İlk Kitabı Anlatmak: Emre Taş | Adnan Gerger

Mart 3, 2023

İlk Kitabı Anlatmak: Emre Taş | Adnan Gerger

İlk kitabı Anlatmak söyleşilerimizin bu haftaki konuğu İletişim Yayınları’ndan çıkan “Eğer Ben Kâbil İsem” adlı kitabıyla Emre Taş.

Çok açık ki dokunulmazları bol bir kültürün içinde yaşıyoruz, bu her zaman kötü bir şeydir demek istemiyorum ama her birimiz bir kutsalın ve doğrunun savunucusu konumunda, bir rabarbanın içerisinde debeleniyoruz.

Eğer Ben Kâbil İsem, ilk kitabınız… Bu romanı ta yazmaya karar vermenizden yayınlanana kadar olan süreci anlatabilir misiniz? Zorluklarla karşılaştınız mı? Bunlar nelerdi?

Sanırım Karadeniz’de çete savaşlarının hüküm sürdüğü dönemden kalan bir halk söylencesi bana ilginç gelmişti. Şiddetten nasiplenmiş, nesebi belirsiz, ormana bırakılmış bir çocukla ilgiliydi. O çocuk yaşasaydı ne olurdu diye düşünmüştüm. Ondan dört yüzyıl önceki Osmanlı uçları da böyle sert şedit bir iklimi haizdi ve nedense benzer bir hikâyeyi orada düşünmeye başladım. Tarihi okuyup geçeriz genelde. İnsanlar zaferler kazanmıştır ya da yenilmiştir ve birçoğu acı çekmiştir. Bugün de öyle, toplum hafızası için sonuçlar önemliymiş gibi geliyor. Rakamlarla insan acısını ifade ettiğimizi sanıyoruz veya kolaycı kelimelerle. Bir kulun, esirin, cariyenin, akıncının, dervişin, yeniçerinin hayatını pek bilmiyoruz; kulluğu, cariyeliği, akıncılığı, dervişliği, yeniçeriliği biliyoruz. Bu bilgi, insanı da bildiğimiz yanılgısını yaratıyor o dönem için. Bu uyumsuzluk, anlatma isteğimi tetiklemiş birçok şey arasında fark edebildiğim en önemlisi. Bu insanların hayatına dair çok az iz bulabilmek ve onları tahayyüle çalışmak esas güçlük. Konstantin Mihailoviç, Ayşe Hatun, Seyyid Hasan, Sadreddinzade Mustafa, Niyazi-i Mısrî gibi ben diliyle bir şeyler karalayanlar olmasaydı bir nebze bile hayal etmek imkânsız olacaktı.

Siz “Osmanlıca Nesir Okuma” ve “Osmanlı Minyatürleri Yorumlama” sına dair akademik yetişime sahipsiniz. Bu eğitiminiz, kitabınızın kurmacasını kurarken bir edebi metne dönüştürme konusunda size nasıl katkı sundu?    

Bu metin özelinde akademik yetişimin hissedebildiğim yardımı akademik olanı fark edip ondan uzak durmamı sağlamış olmasıdır belki. Akademik metin belirsizliği sevmez ve bir sonuca ulaşmaya düşkündür malum, her akademik tezin bir sonuç bölümü bulunur. Roman ise daha çok araştırma sorularının sıralandığı problematik bölümde takılı kalmış bir metindir, onun etrafında döner durur gibidir. Takdir edersiniz ki zihin meşgul olduğuyla ilgili sorulara meylediyor. Ben de akademik amaçlarla veya kimi zaman sadece keyif için tarih metinleriyle oyalanıyorum. İnsan acısı hızlıca sonuca bağlanıp bir sonraki konuya geçilince de ister istemez “dur bir dakika” diyorum. O metinlerin dili, minyatürlerin dönemin görsel hafızasındaki başat yeri elimdeki kil hamurlarıydı. Ya da oyun hamuru diyeyim.

Eğer Ben Kâbil İsem, su götürmez şekilde bir post modern anlayışla yazılmış ve tarihi bir roman. Burada ilgimi çeken hadis kitaplarından ve Osmanlı edebiyatında menkıbe yazma geleneğinden beslenmiş bir tavrınızın olduğu. Çoğu yerde de destansı cümleler de yer alıyor. Bu tür anlatıma o ağdalı sözcüklerle bezenmiş metni kolayca, anlaşılır ve gülümseterek okutmanız için mi başvurdunuz? 

Anlatıcı Kadı Efendi aklımda kolayca canlandırabildiğim, tanıdık gelen birisiydi ve muhakkak bahsettiğiniz türden metinlerle büyümüş olmalıdır. O metinleri tanıdığım için mi Kadı zihnimde canlanıveriyor ya da Kadı’yı tanıdığım için mi dil o metinlerle benzeşiyor, bilemiyorum. Anlatıcı diğer bir karakter Miru Hatun olaydı belki Ortodoks Hristiyan dünyasının insana biçim veren metinlerine daha fazla aşina olmam lazım gelirdi veya aşinalık Miru Hatun’un zihnimde yüksek sesle konuşmasını sağlardı. Yani o tür metinlere pragmatik niyetlerle başvurduğumu söyleyemem. Böyle eylemek metni kurarken sahici, tuhaf ve eğlenceli bir dünyanın içinde hissettirdi. Okuyan için ne denli anlaşılır ve komik olduğunu/olmadığını yalnızca merak edebilirim. Metnin kılığına büründüğü lisan ağdalı saray lisanına uzak bir yerde duran ama saraylının kibri karşısında küçük düşmek istemeyen birinin dili: ibrişimciler, okumaz-yazmaz yeniçeriler, konaklarında sakin hatunlar bile okusun anlasın istiyor.

Romanınız,  “Kitâb-ı Kardaşkanı Akıncı Biraderlerin Macerası” başlığı adı altında Osmanlıca bir el yazması ve onun Türkçeye çevirisiyle başlıyor. Sanıyorsunuz ki Osmanlı devlet geleneği kardeşkanının dökülmesine dair bir kurmaca roman değil de tarihi belgesel bir yayın okuyacaksınız. Bu edebi bir metin için riskli bir şey değil mi?

Aklımızda edebi kurgu ve tarih diye birbirinden ayrı şemalar var ve çoğu kez bunların iç içe geçtiğini ya da tarihin bir döneminde iç içe geçmiş olabileceklerini fark etmiyoruz. Pek çok tarih metni manzum olarak yazılmış; Selimnâmeler, Süleymannâmeler, hatta elimizdeki ilk Osmanlı tarihçesi diyebileceğimiz Ahmedî’nin İskendernâme ilavesi. Düzyazı tevarihler de büyülügerçekçi metinleri aratmayacak ekonomik/gerçek hayat-menkıbevî/fizikötesi âlem alaşımlarıyla örülüdür. Anlaşılan bizim kadar türleri birbirinden ayırmaya meraklı değil imişler. Ben daha fazla müdahil hissetmek istediğim için bir kurgusal elyazmasının sayfalarını aralarmış gibi anlattım. Bu, elbette günümüz türler ayrımı için riskli bir şey, ne tür bir metin okuduğumuzu doğal olarak ilk bakışta anlamak isteriz. Öte yandan post-modern anlatılara, sosyal medyanın son zamanlarda memnuniyetle ev sahipliği ettiği ironilere, paradoilere de pek aşinayız. Asıl tehlike şu ki ironiler, parodiler, aşinalığımıza rağmen sıklıkla anlatım kazaları doğurabiliyor. Mesela Twitter’da 14 pandemi düsturunu oyun olsun diye Osmanlı hekimi Sabuncuzâde’nin dilinden söyletmiştim de sonra bu kaidelerin o dönemler için epey kurgusal olduğunu hakemli dergi editörlerinden TV kanallarına, doktorlardan akademisyenlere kadar birçok kişiye kanıtlamak durumunda kalmıştım. Biz geçmişte değerlerin, irfanın ve ihtişamın pür ve bütün, altın hâliyle bulunduğuna, onları sonradan özümüzden kaynaklanmayan nedenlerle yitirdiğimize inanmaya çok eğilimliyiz. Tarihte de böyleydi insanlar, geçmişin kıymetlerini yitirdiklerini söyleyip durmuşlar, bakınız Yusuf Has Hacib, “Yükseliş” devri şehzadesi Korkud ya da Koçi Bey. Çok açık ki dokunulmazları bol bir kültürün içinde yaşıyoruz, bu her zaman kötü bir şeydir demek istemiyorum ama her birimiz bir kutsalın ve doğrunun savunucusu konumunda, bir rabarbanın içerisinde debeleniyoruz. 12 Eylül sonrası tarih iyice dinî-millî-mitik bir teslisle mabedleştirilmiş. Böyle bir ortamda tarihle ilgili parodi içeren bir yaratım sürecine atılmak az ya da çok bir riziko taşıyor ve daha “yaratmak/yaratım” derken bir mayına basmış bulunuyorum.

“Bu romandan ille bir şey çıkacaksa helalleşmek yerine bağışlayamama hissi çıkar bir de içinde bir kıymıkla bunca şeyin manasızlığına bakakalma hâli.”

Romanınız, Hâbil ile Kâbil mitosu temelinde iktidar hırsının, elde edilemeyen aşkların, şüphelerin bedeli olarak kardeşkanın dökülmesinin helalleşmesinin bir edebi metne dönüşmesi aynı zamanda. Romanınızın içeriğini zihninizde nasıl oluşturdunuz? Bu romanı, günümüzde bir ders çıkarma hikâyesi olarak okumamız mümkün mü? 

Bunların hepsi değinmek istediğim temalar. Eski halk söylenceleri, rüya mektupları, yemek tarifleri, eski tıp yasaları, Fatih kanunnamesi, akıncıların, yeniçerilerin, kul ve cariyelerin üç beş satıra sığdırılmış yaşamları, methedici tarih kronikleri… Zihnimde nasıl olduğunu tam da kestiremediğim bir biçimde mezcoldu, harmanlandı. Sihirli bir biçimde demek istemiyorum, etüt de istedi. Kendi hayatından değil de dış dünyadan, insanlıktan, onun mazisinden yola çıkan anlatma biçimini seviyorum. Ama bence romanlar ders çıkarmak için değiller, erbabı daha iyi bilir tabii ama olsa olsa insanı ve onun hâllerini keşfetmek için, hatta sadece bunu keşfe çıkmak için varmış gibi geliyorlar bana. Ben ders değil de sorular çıkaran bir anlatımın içinde hissettim kendimi daha çok. Bu romandan ille bir şey çıkacaksa helalleşmek yerine bağışlayamama hissi çıkar bir de içinde bir kıymıkla bunca şeyin manasızlığına bakakalma hâli.

Günde kaç saat ve ne tür kitaplar okuyorsunuz? 

Kitap kurduyum diyemem. Kendime yakın bulduğum metinleri yanımda gezdiriyorum. Döneminden tarih metinleri, tarih incelemeleri, romanlar, öyküler, destanlar, fantastik, kıyamet sonrası kurguları, halk söylenceleri tarzı şeyler hamallığını sevdiğim türler. Orada burada yarım kalmış bir sürü kitap. Bir metin inşa ediyorsam onun tarihî, psikolojik, felsefi, sosyolojik vs. veçheleriyle ilgili derin okuyabiliyorum, notlar tutuyorum, bir arazi belirlemişsem dipsiz sondaj yapabiliyorum. Öteki türlü işimin de gereği, gün boyu yüzeyde yürümek, ansiklopediler, makaleler, yüzeyden okumalar.

Sizin deyiminizle sorayım. Fasıllara yani edebi metin yazmaya devam edecek misiniz? Bu anlamda yayınlatmak için hazırladığınız dosyalar var mı?

Kısa zamanda tamamlamam gereken çok ertelediğim bir yüksek lisans tezim var. Sonrasında daha fazla ses ve gürültü içeren en az bir kurgusal elyazmasını daha aralamak istiyorum.

Son sorum: Bu sorular ve yanıtların gölgesinde Emre Taş kimdir, kendinizi nasıl tanıtırsınız?  

En zor soruyu sona saklamışsınız. Kendi hâlinde biriyim. Tarihle, edebiyatla, sinemayla, video oyunlarıyla uğraşıyorum, bazen üreten çoğun tüketen olarak. Güzel sorularınız için teşekkür ediyorum.

Bu değerli söyleşi için ben de size teşekkür ederim.

edebiyathaber.net (3 Mart 2023)

Yorum yapın