İlk Kitabı Anlatmak: Hatice Akalın | Adnan Gerger

Mayıs 5, 2023

İlk Kitabı Anlatmak: Hatice Akalın | Adnan Gerger

İlk Kitabı Anlatmak söyleşilerimizin konuğu Mahal Edebiyat Yayınları’ndan çıkan “Çok Bekleyince Acır” adlı kitabıyla Hatice Akalın.

“Ben de insanlarla kurduğum ilişkilerde çoğunlukla karşı tarafın söylediklerine değil de söylemediklerine odaklanmaya çalıştığımı fark ediyorum. Satır aralarında söylemediklerimiz aslında bizi daha çok anlatan şeyler oluyor. Susanlar ve susanları anlamaya çalışanlar. İki taraf için de oldukça zor bir iletişim şekli bu. ”

Çok Bekleyince Acır, ilk öykü kitabınız… İlk kitapları yazmak ve yayınlatmak çok zordur.  Böyle bir algıyla yola çıkılır? Siz zorluklar yaşadınız mı?

Evet, ilk kitabım. Çok zamandır içimde hikâyeler biriktiriyordum fakat bunları yazıya dökme cesaretini son üç yıldır gösteriyorum diyebilirim. Hayatımda zorlu bir süreçten geçiyordum ve benim imdat çekicim yazmak oldu. İçine düştüğümü sandığım kuyudan beni kelimeler çıkarttı. Başka başka insanlar ve onların öykülerine odaklanmak, belki de biraz kendimden uzaklaşabilmemi sağladı ve bu yola çıktım. Yazarken benim için en zor şey, bir iç sesle sürekli kendimi, yazdıklarımı yargılamamdı. Bu konuda kendime daha şefkatli yaklaşmayı denediğimde yazmak da kolaylaşmaya başladı. Hikâyenin yazılan bir türden ziyade anlatılan bir tür olduğuna inandığım için anlatmayı denedim. İçimdeki Haticeleri anlatmayı… Yayınlatmak konusunda da Mahal Dergi ile yollarımın kesişmesi, ilk kitabımı çıkartabilmemde bana çokça fayda sağladı. Ekip arkadaşlarımın beni yüreklendirmesi ile içimdeki insanları öykülere dökmeye başladım.

Çok Bekleyince Acır, kitabınızı yazarken,  içeriğini belirlerken ismini koyarken nelerden etkilendiniz? Kitabınızın yazma sürecinden yayınlama sürecine kadar duygularınızı, düşlerinizi ve düşüncelerinizi bizimle paylaşabilir misiniz? 

Hikâyelerim, kendi uzağını arayan karakterleri anlatıyor diyebilirim. Kitaba ismini veren Çok Bekleyince Acır başta olmak üzere tüm öykülerimde kişiler bir menzile varma çabasında fakat çoğu zaman bunu başaramıyorlar. Aslında onlar neyi, neden beklediğini bilmeyen insanlar. Bence çoğumuz böyleyiz. Bekliyoruz fakat bu bekleyişin sonu bir varışa götürecek mi bizi bilemiyoruz. Benim hikâye kişilerim de çok bekleyen fakat bekledikçe de acıyan kişiler zannımca. Öykülerimin dosya olarak bir araya gelişi ve sonrasında canlı kanlı bir kitaba dönüşmesi, büyüleyici bir histi benim için. En son anne olduğumda böyle bir hisse kapılmıştım, sanki bu kitap bana ikinci kez anneliği tattırıyor. Bir yanıyla muazzam bir mutluluk bahşediyor öte yandansa bundan sonrası için çokça sorumluluk yüklüyor bana.  Çoğu karakterimin kadın olduğunu göz önünde bulundurduğumda, bu kitaba dair en büyük düşüm çokça kadının eline geçmesi, onlar tarafından okunması. Lise öğrencileriyle çalıştığım için, ergenlikten itibaren gençlerin -ama daha çok genç kızların – hayata farklı pencerelerden bakabilmesini, kendini arama yolculuğuna bir an önce çıkabilmesini istiyorum. Yaratmaya çalıştığım karakterlerle benzer kavşaklardan geçtiklerini fark etmelerini, bu gerçeği bilerek ama yine de kendilerine sıkı sıkı sarılarak hayatlarına devam etmelerini umarım okuyanlara anlatabilirim.

Kitabınızın içeriğinden bahsedin… Çok Bekleyince Acır öyküleri okura neyi nasıl anlatıyor? 

Mekân ve insan odaklı öyküler kaleme almaya çalıştım bu kitapta; çünkü mekânların da an az insanlar kadar hikâyesinin olduğuna inanıyorum. Ege’de küçük bir ilçede doğup büyüdüm, ailem şimdi de aynı ilçede yaşıyor. Ben her tatilde hâlâ koşa koşa tarlamızdaki ceviz ağacıma koşuyorum. Kireç boyalı evler, yaz akşamlarında cırcır böceklerinin dinmeyen sesleri, bir zincire bağlanmış çanların sesiyle aralanan büyük ahşap kapılar… Mekâna dair tüm bu ayrıntılar masalsı bir çağı çağrıştırıyor bana: çocukluğu. Küçük yerlerde, küçük insanların çokça derdi olur; ben kitabımda yer yer büyüdüğüm ilçeden de esinlendiğim öyküler kurgulamaya çalıştım. Bu öyküleri oluştururken insanların ve mekânların hikâyeleri kol kola gezsin istedim. Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası adlı kitabında “Ev olmasa insan dağılmış bir varlık olurdu.” sözünü ediyor. Ben de kitabımda ev başta olmak üzere birçok mekânı ve buraların insan üzerindeki izlerini ele almaya çalıştım. Bunu, annesiyle yaşayan ve o eve hapsolmuş hisseden Nilgün, her sabah aynı kahverengi çorapları giyip işe giden Bay Yirmilik Diş veya pili bitmiş bir saat üzerinden hayata dair kendi geç kalmışlığının öfkesini kusan ve evini ateşe veren Perizat gibi karakterler üzerinden okuyucuya sunmaya çalıştım.

Seneca, derin acıların dilsiz olduğunu söyler. Çok Bekleyince Acır’da susanları anlatıyorsunuz. Susmayı ve suskunları anlatmak nasıl bir şey?

Çok konuşkan biri olarak benim susanları anlatmaya yeltenmem de şimdi gözüme komik geldi. Fakat çok konuşan insanların genellikle kendini anlatamadıklarına dair bir endişeyle böyle davrandıklarını düşünmüşümdür. Ben de insanlarla kurduğum ilişkilerde çoğunlukla karşı tarafın söylediklerine değil de söylemediklerine odaklanmaya çalıştığımı fark ediyorum. Satır aralarında söylemediklerimiz aslında bizi daha çok anlatan şeyler oluyor. Susanlar ve susanları anlamaya çalışanlar. İki taraf için de oldukça zor bir iletişim şekli bu.

 “Sevdiğim insanlara                                                                                                                         

Kızabilirdim,                                                                                                                                      

Eğer sevmek bana                                                                                                                          

Mahzun durmayı                                                                                                                         

Öğretmeseydi.”

Orhan Veli’nin bu dizeleri, tavrımı anlatması açısından benim için özel dizeler. Susmak çoğu zaman mahzun olmayı da beraberinde getiriyor benim zihnimde. Öykü karakterlerime baktığımda onların da bir yanlarının hep mahzun olduğunu hissediyorum. Evet bence de en büyük acılar susarak çekilen acılardır. Geçmişe, kendimize dair keşkelerimiz, tutunamama hikâyelerimiz… Öykülerimdeki kişilere baktığımızda, onların her biri “kırık hayatlar” yaşıyor da diyebiliriz. Olduramadıkları, bu yüzden de sustukları onca şey var ki. Bense elimden geldiğince okuyucuyu onların suskunluklarına şahit kılmaya çalıştım, umarım başarabilmişimdir.

Siz edebiyata emek veren birisisiniz. Buna karşın, Çok Bekleyince Acır, yayınlandıktan sonra kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz şimdi?  Beklentileriniz var mı, neler? 

Sözleriniz için teşekkür ederim, elimden geldiğince edebiyata dair bir şey üretmeye çalışıyorum. Kitabım çıkalı henüz çok zaman olmadı fakat yazdıklarımın hiç tanımadığım insanlara ulaşacak olma ihtimali bile beni çok heyecanlandırıyor. Biliyorum ki hepimizin hayatı büyük bir hayhuy içerisinde geçiyor ve bu telaş içerisinde duraksayıp nefes almak, kelimelere teslim olmak her zaman pek mümkün olamıyor. Çok Bekleyince Acır, insanların dertlerine derman olsun gibi bir dürtüyle yazılmadı, bir kitabın böyle bir şey vadetmesini de gerçekçi bulmuyorum. Fakat tüm sokakların bize her şeyi sustuğu bu yerde, hepimiz bambaşka hayatlardayken bir an durup nefes almak ve bu susuşa eşlik etmek için yazıldı sanırım. Yapabilmeyi dilediğim yegâne şey bu; susuşlara eşlik edebilmek. 

Size çok yaşa dersem, bana ne anlatırsınız? Yazarken sözcüklerin anlamları, kurmaca, alt metinler size ne ifade ediyor?

Çok insan biriktir demek istediğinizi düşünürüm. Zira bana göre yaşamak, insan biriktirmek anlamını taşıyor. İnsanları tanıdıkça onların hikâyelerine de sızabiliyoruz. Hayatımıza giren kimi insanlar kendi öykülerini çarçabuk ele veriyor kimileriyse milim milim yaklaştırıyor bizi kendisine. İşte bizler bu yüzden satır aralarının izini takip etmeye başlıyoruz. Hele ki insan psikolojisine az buçuk merakımız varsa başka bir perspektiften izler oluyoruz insanları. Otobüste yanına oturduğumuz ve zorunlu bir iletişimin içine düştüğümüz teyzeyi de iyi dinliyoruz, kendi noksanlıklarını açık etmemek için karşımızda kıvranan arkadaşımızı da iyi gözlemliyoruz. Bu gözlemler, süreç içerisinde zihnimizin tüm gözeneklerine nüfuz ediyor ve biz bir kurmaca kaleme almak için masa başına oturduğumuzda yer yer bizim bile şaşırdığımız cümleler, insan portreleri çizerken buluyoruz kendimizi. Biraz zaman sonra metne tekrar baktığımızda, ”Bu cümleleri ben mi kurdum?” gibi bir yabancılaşmayla karşılaşıyoruz ve bence kurmacanın büyüsü de burada gizli. Kişiye yarattığı evren, hem çok tanıdık hem de çok yabancı gelebiliyor. Kendimizden bile sakladığımızı sandığımız –çünkü bu bir sanrı olabilir ancak- yanlarımız, cümleler halinde karşımızda duruyor. Bize de bununla mücadele etmek kalıyor yani kendi dehlizlerimizle.

Okumakla yazmak arasındaki bağa inanıyor musunuz? Bu bağ sizde nasıl çağrışım yapıyor?  Okuduklarınızdan etkileniyor musunuz? Bu etkileşim nasıl oluyor?

Okumanın yazmayı doğurduğuna inananlardanım. Elbette bu doğum bir anda ve kolaycacık olmuyor. Fakat günümüzde birçoğumuz hayata hız odaklı baktığımız için birkaç kitap okuyunca yazabileceğimizi zannediyoruz. Hele ki insanların çoğunun sadece ürünü/sonucu önemsediğini de hesaba katarsak kimse okuma eylemine hak ettiği değeri vermiyor.  Bir şiiri veya öyküyü okuduğumuzda onun üslubundan, kelime seçiminden veya işlediği temadan yola çıkarak metnin kime ait olabileceğine dair çıkarımda bulunabiliriz. İşte bu, bana kalırsa söz konusu yazarın metne sızan imzasıdır. Bir imza sahibi olmaksa belki yıllar sürer, çok az sanatçıya nasip olur. Bana göre, okumanın da yazmanın da bitmez bir yolculuk olduğunu unutmadan işe koyulmakta fayda var. İnsan heveskâr bir varlık. Elbet okuduğum nitelikli metinler bende heves uyandırıyor. Fakat heves sözcüğü bir yandan da tehlikeli geliyor bana, içerisinde gelip geçiciliği barındırıyor. Yazmak/okumak vazgeçemediğimiz bir hevesimiz olsun umarım. Nitelikli metinlerle veya yazarlarla karşılaştığımda çok heyecanlanıyorum, bir şiire kapılmış gibi hissediyorum kendimi. Çünkü iyi metnin, içinde her daim bir şiir barındırdığına inanıyorum. 

Ona ulaşmak istediğiniz, keşke ben de böyle olabilseydim ya da olacağım yazarlar var mı kim ve neden?

Hayatta olan yazarlarımızdan Sema Kaygusuz’un kitaplarını okurken örgülediği dile hayran kaldığımı, tatlı bir kıskançlık hissettiğimi itiraf etmeliyim. Mesela Yüzünde Bir Yer romanını, büyük bir masalın içindeymişim gibi okudum. Bir insan bunca cümleyi nasıl böyle bir üslupla bir araya getirebiliyor diye sordum kendime. Edebiyatımızda ruh kardeşliği yapan bazı sanatçılar olduğuna inanıyorum. Bana göre bunların başında da Orhan Veli ile Sait Faik geliyor. Şiir benim için her daim baş tacı olmuştur fakat daha çok hikâye türü ile yol almaya çalıştığım için bu sorunuzda daha çok Sait Faik’ten dem vurmak istiyorum. Bana göre Sait Faik’in öykülerinde bizi, insana ve yaşama dair doymaz bir heyecan, ince bir kederin arkadaşlık ettiği derin bir sevgi karşılıyor. Bu yüzden ne zaman bu büyük yazarın iki satırına rastlasam sayfaların arasında beni öylece bekleyen bir dosta kavuşmuş gibi oluyorum. Onun metinlerindeki duruluğa ve samimiyete erişmeyi tüm yüreğimle isterim doğrusu.

Günde kaç saat ve ne tür kitaplar okuyorsunuz? Okumaya inancınız nasıl? 

Evden çıkarken çantamda mutlaka bir kitap bulunmasına dikkat ediyorum ve gün içinde ortaya çıkan fırsatları değerlendirmeye çalışıyorum. Gel gelelim bu fırsatlar çok oluyor dersem yalan olur. Öğretmenlik yaptığım için neredeyse tüm günümü okul ve dersler alıyor, bu yüzden kitap okumak için akşamları iple çekiyorum diyebilirim. Birçok insanın da benimle benzer telaşlar içerisinde olduğunu, zaman zaman bu durumdan dolayı bunaldığını etrafımdaki kişilerden duyuyorum.  Büyük şehrin keşmekeşi içerisinde toplu taşıma araçları bile kitap okuma alanlarına dönüşmüş durumda fakat ben kalabalık ortamlarda her tür kitabın okunabilirliğine inanmıyorum. Kurmaca metinler, olay merkezliyse belki böyle mekânlarda da okunabiliyor fakat ben teorik metinleri okumak için daha izole bir alana ihtiyaç duyuyorum.   Mahal Dergi için düzenli okumalar yapmam gerekiyor. Dosya olarak ele alacağımız yazara dair kurgusal bir metin seçip onun üzerine eğilmeyi tercih ediyorum. Sonrasında ise bu yazara/metne dair yapılmış tez çalışmalarını taramaya gayret gösteriyorum. Hem mesleki anlamda hem de üretkenlik anlamında bu tarz okumaların bana katkı sağladığını fark ediyorum. 

Yayınlanmak için üzerinde çalıştığınız dosyalar var mı? Dosyalarınızın içeriği nelerdir?             

Açıkçası şu sıralar ilk kitabımın heyecanı ve ona dair etkinlik planları günlerimi dolduruyor. Şimdilik heybemde biriktirdiğim öykü taslaklarım var, bu taslak metinler üzerinde çokça çalışmam gerekiyor. Bu metinler ilerleyen zamanda bir dosya oluşturabilecek hacme ulaşırlar mı bu günden bir şey söyleyemiyorum. Fakat hikâye anlatmaya dair isteğim baki, bunu hissediyorum.

Bu soruların ve yanıtların ışığında kendinizi tanıtır mısınız?

Ben Hatice. Kadın, anne, öğretmen, arkadaş gibi kimliklerim var. Ama ben aynı zamanda bir hikâye anlatıcısıyım. Kendimi mekân ve insan hikâyeleri peşinde koşan biri olarak tanımlıyorum çünkü Ahmet Hamdi Tanpınar’ın da dediği gibi “Rüyası ömrümüzün çünkü eşyaya siner.” İnsanların elinden nice hikâye bulaşmıştır mekânlara, eşyalara… Ben de elimden geldiğince eşyaya sinen rüyamızı sözcüklerle buluşturmaya çalışıyorum.

edebiyathaber.net (5 Mayıs 2023)

Yorum yapın