Yaşamlarımız, kontrolümüz dışında şekillenen toplumsal ve ekonomik yapılarla çevrilidir. Toplumsal bir varlık olmamız nedeniyle bu kaçınılmaz bir gerçekliktir. Öte yandan, yaşam aynı zamanda etik denilen duvarlarla da örülüdür; bu, çoğu zaman güç odakları tarafından dikkate alınmasa da… Adorno, kötü bir yaşamda iyi bir yaşam sürülemeyeceğini söyler. Peki, ama bu yaşamın mağduru olanların suçu nedir? Bunu sormak ve üzerinde kafa yormak gerekmez mi?

Toplumsal adalet, eşitlik ve insan onuru… Bunlar yalnızca siyasetin değil, edebiyatın da en derin sorularıdır. Edebiyat, siyasetin ve toplumsal yapının yarattığı engelleri görünür kılarak bireyin ve toplumun adaletsizlik karşısında ne hissettiğini ortaya koyar. Ve bize şunu sordurur: “İnsan, ne zaman insanca yaşar?” George Orwell ve John Steinbeck, farklı coğrafyalarda ve farklı biçimlerde bu sorunun peşine düşer.
Orwell Hayvan Çiftliği adlı romanıyla, devrimle gelen umutların nasıl bir baskı rejimine dönüşebileceğini anlatır. Toplumsal yapılar içinde güç ve sınıf ilişkilerinin nasıl bozulabileceğini ve bireylerin hayallerinin nasıl manipüle edildiğini gösterir. Başta herkesin eşit olacağı söylense de sonra iktidar eliyle yeniden şekillenir toplum. Hayvanlar devrime ‘emeğimizin ürünü bizim olacak’ diye başlar; ama bu vaat kısa sürede yeni bir tahakküm biçimine dönüşür. Ve zamanla kendi çocuklarını yer. “Öyleyse yoldaşlar, bu hayatta başımıza gelen tüm kötülüklerin insanların zorbalıklarından kaynaklandığı gün gibi açık değil mi? Şu insanoğlundan kurtulalım, emeğimizin ürünü bizim olsun. İşte o zaman zengin ve özgür olacağız.” Hikâye, ideallerin nasıl yozlaştığını gösterirken, eşitliğin yalnızca bir söylem olarak kaldığını acı bir biçimde hatırlatır bize.
Steinbeck’in Fareler ve İnsanlar romanında ise devrim yoktur; ama hayal vardır. Bu hayal, sistemin acımasızlığına çarpar hep. Tarım işçileri George ve hafif zekâ engelli Lennie’nin mücadelesi üzerinden işçi sınıfının hayatına ışık tutar yazar. Sistemin dışına itilmiş insanların… “…Bu ülkenin bütün çiftliklerini karış karış dolaştım, her birinde emeğim var, ama ektiğim ekinlere hep başkaları sahip çıktı, hasat zamanı ürünü ben biçtim, ama emeğimin ürünü benim olmadı hiçbir zaman…” Yoksulluk, dışlanma ve şiddet, karakterlerin insanca yaşama hakkını ellerinden alır. George ve Lennie, bir gün kendi topraklarında özgürce yaşamanın hayalini kurarlar. Onları hayatta tutan tek şeydir bu. Benim diyebilecekleri kimseye hesap vermeden yaşayabilecekleri bir yaşam… “Bir gün bir çiftliğimiz olacak, Lennie. Küçük bir evimiz ve kendi toprağımız. Tavşanlarımız, domuzlarımız, tavuklarımız olacak.” Ama bu düş ertelenmek zorundadır hep. Çünkü önünde çok büyük engel vardır. Kapitalizmin çarkları…
“Kabul edelim: Yaşamlarımız sefil, yorucu ve kısa.”
Her iki yazar farklı tarihsel arka plandan beslenerek aynı sorunun ardına takılıp anlatırlar hikâyelerini. Biri sistemin içindeki çürümeyi, diğeri sistemin dışındaki çaresizliği gözler önüne serer. Biri devrimle gelen hayal kırıklığını, diğeri hayal kurmanın bile lüks olduğu bir dünyayı… Evet, siyaset güç dengeleri ve kurallar aracılığıyla engeller yaratır, ama edebiyat… Kurmacanın evreninden bize çarpan bu gerçeklikler, içinde yaşadığımız dünyaya o kadar çok benzer ki. Diğer taraftan Orwell, yapılandırılmış bir gerçeklikle oluşturduğu hikâyesiyle dünyanın her yerinde gücün egemen olduğunu bize kabul ettirmeye çalışsa da. Okur mutlaka şu soruyu sormak zorundadır; gerçekten böyle midir?
İnsan olmak zordur hele insanca yaşam şartları yoksa… Ama Camus’ye göre insan, adaletsizliğe karşı durarak varlığını korur. Ve bu başkaldırı, onu gerçekten insan yapar. O yüzden tüm bu haksızlıklar karşısında eylemde bulunmaya devam etmek zorundadır. Yanlış giden bu dünyanın tekerine ancak bu şekilde çomak sokabilir çünkü.
Orwell’in karanlığına, Steinbeck’in kırılgan hayaline ve yaşadığımız onca haksızlığa rağmen… İnsanca yaşamı yalnızca hayal etmekle kalmayıp, onu gerçekten kurabilmek için umudu beslemek zorundayız hep birlikte. Unutmamalıyız ki bir hayal değil, kurabileceğimiz bir gerçekliktir bu. Mutlaka başaracağız bir gün bunu.
John Berger’in dediği gibi: “Geçmişten gelen mirasımız ve tanık olduklarımız sayesinde, direnecek cesareti bulacak ve şimdi hayal edemeyeceğimiz koşullar altında direnmeyi sürdüreceğiz; dayanışma içinde beklemeyi öğreneceğiz. Tıpkı bildiğimiz her dilde övmeyi, sövmeyi ve küfür etmeyi sürdürebileceğimiz gibi…”
Yok, öyle umutları yitirip karanlıkta savrulmak.
Unutma; aynı gökyüzü altında bir direniştir yaşamak…
Nâzım Hikmet

















