Söyleşi serimizin yeni konuğu, Mahal Edebiyat Yayınları’ndan çıkan “Ben O Maçı Yazmazdım Ama Seyit’i Kıramadım” adlı ilk kitabı ile Burak Uyak.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplarla ve yazmakla olan ilişkiniz nasıl başladı?
1988’de İstanbul’da doğdum. 2010’da Muğla Üniversitesi Tarih Bölümü’nden mezun oldum. Çeşitli dershane ve özel okullarda tarih öğretmeni olarak çalışıyorum.
Kitaplarla olan ilişkimin başlangıcını büyük ölçüde abime borçluyum. Kardeş olmanın dışında bizi ortaklaştıran en önemli bağlardan birisi onun eve getirdiği kitaplar oldu. Evdeki ilk kitaplığımızı birlikte kurduk ve sonrasında daha nitelikli okumalar yapabilmek için birbirimize rehberlik ettik. Bir yönüyle aramızda hala devam eden bir alışveriş bu.
Yazmak işiyse apansız oldu. Hiç hesapta yoktu. Bir tarafta süregiden işsizlik bir taraftaysa yaşamımdaki bütün olumsuzlukları söküp atacağına inandığım büyük beklentilerin içerisindeydim. Beklediğim hiçbir şey gelmeyince kelimeler geldi. Bana sadece onları bağlamak kaldı.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma sürecinde neler yaşadınız?
Başlangıçta yazdığım öykülerin kendiliğinden var olmasından memnundum. Fakat öykülerin sayısı artınca olumlu ya da olumsuz okuyanlarda bırakacağı etkiyi merak ettim. Kendim için “deli cesareti” olarak niteleyebileceğim bir şey yaptım ve öykülerden bir tanesini dijital mecrada Türk öykücülüğü için çok önemli işler yaptığına inandığım İshak Edebiyat’a gönderdim. Öyküm burada yayımlandıktan sonra yakın çevremden gelen yapıcı geri dönüşler öykülerimin görünür olması konusunda beni cesaretlendirdi, peşi sıra Mahal Edebiyat Yayınları tarafından düzenlenen “Mahal Edebiyat II. Öykü Yarışması”na gönderdiğim başka bir öyküm seçkiye girdi ve basılı kitapta diğer öykülerle birlikte yer aldı. Öyküleri bir dosyada toplama konusunda motivasyonumu güçlendiren temel etken bu oldu.
Kitabın ismiyle ilgili aklımda hiçbir şey yoktu. Dosyayı gönderirken en sevdiğim öykümün içerisinde geçen bir cümleyi başlığa eklemiştim. Editörüm sevgili Elif Türkoğlu’nun da onayını alınca kitap bu isimle çıktı.
Yukarıda bahsettiğim üzere yazma süreci apansız gelişti. Çokluk, yazarken büyük keyif aldım. Bu durumun öyküleri mizahi yönden yukarı çektiğini de düşünüyorum. İşin zorlayıcı kısmı öykülere son noktaları koyduktan sonra başladı. Tekrar tekrar okuyup düzeltmeye çalıştığım metinlerin içerisinde kaybolmamla sonuçlanan bir tür Sisyphos işkencesi baş gösterdi. Sonuçta editörüm sevgili Elif Türkoğlu’nun amuda duran kimi metinleri ayaklarının üzerine oturtmasıyla iş tatlıya bağlandı.
Kitabınızı tamamladıktan sonra yayınevi bulma süreciniz nasıl geçti? Kitabınızı basmaya karar veren yayıneviyle yaşadığınız süreç nasıldı?
Bu sürecin nasıl işlediğiyle ilgili en ufak bir fikrim yoktu. Onca hata ve eksikle kalburüstü kabul edilen kimi yayınevlerine dosyayı ham haliyle gönderip bekleyişe koyuldum. Altı yedi ay sonra gelen yanıtlar olumsuz olunca özellikle öykü yayımlayan ve ilk kitabı çıkacak olan yazarlara (kendime kondurduğumdan değil) şans veren yayınevlerini tespit ettim. Bu süreç bir yönüyle öğretici de oldu benim için. Her ne kadar yabancısı olmasam da edebiyat ve diğer her türlü literatürün kendi alanında bir tür tekele dönüşmüş olan yayınevleri (sermaye) tarafından sınırlandırıldığını ve değersizleştirildiğini görmüş oldum.
Dosyamı tekrar gözden geçirip daha lokal/butik sayılacak yayınevlerine gönderdim. Sonuçta sermaye odaklı hareket etmeyen ve kendi ayakları üzerinde, nitelikli edebiyatla var olmaya çalışan Mahal Edebiyat Yayınları ile yollarımız yeniden kesişti. Sürecin başında sevgili Mete Karagöl ve Onur Özkoparan’ın ve tanıdığım en nazik ve çalışkan insanlardan birisi olan editörüm sevgili Elif Türkoğlu’nun emek ve destekleriyle kitabım basıldı.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Kitapta sizi en çok etkileyen bölüm hangisi?
Kitap dokuz öyküden oluşuyor. Öykülerin ekseninde emek gücünün sömürüsü, çocuk işçiliği, ataerki, yoksulluk, legal şiddet vs. gibi ortak bir sistemden (şeyleri adıyla çağıracak olursak kapitalizmden) beslenen ve bu zemin üzerinde kendisini meşru kılanlarla karşı çıkanların hikayeleri yer alıyor.
En çok etkilendiğim öykü “Cumartesi” oldu. Üniversiteden yeni mezun olmuş bir arkeolog adayının, meteliğe atacak kurşunu olmayanların ve politik görüşlerinden dolayı kaybedilen yakınlarını arayan insanların toprağı kazma halleri ve hayalleri arasındaki uçurumu göstermeye çalışması bakımından diğer öykülerden daha özel bir yerde olduğunu düşünüyorum. Okuyacak olanlar için de böyle olmasını umuyorum.
İlk kitabı yayımlamanın en büyük heyecanı ve en büyük zorluğu neydi? Kitabınız yayımlandıktan sonra aldığınız tepkiler nasıldı?
Dürüst olmam gerekirse kitabın yayımlanma sürecinde büyük bir zorlukla karşılaştığımı söyleyemem. Böyle olmasında yukarıda ismini zikrettiğim arkadaşların ve yayınevinin yaklaşımı belirleyici oldu. Heyecandan ziyade mutluluktu duyduğum şeyin adı. Her şey, henüz çok yeni olsa da tepkilerin çoğu yapıcı ve olumlu yönde oldu.
İlk kitabınızı yayımladıktan sonra yazarlık konusunda düşünceleriniz değişti mi?
Altını çizerek vurgulamak istediğim bir konu var, “Ben yazar değilim.” Öykü kitabımın çıkması da bu gerçeği değiştirmez. İlerisi için iyi bir yazar olmayı umabilirim fakat şimdilik bu konuda kelam edecek ne bir birikimim ne de iddiam var. Kitabımın yayımlanmasından sonra yazarlıkla ilgili değil okurlukla, okur olmakla ilgili düşüncelerim değişti. Güncel olan, ilk kitabı çıkan, belki kıyıda köşede kalan yazarları fark edip okumaya başlamamı sağlayan bir süreç gelişti.
Yeni bir kitap için çalışmalarınızı sürdürüyor musunuz? Henüz kitabı yayımlanmamış yazarlara tavsiyeleriniz neler olur?
Şimdilik bu yönde bir düşüncem ve çalışmam yok. Kimseye tavsiye verecek bir konumda değilim ama naçizane kendilerine ve yazdıklarına olan inançlarını yitirmemelerini söylemek isterim.