Söyleşi serimizin yeni konuğu, Mahal Edebiyat Yayınları’ndan çıkan “Gizli Akıntılar ve Düzen Ordusu“ adlı ilk kitabı ile Aysun Doğan Terzi.
Kendinizi kısaca tanıtabilir misiniz? Kitaplarla ve yazmakla olan ilişkiniz nasıl başladı?
Amasya’da yaşayan, gazetecilik kökenli bir yazarım. Yazıyla ilişkim oldukça erken yaşlarda başladı; okumaya ve anlamaya olan merakım, beni zamanla yazmaya da yöneltti, doğal olarak. Fakat bu ilişkinin derinleşmesinde sadece kitapların değil, büyüdüğüm coğrafya ve onun kültürel yapısı da etkili oldu. Ben poligamik bir aile yapısında büyüdüm; Orta Karadeniz’in kültürel kodlarıyla şekillendim diyebilirim. Bu durum, çocukluk algımı, aidiyet hissimi, kadınlık bilincimi ve hatta dil ile olan ilişkimi bile derinden etkiledi. Ama bunu bir yara anlatısı olarak değil, bir gerçeklik, bir arka plan olarak görmeyi uygun buldum . Çocuklukta maruz kaldığımız, pek çoğumuzun ortaklaştığı travmaların da bu yazma dürtüsünde payı var. Ama hiçbir zaman bu geçmişi ajite ederek anlatmak istemedim. Çünkü biliyorum ki bu topraklarda doğan hemen hemen herkesin hikâyesinde kırıklar var; önemli olan, bu kırıkları bir forma dönüştürüp oradan ses çıkarabilmekti benim için.
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, kitabın ismine nasıl karar verdiniz, yazma sürecinde neler yaşadınız?
Kitabın ortaya çıkışı biraz içgüdüsel, biraz da zamanla olgunlaşan bir süreçti. Yazdığım ilk öyküleri tek tek A4 kâğıtlara yazmıştım. O zamanlar farkında olmasam da, bu durum bana sonradan hem romantik hem de biraz komik geldi. Aslında yazdıklarımı somut bir biçimde görmek istiyordum ve bunun verdiği hazla, birkaç yıl boyunca disiplinli bir şekilde yazmaya devam ettim. “Gizli Akıntılar” ismi, henüz kitap ortaya çıkmadan önce bile zihnimde dolaşan bir metafordu.
90’lar çocukları olarak mahalle kültüründe büyüyenler bilir, O mahallelerde her şeyi gözeten, izleyen, neyin nasıl olacağına karar veren bazı abiler ve ablalar olurdu. Özellikle kadınlara yönelik rolleri katı biçimde dayatan bir toplumsal düzeni temsil ederlerdi. Ben onlara “düzen ordusu” diyorum. Ama asıl çarpıcı olan, o düzeni kurmaya çalışanların kendi içlerinde gizledikleri kirli işlerdi. “Gizli Akıntılar” tam da bu ikiyüzlülüğe, bu görünmeyen ama yön veren dinamiklere bir gönderme. Kitabın ruhunu taşıyan bir metafor olduğu için başlık olarak da içime sindi.
Kitabınızı tamamladıktan sonra yayınevi bulma süreciniz nasıl geçti? Kitabınızı basmaya karar veren yayıneviyle yaşadığınız süreç nasıldı?
Kitabımı tamamladıktan sonra, benim için en önemli kriter, metnin niteliğine değer veren ve yazarla birebir iletişim kurabilen bir yayınevi bulmaktı. Bu yüzden büyük yayınevlerinden çok, emeğe saygı duyan, samimi ve dayanışmacı bir ortam sunan butik yayınevlerine yöneldim. Bu nedenle Mahal Edebiyat Yayınları ile yollarımız kesişti. Bana ve dosyama inandılar, süreç boyunca da güven veren, destekleyici bir iletişim kurduk.
Kitabınızdan biraz bahsedebilir misiniz? Kitapta sizi en çok etkileyen bölüm hangisi?
Gizli Akıntılar, taşranın küçük isyancısı. Büyük felaketlere gebe bir potansiyeli içinde barındırıyor. “Deli Kadın” bağlamından öte, duygusal anlamda ihmal edilen, istismar ve şiddetin kaçınılmaz olduğu evlerde var olmaya çalışan; giysi dolabının içine sığınan ve yalnızca orayı yuva bilen çocukların, yetişkin olduklarında dış dünyanın kötülükleriyle de tanışan, şanssız, alt orta sınıf, Anadolu rock’ı türünde insanlar… Arabesk değiller ama. Tüm bunlara rağmen direnen, rüzgâra karşı dimdik duran ve bir şekilde yeşeren karakterlerin hikâyelerinden oluşuyor. Ağlayarak yazdığım çok bölüm var ama özellikle “Kediboksör” öyküsündeki ana karakter çocuğun evden ayrılırken annesinin kayıtsız kaldığı bölüm beni çok etkilemişti.
“Duvar gibi dikiliyordu. Gözlerinde tek damla yaş yoktu. Onun soğukkanlı duruşu içimde kocaman bir boşluk yaratmıştı. Bu, hayatımda bana son kez bakışı mıydı? Yoksa sadece bir süreliğine mi ayrılıyordum? Evden uzaklaşırken arkamı dönüp son bir kez daha baktım. Kediboksör’ün yalanları, baskıları, tehditleri, susuşlarımız hepsi rengini kaybeden giysiler gibi sallanıyordu çamaşır ipinde…
İlk kitabı yayımlamanın en büyük heyecanı ve en büyük zorluğu neydi? Kitabınız yayımlandıktan sonra aldığınız tepkiler nasıldı?
İlk kitabım yayımlandığında büyük bir heyecan yaşamak yerine, daha çok kaygı ve panik duygusu hâkimdi. “Artık kitaplı bir yazarım ve bu bir sorumluluk mu getiriyor?” diye düşünmeye başladım. Ancak birkaç ay sonra bu duygular yerini sakinliğe bıraktı. Güzel tepkiler aldım, destekleyen çok kişi oldu ama elbette görmezden gelenler de vardı. Bazen İstanbul dışında kimsenin yazmasını istemiyorlarmış gibi hissediyorsunuz. Buna rağmen okurların ve bazı edebiyatçıların geri dönüşleri moral vericiydi.
İlk kitabınızı yayımladıktan sonra yazarlık konusunda düşünceleriniz değişti mi?
Evet, değişti ve hâlâ da değişmeye devam ediyor. Sıfatlar geçici; onlara büyük anlamlar yüklememek, büyük büyük cümleler kurmamak gerektiğini fark ettim. Bu çağda yüzlerce sayfa yazarak kendini “yazar” ilan etmek kolay olabilir ama ben bunun karakter gelişimim açısından bir bariyer oluşturabileceğinin farkındayım. Yapmak istediğim çok şey var, yol almak istiyorum. Bunun da iddialı söylemlerle değil, iyi işler üretmekle ve sağlıklı bağlar kurmakla mümkün olacağını biliyorum.
Yeni bir kitap için çalışmalarınızı sürdürüyor musunuz? Henüz kitabı yayımlanmamış yazarlara tavsiyeleriniz neler olur?
Evet, fırsat buldukça yeni çalışmalarımı sürdürüyorum. Şu anda hem bu kitabımdaki eksikleri, süreçte neleri doğru ya da yanlış yaptığımı gözden geçiriyorum hem de başka alanlardaki üretimlerime devam ediyorum. Yoğun bir okuma dönemindeyim; özellikle antik metinlerden, mitolojik anlatılardan ve felsefi kaynaklardan besleniyorum.
Henüz kitabı yayımlanmamış yazarlara en büyük tavsiyem, umutsuzluğa kapılmamaları olur.