadelede aşırıya mı gidildi?

Evet, devletler ilk panik ve şaşkınlık dalgasını atlatıp, durumu kontrol altına alabileceklerini fark ettikleri andan itibaren dünya çapında bir tiyatro oynandı. Bazı sektörler neredeyse bitirilirken, yeni sektörler yaratıldı. Merkez bankalarında trilyonlarca dolar karşılıksız para üretildi. Üretilen paralar şişirilen coin/token borsalarında milyonlarca mudinin yatırıp yapıp kaybetmesi ile aklandı. Milyarlarca dolar sektörler arasında el değiştirdi. Aşı ve ilaç pazarına akla hayale sığmayacak ölçüde servetler aktarıldı. Her şeyden önemlisi, yarı-otoriter devletler halkları üzerinde bir deney yaptı. Yarın ülkede iç savaş çıksa ya da ayaklanmalar olsa, halkı ne kadar, nereye kadar kontrol altına alabilirler bunu ölçtüler. Gerçekten de hepimiz pompalanan panik ve korku ikliminde mukayese ve sağlıklı düşünme yeteneklerimizi yitirdik. Restoranda oturup yemek yerken maskemizi çıkarınca virüs bulaşmayacağına, ancak aynı restoranda ayağa kalkıp tuvalete gitmek istediğimizde maske takmamız gerektiğine, çünkü virüs bulaşabileceğine inandık. Kâbus gibi günlerdi. Bir toplumsal hipnozdu.

Romanda vatandaş korona kâbusu yüzünden can derdindeyken, Erhan Bey ve Bedel Bey gibi bazı yöneticilerin ise cep derdinde olduğu görülüyor. Maraş-Hatay depreminde yıkılan evlere ganimet gözüyle bakan insanlara ilişkin benzer haberler okuduk. Bu etik ihlallerle mücadele etmenin yolu var mı?   

Hayır yok. İnsanın olduğu yerde ahlaksızlık, açgözlülük, yağma düzeni vardır. 

Romanınızda “Karanlık Çağdiye bir dönem var. Tarihte skolastiğin egemen olduğu orta çağa karanlık çağ deniyor. Romandaki Karanlık Çağ imgesi nedir?

Romanda, virüsün ilk yayılmaya başlamasıyla, tüm devletlerin sınırlarını başka ülkelere kapatıp, kendi otoriter düzenlerini kurmaları ve yeni bir dünya düzeni kurulması arasındaki kaos çağı, Avrupa’daki veba yılları gibi, bir karanlık çağ olarak adlandırılıyor.

Eserinizin sonlarına doğru Erhan Özkayı isimli Salgın Bakanlığında üst düzey makamda bulunan liyakatsiz bir yönetici tipi var. İbn-i Haldun’un öğütlerinde çok önem verdiği hususlardan birisi kamu yönetiminde liyakattir. Ülkemizde en çok tartışılan konulardan biri liyakatsiz atamalar. Bu konu çok tartışıldı, tartışılıyor. Yöneticiler neden becerikli insan dururken beceriksiz olanı yönetici yaparlar?  

Sömürü, rüşvet ve yolsuzluğun olduğu yerde ihtiyacınız olan kadro akıllı, zeki, vicdanlı ya da işbilir kişiler değil, davaya ya da reise körü körüne bağlı, sorgulamayan mankurtlardır.

Tüm kamu sistemi git gide dijitalleşiyor. Dediğiniz gibi tüm dünya dijital bir platform da olabilir. Peki bu dijital dünyanın güvenliği nasıl sağlanacak? Siz iktidarlar ne kadar tedbir alırsa alsın bilgiler ele geçirilebilir diyenlerden misiniz? 

Böyle bir durumda tedbiri iktidarlar almaz, aksine, iktidarlar bilgiye kendileri erişebilmek, örneğin insanların özel iletişimlerine kadar erişebilmek için her türlü girişimde bulunur. Tedbir alması gereken biziz.

Eserinizin tepe noktalarından biri “kan ve doku ticareti”nin nasıl ve ne için yapıldığı bölümler. Burayı okurken yıllar önce Amerika’da yaşayan bir doktora kan aranırken, insanların kan vermek için oluşturdukları kuyruk gözümün önüne geldi. Sonunda sağlık bakanı Osman Durmuş buna son vermişti. Siz bu olayı hatırlıyor musunuz? Kurguda bu gerçeğin yeri var mı? 

Evet, söz konusu kişi ve ailesi, bir dini tarikatın lideri ile birlikte yüzlerce yıl hapis cezası aldı. Başka bir örnek vereyim; “Worldcoin” isimli bir oluşum, insanlara fiziki hiçbir değeri olmayan bir sanal para karşılığında, retinalarını taratması için ödeme yapıyor. Zaman zaman “fotoğrafınızdan ırkınızı tespit etme”, “yaşlanınca nasıl görüneceksiniz”, “başkasının rehberinde nasıl kayıtlısınız” gibi sosyal medyada toplum mühendislikleri yoluyla insanların güncel yüz fotoğrafları ya da telefon rehberleri vb. kendi rızalarıyla toplanıyor. Bütün bunlar aslında birer fişleme ve “big data” veritabanı oluşturma yöntemidir.

Kitabınıza ilham olan ve adını verdiğiniz Korkak Yeni Dünya imgesi ile neyi anlatmak istiyorsunuz? 

Dünyayı kaplayan ve küresel çapta devlet kavramını kökünden değiştiren bir salgın, bütün dünya halklarını korku ile esir alıyor. Bu bir post-akopaliktik distopya.

Yurtdışında yaşayan bir yazar olarak Türk edebiyatının şimdiki durumunu nasıl görüyorsunuz?

Pandemi döneminde kitap satışları, AVM’lerin kapanması, okulların kapanması gibi nedenlerle trajik biçimde düştü. Neredeyse 2 yıl boyunca -Türkiye örneğinde- ne doğru düzgün bir kitap yazıldı, ne de basıldı. İronik bir biçimde, evde oturan insanların daha çok kitap okuması, daha çok kitap okuyanların daha çok kitap satın alması, daha çok kitap talebinin daha çok kitap arzına neden olması gerekirken, bilmediğim nedenlerle tam tersi oldu. Takip edebildiğim kadarıyla sektör yeni yeni kımıldamaya başlıyor.

Kaan Göktaş, 10 yazar 10 eser önerisinde bulunsa bunlar neler olurdu?

Sevan Nişanyan – Yanlış Cumhuriyet

Turan Dursun – Kulleteyn

Bobby Henderson – Uçan Spagetti Canavarının Kutsal Kitabı

Edward Gibbon – Roma İmpratorluğu’nun Gerileme ve Düşüş Tarihi

Arundhati Roy – Küçük Şeylerin Tanrısı

Orhan Pamuk – Kar

Robert Wright, The Evolution of God

Fethiye Çetin, Anneannem

Takuhi Tovmasyan, Sofranız Şen Olsun

Mario Vargas Llosa, Conversation in the Cathedral.

Ülkemizde yazar olmak isteyen çok sayıda genç arkadaş var. Birçoğu da yolun başında. Sizin bu genç kuşağa önerileriniz neler olurdu?

Bolca okusunlar. Wattpatt denilen b*k çukuruna düşmesinler. 

Tüm cevaplarınız için teşekkür ederim. 

Ben teşekkür ederim.

edebiyathaber.net (18 Eylül 2023)

Yorum yapın