Jon Fosse’nin “Sabahtan Akşama” adlı romanı ya da “insanın küçük evreni” | Sedat Sezgin

Ekim 28, 2019

Jon Fosse’nin “Sabahtan Akşama” adlı romanı ya da “insanın küçük evreni” | Sedat Sezgin

Sahiden de hayat denildiği kadar karmaşık mıdır? Dün de dünden önceki gün de benzer veya biliniyor ise nedir bu hayatla ilgili alıp veremediğimiz? Olup biten her şey gözümüzün önünde gerçekleşmiyor mu? Gelecek hiç var olmadığına göre (belki de geleceğe dair sadece umut ve kaygı vardır) şimdiyle yetinmek zorunda değil miyiz ve devamında gelen başka bir soru: Şimdi denilen bir zaman dilimi hiç oldu mu? Yani şimdi’yle anlamlandırdığımız kavram ya da şey bir kandırmacadan başka nedir ki? Zira çoğu defa şimdi’yi geçmişin gölgesiyle karartmıyor muyuz ya da başka bir deyişle, şimdi’yi geçmişin ışığıyla aydınlatmıyor muyuz? Elbette sonuncusunun da doğru olma ihtimali yüksek. O halde şimdi dediğimiz an hiç olmadı dersek doğru şıkka işaret etmiş olmaz mıyız?

“Başka yapacak nesi vardı? Başka neyle ilgilenebilirdi? Dün de dünden önceki gün de böyle değil miydi? Her sabah böyle değil miydi? Her sabah, neredeyse her sabah…”

Jon Fosse’nin “Sabahtan Akşama” adlı kısa romanından ödünç aldığım bu küçük alıntı yapıtın neredeyse tamamını özetler niteliktedir.

Soralım kendimize yine, zihnimizi durmadan meşgul eden ya da zihnimizde hareket halinde olan öğelerin (düşünce, düş, görüntü, vs.) çoğu ve hatta tamamı geçmişe ait değil midir ve geçmişin sıradan, herhangi bir günündeki sıradan an’larından ibaret değil midir? Demek istediğim yaşadığımız ya da taptığımız hayatımız aslında geçmiş an’dan başka bir şey değil belki de. O halde her şey bu kadar ortadayken neden onu karmaşıklaştırıyoruz ya da anlamak için zorlaştırıyoruz?

Elbette o küçük anılar, aşklar, arkadaşlıklar birey için değerlidir ve belki de onu hayata bağlayan temel güçtür, yine de hepsi birbirinin dengidir, benzeridir. Doğuyoruz, ölüyoruz; kalabalıklaşıyoruz, yapayalnız kalıyoruz; döngü hiç aksamadan devam ediyor, kendini hep benzer motiflerle yeniliyor. Bu nedenle bunları didik didik etmenin de bir anlamı yok belki de. Fosse’nin yapıtında okurun önüne tam da serdiği tablo bu, benim gördüğüm, bunu da aklınızda tutun. Bunları öyle ulu orta haykırmadığını da biliyorum, ama dikkatli bir okur bahsettiklerimin tamamını ve daha fazlasını bulacaktır bu yapıtta.

Öncelikle kahramanımız (öyle bir kahraman da sayılmaz aslında, sıradan bir biri ve sıradan bir hayatı var, hatta birçok okurunkinden bile daha sıradan) Johannes’in doğumuna tanık oluyoruz, babasının heyecanına, beklentilerine, sevincine. Bir de annenin çektiği doğum sancılarına, annelik duygusuna, ebenin soğuk ve kendinden emin haline… Bebek Johannes’in ıslak, yumuşak tenine. Ve birinci bölümün ya da birinci günün sonu. İkinci bölüm ya da ikinci gün daha uzun elbette, doğal olarak, araya bolca anı eklenmiş. Johannes evlenmiş, karısı ölmüş, en sevdiği arkadaşı da; çocuklar doğup büyümüş, torunlar da öyle ve dahası da.

Sonuç olarak günlerimiz hep aynı ya da benzerse, mesleğimiz çoğu defa ailemizden bize kalıyorsa, adımız bile bizden önceki atalarımızın mirasıysa ve hatta çocuklarımızın adları da benzer şekilde bizden miras olarak bırakılıyorsa daha fazlasını anlatmaya ne gerek. Fosse bu yapıtında insanın iki önemli günü olduğuna vurgu yapar: Doğduğu gün ve öldüğü gün. Geriye kalan günler ise birbirinin aynısı veya benzeri olan anılar yığınından başka bir şey değildir ve bunların üstünde durulmayacak kadar önemsizdirler ya da belki de tam tersi, ama doğrusu şu ki üstünde durulacak çok az anı var.

Ve tıpkı Fosse’nin yapıtında göründüğü gibi hayat bizler için çoğu defa virgüllerden oluşur belki de, arada soru işaretleri vardır elbette, ama çok az noktaya rastlarız, neredeyse yok denilecek kadar.

Sedat Sezgin – edebiyathaber.net (28 Ekim 2019)

Yorum yapın