“Her şeyin olduğu gibi kalmasını istiyorsak, her şeyi değiştirmeliyiz.”
Değeri tartışılmaz bir şair, İtalyan dilinin babası olarak kabul edilen Dante’nin ölümünün 703. yıl dönümünde İtalyan edebiyatından bir eserle ona selam gönderelim.
İtalyan edebiyatının köklerini incelerken, uzun yıllar boyunca siyasi birliğe sahip olmadığını vurgulamak gerekir. Güneyde başkentleri Palermo ve Napoli olan büyük bir imparatorluk sonrasında krallık mevcutken, kuzeyde Venedik- Cenova cumhuriyetle yönetilen bir devlet durumundadır. Orta ve kuzeydeki birçok kent ise demokratik kent devletleri konumundadır. Bir yandan Papa bir yandan imparatorluk, siyasi önceliği ele geçirmek için mücadele etmektedir. Dante, Monarşi Üzerine adlı yapıtında imparatorluk yönetimi ile siyasi gücü dini otoriteden ayıran laik bir çözümü seçme yoluna gidecektir. Tüm dünyada bugün dahi üzerinde çalışmalar yapılan ve İtalyan dilinin oluşmasında temel bir öneme sahip başyapıt İlahi Komedya’yı, İtalyan edebiyatının doğuşundan henüz bir yıl geçmeden Dante’nin yazmış olması şaşırtıcıdır. Dante’nin İlahi Komedya’sı Rönesans sanatçısı Boticelli’ye ilham kaynağı olmuş, kitabın Cehennem bölümünü resmetmiştir. On dördüncü yüzyılın çok büyük önem taşıyan günümüz edebiyatının da kaynağını oluşturan, Hümanizm’in babası, modern lirik şiirin temellerini oluşturan Petrarca’yı ve Dünya edebiyatının ilk hikayecisi Giovanni Boccacio’yu da anmadan geçmemek gerekir.
İtalya Yarımadası’nın güney batısında çizmenin burnunda bulunan Sicilya, ülkede eşi bulunmayan etnik ve dil özellikleri olan antik uygarlığa sahip bir adadır. Yüzyıllar boyunca kültürel kimliğinin bir yansıması olarak doğan Sicilya edebiyatı, Bizans Yunancası, Sicilya Arapçası, Norman Fransızcası gibi bir çok dili bünyesinde barındırdığı gibi Sicilya lehçesine de sahiptir. Sicilya‘da doğup büyüyen yazarlar tarafından İtalyanca ve Sicilyaca yazılmış eserlerin dünya edebiyatına katkısı çok büyüktür. Dante, 2. Federico’nun (1194-1250) kurduğu, o dönemde noter adı verilen devletin ileri gelenlerinin şiir yazmaya teşvik edildiği, Sicilya Şiir Okulunun önemini fark etmiştir. Saraya uygun bir dille kaleme alınan bu şiirlerin temeli Provance şiirine ve Alman şairlerin örneklerine dayanır. Bu şiirleri daha sonra Toskanlı tüccarlar, Sicilya’ya yaptıkları gezileri sırasında bu yeni şiirin özgürlüğünü keşfedip onu kendi lehçelerine çevirirler ve bu şiirler kısa sürede Toskana’daki ozanlar tarafından taklit edilir.
20. yüzyılın en büyük İtalyan yazılarının çoğunun kökleri Sicilya’dır. Odak noktası uluslararası alanda bilinen Sicilya edebiyatıdır.
1840 yılında Bourbon Hanedanlığı döneminde doğan Giovanni Verga, İtalyan kültürünün temel taşlarından biri haline gelmiş, Fransa’daki Natüralizm ile paralel gelişen Sicilya’daki Verizm’in ( gerçekçilik) öncüsü olmuştur. Verga, yerel lehçeyi ve atasözlerini gerçekçi bir şekilde ifade ederek Sicilya halkının geleneklerini yeniden keşfetmiştir. Sicilya bağlılığına sahip olmasına rağmen onların kusurlarını ve ön yargılarını gizlememiştir. Sicilya’nın en yetenekli modern yazarlarından biri olan, sıradan insanın gündelik yaşamındaki psikolojik rollere odaklanan, felsefi ve psikolojik yazılarıyla ünlü Luigi Pirandello da Sicilyalı yazarlar arasındadır.
Sicilya’nın en ünlü romancılarından Giuseppe Tomasi di Lampedusa, Leopar (II Gattopardo) romanıyla uluslararası alanda en çok satanlar listesinin zirvesindedir. Leopar’dan yirmi yıl sonra yayınlanan Gülün Adı romanı o güne kadar zirvede olan Leopar’dan fazla satmıştır. Bu kadar az sayıda ürün veren bir yazarın çok satması ve uluslararası ilgi görmesi nadirdir. Leopar, İtalya’da yayınlandığında Komünistler tarafından gerici, Katolik Kilisesi tarafından din karşıtı olarak kınandı. Tomasi Lampedusa’nın tamamlanmamış kurgusal çalışmalarının külliyatı, bir roman, iki kısa öyküden oluşmasına rağmen en etkili Sicilyalı yazar olmuştur.
Leopar İtalya tarihinin Risorgimento veya yeniden canlanma olarak bilinen döneminde geçiyor. 1860’ta Palermo’da Salinas Sarayı’nda ailenin günlük tespih duasının yapıldığı an ile başlayan roman, mekan anlatımında leopar tasvirli aile kalkanını tutan antik Roma tanrılarının varlığını, mitolojik unsurların, hristiyanlık ögeleriyle bir araya geldiği bir şapel betimler. Lampedusa Prensi, eski Sicilya aristokrasisinin düşüşü, kaba materyalist yeni sınıfların ortaya çıkışı nedeniyle düşüncelidir. Soyluların çoğu İtalyan milliyetçisi Garibaldi’ye karşı çıkmıştır. Prens’in sevgili yeğeni Tancredi, katılmayı planladığı Garibaldi’nin “Kızıl Gömlek” isyancılarını ziyaret eder ve onlardan bahseder. Tancredi, soylular her şeyin aynı kalmasını istiyorsa, o zaman bazı şeylerin değişmesinin gerektiğini söyler. Bu, Prens’i harekete geçirir, ancak çalışanlarının devrim hakkındaki iyimserliğinden de rahatsız olur. Liberallerin açgözlü ve çıkarcı olduğuna inanır. Sicilya’da kapsamlı bir değişiklik olmayacağına inanıyordur. Evin rahibi Peder Pirrone, öncelikle devrimin Katolik Kilisesi’ni nasıl etkileyeceğiyle ilgilenmektedir. O yaz, Salina ailesi, Garibaldi’nin işgali ve ardından gelen devrim nedeniyle hâlâ ayaklanmaların olduğu Palermo’dan Prens’in en sevdiği yer olan Donnafugata’daki kırsal arazilerine gider. Donnafugata’da Carnavale Venezia müziği eşliğinde geleneksel selamlama ile karşılanırlar. Prens köylüleri Salina arazisine davet ettiğinde, herkes şaşırır. Prens daha önce hiç bu kadar demokratik görünmemiştir. Donnafugata’nın yeni Belediye Başkanı Don Calogero Sedàra’nın genç kızı Angelica, Tancredi’nin dikkatini çeker. İki ay sonra, Tancredi, Prens’e Angelica’ya olan aşkını itiraf eden ve amcasından bir evlilik görüşmesi yapmasını isteyen bir mektup gönderir. Prens, arkadaşı Tumeo ile Sedàralar hakkında konuşur. Ailenin inişli çıkışlı geçmişine ve olası bir evlilik ittifakına duyduğu dehşete rağmen, Prens, Tancredi ile Angelica arasındaki sınıf farkını görmezden gelerek yıldızı parlayan bu görgüsüz ailenin Salinalar’a politik olarak fayda sağlayacağına kendini ikna eder. Tancredi ve Angelica nişanlanır. Angelica sarayda daha çok zaman geçirmeye başladığı anlarda sarayın odalarındaki tablolar, duvar tasvirleri, opera eserleri okura eşlik eder. Chevalley adlı bir hükümet yetkilisi Prens’i ziyaret eder ve onu yeni kurulan İtalyan Senatosu’na katılmaya davet eder. Prens hemen reddeder ve uzun süredir yabancıların egemen olduğu Sicilya’nın modern bir devlete katılması için çok geç olduğunu söyler.
“Biz Sicilyalılar çok uzun yıllar kendi dinimizden olmayan, dilimizi konuşmayan yöneticilerin egemenliğinde kaldığımız için kılı kırk yarmaya alışmışız. Böyle yapmasaydık, ne Bizanslı vergi toplayıcılarıyla ne Berber emirleriyle ne de İspanyol valileriyle başa çıkabilirdik. Bu böyle gelmiş, böyle gider, başka türlü olamayız. Az önce destek sözünü kullandım, katılmak demedim. Bu son aylarda Garibaldi’niz Marsala’ya ayak basalı beri, sorulmadan çok şeyler yapıldı, neden şimdi eski yönetici sınıftan birinin bütün bunları inceleyip geliştirmesi ve sonuçlandırması isteniyor? Şu anda yapılanların iyi mi kötü mü olduğunu tartışmak istemiyorum; bana kalırsa bir çok şey kötü olmuştur; ama şimdi söyleyeceklerimi ancak bir yıl aramızda kaldıktan sonra anlayabileceğiniz de sözlerime eklemek isterim. Sicilya’da iyi veya kötü yapmak önemli değildir; biz Sicilyalılar’ın hiçbir zaman affedemediği “yapmak”tır. Bizler yaşlıyız Chevalley, çok yaşlıyız. En aşağı yirmi beş yüzyıldır omuzlarımızda görkemli ve uyumsuz uygarlıkların ağırlığını taşıyoruz, hepsi tümüyle dışardan gelmiş hiçbiri kendi içimizden çıkmamış hiçbirine “bizim” diyemeyeceğimiz uygarlıklar; biz de sizin kadar İngiltere kraliçesi kadar beyaz deriliyiz Chevalley ama yine de iki bin beş yüz yıldır bir sömürgeyiz.” (sf.189)
Prens 1862’de Palermo’da bir baloya gider. Partide kendini huzursuz hisseder, şafak vakti eve yürürken, sürekli değişim ve gerilemenin sonu olan ölümü düşünür. Verga’nın etkisinin olduğu görülen insanın yazgısından kaçamayacağı ve ölüm temasını okur artık hissetmeye başlar,
Prens ölürken, çocuklarının Salina mirasını sürdüremeyeceğini, bu mirasın gelenek ve hafızada yer alacağını, çocuklarının ve torunlarının sıradan bir orta sınıf haline geldiğini düşünür. Garibaldi kazanmıştır. Ölüm öncesi ritüeli gerçeklikle betimleyen yazar ölümü, Prens’i götüren güzel bir genç kadın olarak tasvir eder.
Leopar’ın ana teması, değişimin kaçınılmazlığı, bireylerin ve toplumların buna uyum sağlama mücadelesidir. Gelenek, ilerleme, çürüme ve yenilenme arasındaki gerilimi ve tarihsel dönüşümün kişisel ve toplumsal maliyetlerini gözler önüne serer. Bu tema, Sicilya aristokrasisinin düşüşü ve İtalya’nın Risorgimento (birleşmesi) sırasında yeni bir toplumsal düzenin yükselişiyle bağlantılı olarak okura aktarılır.
Romanın vermek istediği mesaj, tarihin döngüsel olduğu, ilerlemenin bedelinin genellikle geleneklerin, kimliklerin ve eski yaşam biçimlerinin kaybı şeklindedir.
Tomasi, gözlemci bakış açısıyla ne eski aristokrasiyi idealize eder, ne de yeni düzeni tam olarak onaylar. Eleştirel ve melankolik bir tonda o güne kadar yayınlanmış diğer tüm Sicilya romanlarından daha fazla Sicilya’yı tanımlar. Verizm’in etkisinin görüldüğü romanında Sicilya, başlı başına bir karakter olarak ortaya çıkar.
30 Mayıs 1950 tarihli Enrico Merlo’ya yazdığı mektupta Tomasi, bunalım döneminde (sadece 1860’ta değil) soylu Sicilyalı’yı, olaylara gösterdiği tepkileri, ailenin nasıl yavaş yavaş çökerek neredeyse bozguna uğradığını anlatır. Yazarın bütün bunları içerden sanki birlikteymişler gibi kin duygusundan yoksun bir şekilde gözlemlediğinden bahseder. Tomasi, Leopar’daki Salina Prensi’nin büyük dedesi Lampedusa Prensi Giulio Fabrizio olduğunu belirtir. Karakterler ve mekân hakkında bilgi verir. Köpek Benedico’nun romanın kilit noktası olduğunu yazar.
Leopar kitabı İtalyanlar’ı tartışmalı tarihlerini sorgulamaya itmiştir. Romandaki karakterler gerçek kişilerden esinlenerek kurgulanmış daha çok birleşik karakterlerdir. Aristokrat ailenin yanı sıra sonradan zenginleşen kesimden rahatsız olan aristokratların bu kesimi kendi çöküşlerinin kurtarıcısı olarak görüp basamak sayması, soylu sınıfın bitmeyen partileri, harcamaları, kumaşları, kristalleri, tabloları, kendilerine ait şapelleri, büyük bir titizlikle ve gözlemci bakış açısıyla okura gösterilmiş. Mitolojiden, sanattan oldukça beslenen yapıt sosyal tabakalar arasındaki ayrımı da okura hissettiriyor. Kırsal yaşamın anlatıldığı bölüm, ölüm teması, yazgı, Verga’nın romanlarındaki temalarla benzerlik gösteriyor.
Sicilya’nın susuzluğu, sıcağı, yağmurlarla gelen sel taşkınları, doğanın acımasız davrandığı bu eşsiz güzellikteki adanın coğrafyası, kitabın balkonundan görünen eşsiz manzara niteliğinde güçlü betimlemelerle okura aktarılmış.
1896’da Lampedusa Prensi Giulio ve Beatrice’nin oğlu olarak doğan Guiseppe, Latince, Yunanca, Almanca, Fransızca ve dönemin bir İtalyanı için istisna olarak İngilizce öğrendi. Birinci Dünya Savaşı’na kadar hukuk okuyan yazar savaşta subay olarak görevlendirilip Avusturyalılar’a karşı savaştı. Esir alındı ancak Macaristan’daki savaş esiri kampında kaçtı. 1920’de terhis olana kadar askerliği süren Tomasi, savaştığı savaşı boş bir çaba olarak görüyordu. Sonraki yıllarını Kuzey İtalya ve Avrupa’da dolaşarak geçirdi. 1926-1927 yılları arasında Cenova’da çıkan Yapıtlar ve Günler adlı aylık dergide ara sıra Fransız edebiyatı hakkında eleştiriler yazdı. Londra seyahati sırasında tanıştığı Alexandra Wolff ile 1932’de Riga’da Ortodoks Kilisesi’nde evlendi ama her zaman birlikte yaşamadılar. Letonya’nın Sovyetler tarafından ilhakına kadar yazlarını Riga’da geçirdi. Tomasi Londra’ya hayrandı. İngiltere yazar üzerinde belirgin bir etki bıraktı. Faşist rejimin İtalya’nın İngilizce konuşan az sayıdaki entelektüele karşı fanatik şüphe taşıması ve İngilizce öğrenimini yasaklaması Tomasi’nin Palermo’daki yaşamını zorlaştırmamamıştır. Bunun nedeni onun çoğu zaman Avrupa’da olmasına bağlıydı. Babası 1934’te öldüğünde artık ailenin nesillerdir sahip olmadığı bir ada olan Lampedusa Prensi’ydi.
Luigi Pirandello’nun aksine Tomasi, Faşizm’e alaycı bir şekilde baktı. Tomasi sonraki on yılını Leopar ve diğer eserlerini yazarak geçirdi. Palermo’da ve Roma’da çekilen Prensin El Yazması filmi Tomasi Lampedusa’nın hayatından bu evreyi anlatır. Kitabın yayınlanması konusundaki sıkıntılarla uğraşan yazar, 1957’de akciğer tümörü olduğu anlaşılınca iyileşme umuduyla Roma’ya gider. Yazar, ölümünden birkaç gün önce kitabının yayınlanması konusunda ikinci kez ret yanıtı alır. Eserinin değerine inanan Lampedusa Roma’ya gitmeden hazırladığı iki vasiyet mektubuna romanın kopyasını eklemiş ve yayınlatılmasını istemiştir. 1957’de kitabının yayımlandığını göremeden Roma’da öldü. Leopar, yazarın ölümünden bir yıl sonra yayınlandı. 1958’de yayımlanan roman kısa sürede 52 baskı yaparak İtalyan edebiyatının en önemli eseri olarak tanındı. 1959’da İtalya’nın en prestijli ödülü Strega Ödülü’ne layık görüldü.
Yazarın tamamlanmamış kurgu eseri Profesör ve Deniz Kızı kitabında Leopar’da anlatılan prensin soyundan gelen kahramanı büyük ihtimalle kendisidir. Romandaki Leopar yani Salina Prensi Fabrizo özellikle 19. yüzyılda yaşamış biri olmak üzere Tomasi’nin atalarına dayanan birleşik bir karakterdir. Leopar’ın devamı olan Kör Kediler kısa parçalar olarak 1961’de prensin anılarıyla birlikte Çocukluğumun Yerleri adıyla yayınlanmıştır. Sözcük zenginliği, cümle kuruluşları, duygu yoğunlukları ile yazarın Stendhal’dan çok etkilendiği görülebilir. Yazar romanın bir bölümünde Shakespeare’in sonelerini Michalengelo’nun İtalyanca dizeleriyle karşılaştırmıştır.
Lampedusa yazılarında gündelik olayların gülünç ve alaylı yönlerini ele alan eleştirel bir bakış açısına sahip olduğu görülür.
Luchino Visconti tarafından sinemaya uyarlanan Leopar, başrollerini Burt Lanchester, Claudia Cardinale ve Alain Delon’un paylaştığı film olarak 1963’te gösterime girmiş. Romanın metnine sadık kalan film Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye Ödülü’nü kazanarak, uluslararası ilgi görmüştür.
edebiyathaber.net (20 Aralık 2024)