İmran Ayata: “Beni ilgilendiren bir hikâye anlatmak istedim.”

Ekim 14, 2020

İmran Ayata: “Beni ilgilendiren bir hikâye anlatmak istedim.”

Almanca yayımlanan Renk dergisinde Mahir Türkmen’in İmran Ayata’yla yaptığı, “Dersim Alexanderplatz” (İletişim Yayınları, 2020) adlı romanını konu alan söyleşiye yer veriyoruz.

Çeviren: İsmet Melenağzı

İmran Abi, 1969’da Ulm’da doğdun, şimdiye kadar üç kitap çıkarttın, bunlar arasında Berlinli Devrim’i ve onun kendini Kürt, Türk, Alman toplulukları içinde ve arasında konumlandırma çabasını anlatan Benim Adım Devrim [Türkçesi: Dersim Alexanderplatz] de var. Bu hikâyeyi yazarken motivasyonun neydi?

Beni ilgilendiren bir hikâye anlatmak istedim, belki pek geleneksel olmayan, her yerde rastlanmayacak türden bir hikâye. Bunu başarıp başaramamak, ayrı. Her halükârda, böylesi bağlamlarda ezberlerle geçiştirilen gerçekliklere edebiyat aracılığıyla ışık tutan bir hikaye yazmak istedim. Romanın kahramanı, birtakım gruplar hakkında kafamızda varolan klişeleri yıkıyor. Romanda bizzat devraldığım, kullandığım ve ironikleştirdiğim kimlik atıflarının dışına çıkma denemesi bu. Numarası bu romanın. Kimlik meselesi, izlenimini ediniyorsunuz. Oysa mesele o değil, en azından ön plandaki mesele o değil. Arkadaşlıklar ve değişik türden ilişkiler hakkında bir kitap bu: her birinin ayrı bir dinamiği, ayrı bir güzelliği ve ayrı karmaşaları olan aşk ilişkileri, aile ilişkileri, arkadaşlık ilişkileri…

Sonra, bir şekilde 2000’lerin başlarıyla da ilgili romanım. Devrim’in içinde dolandığı o neoliberal ve görünüşte apolitik  ortamla ilgili. Tuhaf duyguların dönemi, bazı duygulara artık yer yokmuş görünen bir dönem. Mesela Devrim’in ilk defa anne babasının mezarını ziyaret ettiği o Kürt köyü sahnesi… Okur “Şimdi bir şey olacak!” beklentisine girebilir, şimdi duygusal bir şey yaşayacak bu adam, belki çöküp kalacak – ama Devrim hiçbir şey hissetmiyor. Bunun dışında Devrim, hayatı bir partiden bir partiye, bir âlemden bir âleme, bir uyuşturucudan ötekine akarak yaşıyor. Bütün bunlar bir nokaya getiriyor onu – veya işte, getirmiyor.

Çok ilginç. Devrim’in çok açık bir karakter olduğu kesin. Okurlar başkahramana nüfuz etme, yani kendi duygu ve düşüncelerini ona yansıtma olanağına sahipler. O nedenle bu kitabın bizim kuşağımızdan birçoklarına değebileceği izlenimini edindim.

Kesinlikle. Kitap yakın zamanda Türkiye’de de yayımlandı. Türkiye’deki yorumlar tam bu temayla ilgili. Aslında, keşke roman Almanya’da o zaman değil de bugünlerde çıksaydı diyeceğim neredeyse, zira bugünlerde kimlik, post-kimlik, post-göçmenlik vs. konular yeni bir Rönesans yaşadığından belki daha fazla ilgi çekerdi. Dikkatimi çeken şey, Türkiye’deki yorumların esasen romana odaklanması, benim biyografimle fazla meşgul olunmaması. Almanya’daki yorumlardan çok farklı bir durum yani. Burada hiçbir yorum biyografimi ele almadan yapamıyor.

Klişelere değindik. Kitapta “etno”-aşk mevzuu da var. Romanda öyle deniyor. Yani aynı topluluktan insanların kendi aralarında evlenmeleri. Bu konuyla o zamanlar meşgul olmuş muydun ve bugün bu konuda ne düşünüyorsun?

Folklorik bir konu olarak meşgul olmuştum. Çok uzun süre Frankfurt’ta yaşadım, orada en yakın arkadaşlarımla bu konuda laflardık. Bir “Kanak[1] Lady” ile ilişkinin daha az karmaşık, daha romantik, ne bileyim işte, daha neler neler olacağını kurardık. Saçmalığın daniskası tabii. Bizim kodlarımızı anlıyor olacaktı onlar, projeksiyonumuz buydu. Alman kadınlarla tecrübelerimizden beslenen bir tasavvurdu bu. Hepimiz, neden anne babalarımızın önünde el ele tutuşmaktan veya birbirimizi okşamaktan falan kaçınıyoruz diye ithamlar işitmiştik, gülüyorduk bunlara. Sonra o büyük sorular: Beni sevmiyor musun? Kendi cemaatimizin leydileri bize böyle sorular sormazlardı, umudumuz oydu. Onlar neyin olup neyin olmayacağını bilirlerdi. Maalesef gerçek bu kadar yalın değil. Bir Kanak kadınla da korkunç mutsuz olabilirsin. Neticede tasarılar bunlar. Bir yandan da, benzer biyografiler, benzer sosyalleşmeler başka bir sosyal yakınlık yaratıyor, o da doğru. Aşk ilişkileriyle de sınırlı değil bu. İkimiz mesela birkaç dakikadır tanışıyoruz ama birtakım kodlar anında yerine oturuyor. Sen gayet doğal bir şekilde “abi” diyorsun mesela bana. Bir Alman-Almanının hayatta aklına gelmezdi.

Roman esasen “misafir işçi” çocuklarının ilk kuşağından söz ediyor. Diğer yandan Türkiye kökenlilerin Almanya’ya göçü sona ermiş değil. Şu “yeni dalga” denen göç akınını, yani güncel siyasi, toplumsal nedenlerle Türkiye’den Berlin’e iltica edenleri nasıl algılıyorsun? “Misafir işçi” kuşaklarının çocukları ile yeni göç edenler arasında farklar var mı ve varsa kendini nasıl dışavuruyor?

Birincisi, bunun farklı bir göç olduğu hemen anlaşılıyor. Genellemeden söylersek, yeni göçmenlerin büyük kısmı tahsilli seçkinlerden, orta sınıftan veya “beyaz Türk” de denen üst zümreden. Birçoğu akademisyen, sanatçı. Kendilerini fark ve sınır koyma üzerinden konumlandırmaya yatkınlar. Kendilerini orada karşılaştıkları göçmen cemaatinin bir parçası olarak görmediklerini açıkça söylüyorlar. Muhtemelen sınıfsal sebepleri de var bunun. Almanya’ya yeni göç edenlerin bu ayrım çizgilerini çekmelerini bir bakıma gayet tutarlı buluyorum. Dürüstçe. Eski kuşak göçmenlerin hayatına pek ilgi duymamaları da öyle. Türkiye’den Almanya’ya olan göçün üzerinden 60 yıl geçmişken, buradaki hayat Türkiye’dekilerin pek ilgisini çekmiyor haliyle. Hatta kayıtsızlıktan bile söz edebilirim, ancak geçici ve anlık olarak kırılabilen bir kayıtsızlık. Fatih Akın filmleriyle bunu başarmıştı mesela. Tıpkı Almanya’da olduğu gibi bu iş: Başarı, hallediyor. Türkiye’deki bu kayıtsızlığın yeni göçmenler arasında da sürdüğünü gözlüyorum. Tabii hepsi için geçerli değil. Onlar arasında da merak duyan, konuşmaya çalışan, kendi baloncuğu içinde yaşayıp gitmek istemeyenler var. En nihayet Türkiye’den gelen bu son göç dalgası da, etnisiteye dayanan bir cemaatin söz konusu olmadığının bir kanıtıdır.

Son bir soru: Dersim’e hâlâ özlem duyuyor musun?

Hem de nasıl! Belki fazla gezmedim şu hayatta. Ama nerede olursam olayım, orayı Dersim’le kıyasladım. Hangi dağı görsem, Munzur’la baş edemez. Ne müthiş nehirlerin kıyısında oturdum, ama hiçbirinde Munzur kenarında olduğu kadar iyi hissetmedim kendimi. Komik, değil mi? O dağların ve nehrin adının Munzur olması… Dersim benim için özlemin mekânı. Onun için bu romana sızdırıverdim orayı.

Eyvallah İmran Abi… Bu güzel söyleşi için teşekürler.

edebiyathaber.net (14 Ekim 2020)


[1] Karakafa gibi bir söz, Almanya’da göçmenler, özellikle Türkler için kullanılır. Tıpkı “niger/zenci”nin siyah hareketince sahiplenilmesi gibi, 2000’lerin başında muhalif göçmen hareketi de bu sözü sahiplenmişti.

Yorum yapın