Başak Kıvılcım Ertanoğlu: “Treplev’in aktarmak istediği tek şey var; o da bir kaybediş hikayesi olması”

Nisan 6, 2024

Başak Kıvılcım Ertanoğlu: “Treplev’in aktarmak istediği tek şey var; o da bir kaybediş hikayesi olması”

Söyleşi: Elif Hopyar

Bu yılın dikkat çeken tiyatro oyunlarından biri de Treplev. Çehov’un Martı oyunundan uyarlanan Treplev’in yönetmenliğini Başak Kıvılcım Ertanoğlu, başrollerini ise Ümit Erlim ve Başak Kıvılcım Ertanoğlu üstleniyor. Treplev ekibiyle oyun hakkında konuştuk.

Söyleşi: Elif Hopyar

Klasik bir soruyla başlayacak olursak: Treplev’i sahneleme fikri nasıl oluştu?

BAŞAK: Decollage Art Space’in bize verdiği ilhamla diyebilirim. Katları gezerken burada bir oyun yapalım mı dedik. Sonrasında yapımcımız, dekor tasarım & uygulayıcımız ve diğer başka bir sürü şeyimiz ve sanatla ilgili girişimler, üretimler konusunda da muhteşem bir delilik seviyesine sahip olan Melisa Zeynep Şahin haydi yapalım dedi. Biz de 3 kata yayılan bu oyunu kafamızda şekillendirmeye başladık sonrasında.

ÜMİT: Aslında önce bir atölye çalışması yapmak için görüştük Decollage Art Space ile. Fakat Başak’ın söylediği gibi, bu 5 kata yayılan bütünlüklü bir sanat alanını gezince muhakkak burada bir iş üretelim diye düşündük. Ardından oyunu belirleme süreci, tasarım toplantıları, dramaturji çalışmaları, metnin üzerinde çalışmamız, provalar derken yaklaşık 5-6 aylık bir sürecin ürünü aslında Treplev. Kadıköy’de tiyatro sahnelerinin genelde merkezde toplandığını görebiliyoruz, aslında bu manada Suadiye’de böyle bir alanın olması ve sanat üreten alanların yayılım göstermesinin önemli olduğunu düşünüyorum. İleride çok daha sık ismini duyacağımızı düşünüyorum Decollage Art Space’in.

Modern tiyatro yazınının başlangıcı sayılan, günümüzde pek çok sanatçıyı derinden etkilemiş Anton Çehov uyarlamaya nasıl karar verdiniz? Neden Çehov?

BAŞAK: Ben Hamlet’ten yanaydım 🙂 Bu formda bir aktarım üzerinden Hamlet’e bakmak nasıl olacak acaba diye kafa yoruyordum. Ümit ise Çehov üzerinden ve hatta Treplev üzerinden Martı’yı anlatmanın üzerine düşünmemizi istiyordu. Metni tekrar okuyunca mekanla da örtüşen bir çok katmanın olduğunu gördük ve hızlıca rotayı Martı’ya kırdık. Ayrıca Çehov’un tartıştığı konu da tam olarak şu an bizim yeni biçimler arayışımızla örtüşüyordu. 

ÜMİT: Evet, Başak’la ve mekanla konuşurken önce Hamlet üzerine çalışalım dedik fakat sonra Çehov ve Martı’da karar kıldık. Ben geçen sene National Theatre’ın Martı oyununu sinemada izlemiştim. Gayet klasik bir yorumdu fakat karakterlerin neredeyse bir terapi sürecindeymişçesine kendilerini anlatmalarının sadeliğini çok sevmiştim. Sanırım tüm Çehov oyunları ruh ve sinir hastalıkları kliniğinde geçebilir diye düşünüyorum. Çok gerçekler ve aynı zamanda sıradanlığa kapılmaksızın evrensel bir büyü yayıyorlar. Son birkaç sene içinde belki de çok sık karşıma çıktığı için Çehov uyarlamaları belki de istemsizce oraya doğru çekildim, bilmiyorum. Mesela “Drive My Car” filmi, ya da yakın zamanda yine National Theatre’daki Vanya oyunlarını örnek gösterebilirim.

Trepev oyunu, sanat alanının 3 katına yayılıyor. Sahneleme tekniğindeki farklılık size ne hissettiriyor? Size bir özgürlük alanı sunuyor mu?

ÜMİT: Kısmen evet, kısmen hayır. Özellikle sanattaki özgürlük alanları ile ilgili konuşunca zihnimde sürekli Goldsmiths’te Performans üzerine yüksek lisans yaparken ilk dersimizde bölüm başkanının bize Lars von Trier’in “The Five Obstractions” filmini izletmesi ve bunun üzerine konuşmamız canlanıyor. Bu belgesel filmde sanat eseri ortaya çıkartırken sınırların aslında ne kadar önemli olduğunu ve bu sınırlar içinde aslında yaratıcılığımızı sonuna kadar kullanabileceğimizden bahsediyor. Başak’la çalışırken de aslında kafamızda çok uçlara gitsek de birbirimize sürekli uyarılarda bulunuyorduk. Mekanının sınırlarını ve kendi koyduğumuz sınırları hatırlatıyorduk birbirimize. Aynı şekilde metni oluştururken de belli sınırlar üzerinden ilerledik. Bu anlamda, sınırlar bize müthiş bir özgürlük alanı sundu.

BAŞAK: İçerisinde özgürce hareket edebildiğimiz bir alan sundu bize kesinlikle, evet. Biçimsel olarak yeni şeyler aramak, değişik olanın peşinden gitmek, eski biçimlerin yeni formlarla nasıl kesişebileceğini araştırmak şu an bir seyirci ve bu işin içinde üretmeye çalışan bir kişi olarak benim için en önemli konu. 3 kat içerisinde gezinmek ve bu 3 katın olasılıklarını keşfedip, hikaye içine katıp, anlatıyı zenginleştirmek, seyir yerini de bambaşka bir özgürlük alanına dönüştürüyor.

Bu tarz sahnelemenin nasıl bir etki yaratmasını düşündünüz?

BAŞAK: Seyircilerin de anlatıma dahil oldukları, fiziksel olarak Treplev’in hayatında ya da kafasının içinde katlar arasında gezindikleri gibi gezinebildiklerini hissettikleri bir etki yaratmasının peşinde koştuk. Ya da Netflix’teki bir dizinin 3 bölümü arasında gezindiklerini hissettirmek de işin beni çok heyecanlandıran bir diğer tarafı.

ÜMİT: Gerçekten de bir limited-series gibi de izlenebilir oyun. Hatta oyun çıkmasına yakın sosyal medyada paylaşım yaparken “3 part, 3 kat” diye yazmıştım. Herkes çok sevdi bu tabiri. Üç bölümden oluşan bir tiyatro oyunu Treplev. Anton Çehov’un Martı oyununun uzay-zamanda bükülmesi olarak tanımlıyorum ben. Lineer ilerleyen 5 perdelik oyun metnini bozup, döngüsel bir yapıya soktuk. Treplev’in bakış açısından tekrar yazdık. Başak oyunun mizah tarafını kaybetmememiz için uğraştı. Seyircinin henüz mekana adım atmasıyla berbaber, Treplev damgalarından ellerine tutuşturulan yapay zeka ile tasarlanmış oyun karakterlerinin fotograflarına, katlar arasında dolaşırken farklılaşan tasarıma, biçimsel önerilerden güncel göndermelere kadar hepsinin üzerine uzunca düşünüp, bütünsel bir deneyim yaşamaları için uğraştık. Dolayısıyla her bölüm aslında kendi içinde başı sonu olan, aynı zamanda üç parçalı bir lego gibi. Seyirci Treplev’i kat kat takip edip onun zihnine misafir oluyor.

19. yy.’da yazılmış bir metni uyarlarken, varoluşsal bakımdan karakter yaratım sürecinizi anlatır mısınız?

BAŞAK: Oyunu kurduğumuz yapı Treplev ve dış ses karakteri üzerinden ilerliyor. Treplev’in başından geçenleri paralel kurguyu bozan, tersten akan bir yapı üzerinden, daha sarmal, döngüsel bir yapı üzerinden anlatıyoruz. Karakter yaratım süreci bu anlamda daha belirgin bir hale geliyor. Dış ses için yargılayıcı ebeveyn, yönetmen, psikolog, program sunucusu, moderatör, Tanrı, Nina, Arkadina, Sorin hatta Maşa bile diyebilirsiniz belki. Biçim olarak da seyirciye açık bir metin olduğundan bu anlamda Brechtyen bir yapıya da ulaşıyoruz ve metin o an neye dönüştürüyorsa dış ses karakterini, o an o oluyor dış ses. Hatta müziklerimizi yazan ve sahnede bizimle performe eden İdil Acim de 1.katta Nina olabiliyor bir anda. Treplev içinse çizgiler daha belirgin ama keskin değil. O da fiziksel aksiyonun Treplev’in yaşadıklarıyla birleşimi üzerinden zaman zaman Treplev olduğu yerden bir anının içine dalıp Trigorin olabiliyor. Treplev’in aktarmak istediği tek şey var temelde; kaybediş hikayesi. 

Treplev’i farklı kılan bir diğer unsur da performatif yönünün oldukça sağlam oluşu. Özellikle 2. part, her ikinizin de oyunculuğunuzun yükseldiği bölüm. Tüm disiplinlerin birbirine geçtiği yenilikçi, vizyoner adaptasyon için çalışma sürecinizden de bahseder misiniz?

ÜMİT: Çehov’un oyunları, tıpkı Shakespeare gibi, İbsen gibi defalarca oynanmış, uyarlanmış ve yeniden yazılmıştır. Bu onun oyunlarının kendi içinde yerel kodlar barındırsa da her çağda, her toplumda kendisine yer bulabildiğini gösterir. Aslında Hamlet ve Martı özelinde düşünücek olursak, bu iki metni ortak kılan şey, ikisinin de bir meta-tiyatro örneği olmaları. Aradığımız şey tiyatro üzerine düşünen, tiyatro üzerine konuşan, oyun içinde oyun barındıran, eğip bükebileceğimiz oyunsu bir metindi. Fakat süreçte Martı oyununun, özellikle Treplev’in sanatta yeni biçimler arayışında olması, demode ve basmakalıp anlayışa karşı çıkması, kendini bir sanatçı olarak gerçekleştirmeye çalışması bizim onunla ve bugünle bağ kurmamıza vesile oldu. Tam da Treplev’in yapmaya çalıştığı gibi, biz de klasikleşmiş anlatı biçimlerini bozup, bu hikayeyi bugün ve şimdi yeniden anlatsak nasıl olur diye düşündük. Özellikle sosyal medya ve popüler kültürün kitle iletişim araçlarını da yok saymadan, oyun alanına giren her unsuru oyunun bir parçası haline getirmeye çalıştık. Başak ta reji anlamında fiziksel performansı öne çıkarmak istiyordu. Ben çok uzun yıllar, çocukluğumdan 18’ime kadar tüm alt yaş kademelerinde basketbol oynadım. İşin hem fiziksel hem de zihinsel anlamda oldukça yüksek bir konsantrasyon gerektirdiğini düşünüyorum. Oyuncu ve eğitmen olarak da aslında kendi kendime söylediğim, Peter Brook’tan öğrendiğim bir söz var: “Hold on tightly, let go lightly.” Sıkıca tutun, hafifçe bırak. Sıkıca tutunmak kısmı prova için çok işe yarıyor. Kendi adıma dürüstçe yapabileceğim her şeyi yapmak isterim. Sonrasında da işin zor kısmı sanırım hafifçe bırakmak. Her oyun aslında seyirci için de, benim içim de yeni bir deneyim. Her karşılaşmada çok fazla şey öğreniyorum. İşimizin güzel kısmı da bence bu.

Aynı zamanda seyirci de oyuna ortak oluyor. İzleyicinin oyuna nasıl bir etki yaratmasını beklediniz?

BAŞAK: Bizimle birlikte bu 3 katlık hareketli yapıya dahil olmalarını ve rahatça, istedikleri an bizimle oyun oynamalarını istedik. Oyun alanımızın sınırlarını birlikte geliştirmek, büyütmek istedik. Bu biçimsel olarak özgürleştiren yapı içinde, onların da rahatça Treplev’in hikayesine istedikleri gibi; kah laf atarak, kah video çekerek, kah okumalarını rica ettiğimiz karakterlerin cümlelerini okuyarak dahil olmalarıydı amaçladığımız.

ÜMİT: Daha önce dediğim gibi, aslında seyirci, Treplev ve Başak’ın oynadığı persona her oyun farklı bir deneyim yaşıyoruz. Özellikle seçtiğimiz anlarda, seyircinin katılımı ile birlikte tamamlanan bir iş yapmak istedik. Onların varlığını hiçbir anda yok saymadan, onlarla beraber bir yolculuğa çıkıyoruz gibi de düşünebilirsiniz. Beraber ilerleyeceğimiz üç kat var. Fakat yukarıya doğru çıktıkça aslında Treplev’in daha da içine girmiş oluyoruz. Üç bölüm de seyircinin yorumuna açık, olanaklı bir alan sunuyor. Her izleyenin oyunun farklı farklı katmanlarından etkilenmesi bizim çok hoşumuza gidiyor. En başından itibaren peşinde olduğumuz şeylerden biri de buydu aslında. Seyirciyi, seyircinin varlığını ve deneyimini yok saymamak, hatta zaman zaman onları da oyuna dahil etmek.

Bu güne kadar seyircinin oyuna katılımından ne gibi tepkiler aldınız?

ÜMİT: Gayet güzel. Kapsamlı ve uzunca bir çalışmanın neticesinde, sahne arkasında emek veren birçok kişinin olduğu oyunumuzun ilgiyle karşılanması mutluluk verici. Her kesimden çok farklı seyircimiz var. Her kişinin yorumu da kendine özgü, seyredenin zihninde kendi gerçekliğini yaratmış oluyor oyun böylece. Bir tanıdığım mesela ilk partta kullandığımız pendolum – sarkaç – boyama ve üzerine yapıştırdığım fotografların oluşturduğu tuval için sanki cinayet mahalinde katili aradığımız bir şema demişti. Martı oyununu bilen bazı seyircilerden bu şekilde hiç düşünmemiştim, birçok karakteri unutmuşum ya da dikkat etmemişim diyenler de oldu. Her izleyen için, oyunun favori bölümü onların beğenilerine göre değişiklik gösteriyor. Bu da bizim için ilgi çeki bir detay.

BAŞAK: Olumlu tepkiler alıyoruz. Oyunu birlikte oynama fikri iki taraf için de çok sihirli ve cezbedici. Bu anlamda her kattaki farklı Treplevlere farklı karşılıklar geliyor ve bu da oyunu her seferinde bir öncekinden farklı, taze ve özgün kılıyor.  

Sezonun ışıltılı performanslarından, günümüz sahneleme tekniğinden çok farklı olan Treplev, sanat dünyasında nasıl yankı buldu?

BAŞAK: Yolumuzun başındayız. Şubat itibariyle Treplev’in hikayesini anlatmaya başladık. Farklı bir yapı olduğuyla ilgili yorumlar bizi çok mutlu ediyor. Seyircimizle daha çok buluşmak ve şevkle bu oyuna onları da dahil ederek Trep’in hikayesini bolca anlatmak istiyoruz.

ÜMİT: Gerçekten de henüz çok başındayız. İlgi görmesi hoşumuza gidiyor. Özellikle Treplev’in sesinin duyulmasını çok önemsiyorum. Benim için, bizim için birçok şeyi temsil ediyor Treplev çünkü.

Yazılışından 150 yıl sonra dahi, dünyada ve ülkemizde pek çok uyarlanan Martı- Treplev ile bize neler söylemek istediniz? 

ÜMİT: Yazar olmak isteyen fakat aynı zamanda çağın köhnemiş, kalıplaşmış, tutucu zihniyetine esir olmayıp yeni anlatı biçimleri denemek isteyen genç bir sanatçı portresi olarak karşımıza çıkıyor. Çehov’un Martı’sı genç bir sanatçı adayının kendini gerçekleştirme sürecinde karşılaştığı çevre duyarsızlığının, aile baskısının, sanatın tektipleşmesinin ve ilgisizliğin Treplev’in kendisini öldürmesine doğru uzanan trajik ama bir o kadar da komik hikayesini anlatıyor. Çehov bu oyunu 1895 yılında yazıyor. O zamandan bu zamana değişen birçok şey olmakla beraber, insanla ilgili birçok şey de değişmiyor. Treplev için bu anlamda, Martı oyununa bugünden bakarak tekrar yazımı şeklinde tanımlayabiliriz. Oyun metnine olabildiğince sadık kaldık fakat tabii ki yeniden yazdığımız, sanatçı olarak kendi dertlerimizi oyuna ortak ettiğimiz birçok aralık mevcut. Aile ilişkileri, baskılayıcı ve yargılayıcı ebeveynler, sanatın tekelleşmesi, sanatçının bireysel olarak kendini korunaksız hissetmesi, kişinin kendisini gerçekleştirme çabası, yazarın eserleriyle kurduğu tamamlanamamışlık hissi, yalnızlık, aşk ilişkilerinin toksikleşmesi, bireylerin ikiyüzlülüğü gibi birçok faktör bugünden baktığımızda her çağda karşılığını bulabileceğimiz motifler.

BAŞAK: Yeni anlatı, aktarım biçimleri aramanın heyecanını, cesaretini hiç ama hiç bir zaman unutmamamız gerektiğini söylemek istedik sanırım. Dönemin, hayatın farklılaşan alışkanlıkları ve yaşayışlarıyla bütünleşen bir şeyler yapmak, oraları kurcalamak istedik. Eski yapılara sırt çevirmeden yeninin, tazenin, sıkıcı olmayanın peşinden koşmak çok ama çok heyecan verici çünkü. 

Kurduğu dil, yarattığı atmosfer, yenilikçi biçimi ve olağanüstü performanslarıyla, her oyunda daha da büyüyen bir oyun. Mekân ve şiir arasında bağ da kurabiliriz, katılır mısınız?  

BAŞAK: Tabi ki katılırım. Yapıların, mekanların ve anlatıların birbirlerinden bağımsız olması mümkün değil. O mekanın dokusunun, biçiminin izleğe kattığı sınırsız bir alan var. Bu anlamda mekana özgü iş yapmanın inanılmaz bir çekiciliği oluyor. Mekanın dokusunu, metnin dokusuyla kesiştiren noktaları keşfetmek, bu keşfin gitgide bütünleşen ve birbirlerini destekleyip, geliştiren bir hale bürünmesini deneyimlemek tarifi olmayan bir mutluluk sanırım. 

ÜMİT: Özellikle mekana özgü projelerde, hikayenin ya da anlatının içinde geçtiği mekan oldukça geniş bir yer kaplıyor. Gaston Bachelard’ın “Mekanın Poetikası” diye çok özel bir kitabı var. Mekanın insanların bilinçlerinde kapladığı farklı katmanlardaki izdüşümüyle ilgili. Bilinç, bilinçaltı, rüyalar, nesneler, odalar, ‘ev’in çeşitli bölümlerinin insanla kurduğu bağı anlatıyor. Ben özellikle mekansallığa, eşik – liminal durumlara, anlatının matematiğine ilgi duyuyorum. Başak da ben de bu oyunda bir bakıma yıllardır biriktirdiklerimizi de ortaya dökmüşüz gibi hissediyorum. Fakat daha önce de söylediğim gibi, hikayemiz ve karakterimiz belli, sınırlarımız çok netti. Bu sınırların içinde derinleşmenin bir yolunu bulmaya çalıştık.

Yeni projelerinizde söz eder misiniz?

BAŞAK: Kafamızda birlikte yapmayı düşündüğümüz bir edebiyat uyarlaması var uzun zamandır. Ama önce Treplev’in dünyasını daha çok seyirciyle buluşturmayı hayal ediyoruz.

ÜMİT: Başak’la birlikte DasDas’ın Romeo & Juliet oyununda oynuyoruz. Benim ayrıca yine DasDas yapımı olan “Yalnızlar İçin Çok Özel Bir Hizmet” oyunum devam ediyor. Fakat bu iki oyundan yaklaşık 3 sene sonra yapmışız Treplev’i. Çok çabuk üretip, çok çabuk tüketmek istemiyorum kendi adıma. Her yaptığım işten çok şey öğreniyorum. Zaten tiyatronun diğer sanat dallarından en temel farkı seyirci ile karşılaşma anı. Tüm provalar, çalışmalar, emek o “an”lar için. Dolayısıyla şu an için Treplev’in yeni karşılaşma anlarını bekliyorum.

edebiyathaber.net (6 Nisan 2024)

Yorum yapın