İlk Kitap: İrfan Saruhan | Mesut Örs

Ekim 25, 2021

İlk Kitap: İrfan Saruhan | Mesut Örs

İlk kitap söyleşilerimizin bu haftaki konuğu, Everest Yayınları’ndan İlk Roman Ödülü’nü alarak basılan Herkesin Bir Hikâyesi Vardır! isimli kitabıyla İrfan Saruhan.

“Herkesin Bir Hikayesi Vardır! ” kendi küçük dünyalarımızda debelenip dururken aslında olup biteni neden göremediğimizin romanıdır.

Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplar hayatınıza nasıl girdi, “okur” olmaktan “yazar” olmaya giden yol nasıl başladı ve ilerledi?

Sanırım insanın en zor yapabildiği şey olsa gerek kendini tanıtması. Evvela kendini tanımak gerektir çünkü. Ama kısaca; çok gezen, çok gözlemleyen, çok izleyen, planlayan, detayları ıska geçmeden görmeye çabalayan, çok çalışan ve tabii ki çok okuyan biri olmuşumdur her zaman diyebilirim. Her sıradan insanda olması gereken türde şeyler yani. Okumak, doğrusu zevk alarak okumak çok küçük yaşlarda edindiğim bir alışkanlık. Henüz 8 yaşımda Kemal Tahir’le tanıştım mesela, sonra Yaşar Kemal, Sabahattin Ali. 10 yaşımda Aziz Nesin, Nazım Hikmet. Okuma alışkanlığı olan bir ailede büyümenin getirdiği güzel bir lüks galiba. Henüz ilkokul sıralarında yazdığım ve oynadığım skeçleri saymazsak “yazmaya çalışmak” çabalarım aslında üniversite yıllarıma denk gelir. Tiyatro oyuncusu olmak sevdasıyla ilkin bir iki oyun yazdım, sadece birini sahneye koyduk. Mezun olduktan sonra Dostlar Tiyatrosu’nda Genco Erkal’in asistanı oldum. O yıllarda tanımaya başladığım senarist ve yönetmenlerin teşvikiyle ilk senaryomu yazdım. Eserim katıldığım bir yarışmada en iyi senaryo ödülünü alınca kendimi senarist olarak buldum. Yani, yazarlığım sinema filmleri yazmakla başladı diyebilirim.

“Herkesin Bir Hikâyesi Vardır!” kitabının ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, ismine nasıl karar verdiniz, yazma süreci nasıl gelişti, yazarken uyguladığınız belli rutinler veya ritüeller var mı?

2010 yılına geldiğimizde hepsi de gişede hatırı sayılır izleyici bulmuş -zaten bu amaçla yazılmış-  4 sinema filmim olmuştu. Ancak bu dört filmin de gerçek kimliğimi/kalemimi yansıtan işler olmadığını hep hissediyordum. Daha sosyal meselelere değinen, gerçek insan hikâyelerini anlatmak istiyordum. “Herkesin Bir Hikâyesi Vardır!” bu günlerde zihnime düştü diyebilirim. 1980 12 Eylül’ünden sonra ülkede yaşananlar her zaman ilgi duyduğum meselelerdi. Belki de hikâyeyi o zamana odaklamam da bu yüzden. Fırsat buldukça karakterlerimi oluşturmaya, araştırma yapmaya, o günün Türkiye’sini anlamaya çalıştım. Araştırdıkça, ki ben 80 darbesi olduğunda sadece 5 yaşındaydım, ucu bucağı olmayan dipsiz bir kuyuda olduğumu fark ettim. Ancak bu, hikâyelerimi ve karakterlerimi oluşturmamda büyük kolaylıklar sağladı. Yazarken uyguladığım belli bir rutin yahut ritüellerim olmadı hiç. Çünkü aynı tarihlerde üç yılımızı alacak “Fetih 1453” serüveni de başlamıştı. Oldukça vakit alan bu serüvende, kendi hikâyeme ancak kalan zamanlarda vakit ayırabiliyordum. Ama itiraf ediyorum, ben roman olsun diye değil, sinema filmi olsun diye çalışıyordum 😊

2012 yılında çalıştığım yapım firmasından ayrıldıktan sonra hikâyeme daha fazla zaman ayıracak durumda oldum. Karakterlerim ve kuracağım yapı nerdeyse netleşmişti. Hikâyede geçecek şehirleri, tasarladığım mekanları da gezdim. 2014 yılında artık yazmaya hazırım diyebildim. Aynı yıl roman olmasına da karar vermiştim.  Ancak hayatın başkaca meşgaleleri yüzünden ancak 2017 yılında bitirebildim. Romanın ismine ise en son karar verebildim. Öyle uzun uğraşlarla değil üstelik, bir gece aklıma geldi. Anlattığım karakterlere en uygunu bu gibi geldi. Sevdim, ismi bu olsun dedim.

“İlk kitap” konusunda dosyayı bitirdikten sonra yayınevlerine ulaşma, başvuru ve dosyanın kabul edilmesi aşamaları başlı başına zorlu bir süreçtir. Sizin dosyanızın 2020 Everest İlk Roman Ödülü’nü alması bu konuda önemli bir dönemeç oldu sanırım. Bu sürecin nasıl geliştiğinden ve bu ödülü nasıl değerlendirdiğinizden bahsedebilir misiniz?

Roman bittiğinde  “tamam budur” demek de çok zor bir durum zaten. Hele ilk romanınızsa. Bir süre hangi yayınevinden çıkmalı gibi gereksiz bir hülyaya da kapılıyorsun. Her yazar gibi çok okunsun istiyor insan. Bu yüzden güçlü yayınevleri hangisiyse onla başlamak istiyorsun. Hemen söyleyeyim, sektörde bilinen bir senarist olmak, yayınevlerinin sizi kırmızı halıyla karşılamalarını sağlamıyor. Görüşecek birinden randevu bile alamadım ben mesela. Eserinizi yayınevine ulaştırmanız ilk yaşadığınız sorun. İkincisi ise, olumlu ya da olumsuz bir cevap alamamanız. İlk yolladığım yayınevinden cevap bekliyorum  hala😊 Değerlendirme süreleri oldukça uzun yani.

Everest gibi saygın bir yayınevinden ilk roman ödülünü alarak romanımın basılmış olması kuşkusuz hem mutluluk verici hem de benim için büyük başarı. Kendimi oldukça şanslı hissediyorum bu konuda. Doğrusu, pandeminin başladığı günlerde Everest Yayınları’na göndermiş olduğum dosyayı aradan geçen zaman zarfında unutmuştum. Pandemi dolayısıyla yayınevlerine dosya yollamayı düşünmüyordum artık. Mailime gelen yazıyla ödülü aldığım bana iletildi. Sonrası rutin meseleler. Tanıtım için resim, özgeçmiş vs. Sözleşme yapıldı ve Aralık ayında kitabım çıkmış oldu. Tek üzüntüm o sene iptal edilen Tüyap Kitap Fuarı’nda eserimin tanıtımının yapılamamış olması. Belki bu sene yapılır. Umut fakirin ekmeği😊

Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz?

1980 Mayıs ayının sadece üç gününde geçen bir hikâye. Eylül ayında yapılacak askeri darbenin buram buram hissedildiği o günlerde, önceleri birbirinden bağımsız karakterlerin sonradan birbirlerini hayatlarına nasıl tesir ettiklerini anlatmaya çalıştığım, Nusaybin’de bir kıraathanede işlenen bir cinayetle başlayan, Sinop cezaevini ve İstanbul genelevini merkeze almış, bir dizi hikâyeler örgüsü.

Herkesin gerçekten bir hikâyesi var mıdır? Ne kadarı bizim kontrolümüzde bir hayattır bu yaşadığımız? “Herkesin Bir Hikâyesi Vardır!” kendi küçük dünyalarımızda debelenip dururken aslında olup biteni neden göremediğimizin romanıdır.

Daha fazlasını yazarsam okuyucuya ayıp etmiş olacağım.

Kitabınızı ithaf ettiğiniz Tuncer Cücenoğlu sizin hikâyenizde nasıl bir yerde duruyor?

Tuncer Cücenoğlu ile 1996 yılında Müjdat Gezen Sanat Merkezi’nde yolumuz kesişti. Akşam okulunda tiyatro eğitimi alıyordum. O zamanlar serde oyunculuk vardı. Tuncer hocam oyun yazarlığı dersine gelirdi. Bir gün ders bitiminde “yazsana sen çocuk” dedi. Açıkçası yazabileceğimi hiç düşünmüyordum. Çok sohbetler ettik. Her sohbeti de bir ders niteliğindeydi. Romanın ilk halini ona okutmuştum. Verdiği fikirlerle son haline kavuştu roman diyebilirim. Maalesef bu büyük yazarı 2019 yılında kaybettik. Işık içinde uyusun. Emeği çoktur bende, bu sebeple ilk romanımı ona adadım.

Siz aynı zamanda bir senaristsiniz. Edebiyat ile sinemanın ilişkisi üzerine neler söylersiniz, bu ilişki size nasıl yansıyor?

Öncelikle senaryo yazmak ile roman yazmanın iki ayrı disiplin olduğunu söylemem lazım. Yani senarist bir geçmişe sahip olmak kimseyi roman yazarı yapmıyor. Elbette bazı konularda kolaylık sağladığını yadsımıyorum. Kurgu nedir bilerek yazmaya başlamak yahut karakter yaratmak konularında öyle ya da böyle bir deneyimim vardı. Ama roman yazmak başlı başına çok daha zor bir süreç. En basit şekilde ifade etmeye çalışayım. Senaryoda yazdığımız her sahnede bir takım ortaklarımız vardır; yönetmen gibi, sanat yönetmeni gibi hatta yapımcı gibi. Gün/sokak deriz, yağmur yağıyorsa onu söyleriz, önemli gördüğümüz mekan ve durum özelliklerini belirtir, varsa diyalogları yazar sahneyi kapatırız. Fazlaca detay vermemeye de gayret ederiz hatta. Yönetmen ve sanat yönetmeninin yaratıcılıklarına alan bırakmak zorundayızdır. Yani özetle senaryoda hayallerimize birilerini ortak etmek zorundayızdır. Bu da her detaya kafa yormamamızı sağlar. Oysa romanda yazar da biziz, yönetmen de, görüntü yönetmeni de. Her şeyi en ince ayrıntısına kadar planlamak zorundayız.

Sözü gelmişken, edebiyat ve sinema için iki lakırdı daha edeyim müsaadenizle. Dünyanın her yerinde sinema edebiyattan, edebi eserlerden beslenir. En başarılı yapımların bir romandan uyarlama olduğunu duyar, öğreniriz. Ne yazık ki bizde edebiyatı kaynak olarak görmek çok yaygın değil. Sinemanın içerisinde aktif olarak bulunduğum zamanlarda da bunu sıklıkla dile getirdim. Yapımcılarımızın Güney Kore yahut başka ülkelerde zaten çekilmiş hikâyeleri filmleştirme çabaları içerisine girmelerinden çok, editör gruplarına romanlara göz gezdirmelerini tavsiye etmeleri lazım. Her geçen gün daha çok yazar arkadaşımız katılıyor edebiyat dünyasına. Her roman bir sinema filmi adayıdır bence. “Herkesin Bir Hikâyesi Vardır!” da bunlardan biridir. Bir gün beyaz perdede izlemek amaçlarımdan biri ayrıca.

Yeni çalışmalarınız var mı? Varsa, kısaca söz edebilir misiniz?

İkinci romanımın için çalışmaya başladım. Birkaç aydır araştırma yapıyorum. Yine bir dönem romanı yani. Bu sefer bir değişiklik yapıp ismini önceden belirledim. Önümüzdeki nisan mayıs aylarında bitirmeyi umuyorum.

Yazar adaylarına tavsiyeleriniz neler olur?

Birilerine tavsiye verecek yeterlikte görmüyorum kendimi açıkçası. Ama her işte olduğu gibi yazarlıkta da sabır ve çok çalışmak ilk kural gibi.

edebiyathaber.net (25 Ekim 2021)

Yorum yapın