
Iris Murdoch, Varoluşçular ve Mistikler adlı eserinde, Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Albert Camus gibi varoluşçuları, Platon ve Simone Weil gibi mistik düşünürlerle karşılaştırarak bireysel özgürlük, ahlaki sorumluluk ve iyiliğin doğası üzerine çarpıcı analizler sunar. Daha önceki yazımda bu karşılaştırmanın detaylı bir incelemeyi hak ettiğini ve ayrı bir yazının konusu olacağını belirtmiştim. Bu yazıda ise Murdoch’un varoluşçular ve mistikler hakkındaki temel yaklaşımlarına ve bu bağlamda yaptığı analizlere odaklanacağım.
Murdoch, eserinde “varoluşçular” ve “mistikler” kavramlarını belirli filozoflar ve onların felsefi yaklaşımları çerçevesinde ele alır. Öncelikle varoluşçulara dair görüşlerini sunar.
Varoluşçuluk, bireysel özgürlüğü, sorumluluğu ve insanın kendini yaratma gücünü merkezine alan bir felsefi akımdır. Murdoch’un eserinde bu bağlamda öne çıkan isimler Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Albert Camus’tur. Ancak Murdoch, bu düşünürleri yalnızca felsefi sistemleri üzerinden değil; insanın yalnızlığı, bireysel özgürlük, ahlaki sorumluluk, otantiklik (kendilik) ve anlam arayışı gibi evrensel temalar ekseninde de inceler.
Özellikle Sartre, Murdoch’un analizlerinde varoluşçuluğun merkezi figürü olarak ele alınır. Sartre’ın ünlü “varoluş özden önce gelir” ifadesi, insanın doğuştan belirlenmiş bir özü olmadığını; kim olduğunu, ancak yaşamı boyunca yaptığı seçimlerle şekillendirdiğini öne sürer. Murdoch, Sartre’ın bu yaklaşımını derinlemesine analiz eder ve onun bireyin özgürlüğünü mutlak bir sorumlulukla birlikte ele alışını vurgular.
Bu çerçevede Murdoch’un varoluşçular ve mistikler hakkındaki analizleri, yalnızca felsefi bir tartışma sunmakla kalmaz; aynı zamanda insanın etik ve varoluşsal meselelerle olan bağını da yeniden düşünmeye davet eder.
Murdoch’a göre Sartre, insanın özgürlükle “lanetlenmiş” olduğunu ve bu özgürlüğün getirdiği sorumluluğun bireyi sürekli bir seçim yapmaya zorladığını savunur. Varlık ve Hiçlik adlı eserinde, insanın kendi anlamını yaratması gerektiği fikrini işler ve özgürlüğü, varoluşun temel özelliği olarak ele alır.
Sartre’a göre birey tamamen özgürdür; kimliğini ve anlamını herhangi bir dışsal otoriteye dayanmadan inşa etmek zorundadır. Ancak bu özgürlük bir “nimet ”ten çok, ağır bir “yük” olarak görülmelidir; çünkü insan, yaptığı her seçimin sonuçlarından mutlak şekilde sorumludur. Murdoch, Sartre’ın bu mutlak özgürlük anlayışını eleştirirken, bireyin özgürlüğünü sınırsızlaştırmanın ahlaki sorumluluğu nasıl karmaşık ve zorlayıcı hale getirebileceğine dikkat çeker.
Sartre, Varlık ve Hiçlik’te “kötü inanç” (mauvaise foi) kavramını geliştirir. Bu kavram, bireyin özgürlüğünün ağırlığından kaçınmak için kendini kandırmasını ifade eder. Murdoch, bu kavramın bireyin ahlaki gelişiminin önünde ciddi bir engel teşkil ettiğini savunur; çünkü kötü inanç, insanın gerçeklikle bağını koparmasına yol açarak, onun ahlaki sorumluluklarını göz ardı etmesine neden olabilir.
Murdoch, varoluşçular arasında Simone de Beauvoir’ın düşüncelerine de özel bir yer ayırır. Muğlaklığın Etiği adlı eserinde Beauvoir, özgürlüğün ahlaki boyutlarını sorgular ve bireyin kendi özgürlüğünü inşa ederken başkalarının özgürlüğüne nasıl saygı gösterebileceğini araştırır. Ona göre insan, özgürlüğünü yalnız başına gerçekleştiremez; özgürlük, başkalarının özgürlüğüyle iç içe geçmiş bir olgudur. Bu yaklaşım, varoluşçuluğa önemli bir ahlaki boyut kazandırır.
Murdoch, Beauvoir’ın bu görüşünü değerlendirirken bireysel özgürlüğün ahlaki sorumlulukla desteklenmesi gerektiğini vurgular. Beauvoir’ın etik anlayışı, insanın yaşamındaki belirsizlikleri ve muğlaklıkları kabul etmeye dayanır. Murdoch, bu yaklaşımın insan doğasının karmaşıklığını anlamada değerli olduğunu kabul eder; ancak, ahlaki netlik arayışına yeterince yanıt vermediğini düşündüğünü de dile getirir.
Murdoch, Albert Camus’nün özellikle “absürd” kavramı etrafında şekillenen felsefesine de derinlemesine eğilir. Camus’ye göre insanın anlam arayışı çoğu zaman absürt bir durum yaratır; çünkü evren, insana hazır bir anlam sunmaz. Ancak bu absürtlüğe rağmen birey, isyan ederek ve kendi değerlerini yaratarak anlamlı bir yaşam sürdürmelidir.
Camus, insanın evrenin anlamsızlığı karşısında yaşadığı varoluşsal krizleri ele alırken, Sisifos Söyleni adlı eserinde Sisifos ’un sonsuz bir döngü içinde kayayı tepeye taşıma cezasını, insanın anlam arayışının metaforu olarak sunar. Bu mit, insanın hayatın anlamsızlığına rağmen yaşama nasıl tutunabileceğini sorgular. Camus’ye göre, absürtlüğe boyun eğmek yerine ona karşı “isyan etmek” gerekir. Bu isyan, nihilizme kapılmadan, yaşamı bilinçli bir şekilde kabul etmeyi ve kendi değerlerini yaratmayı ifade eder.
Murdoch, Camus’nün bu trajik vizyonunu değerlendirirken, anlamın yalnızca bireyin iç dünyasında değil, daha geniş bir etik bağlamda da bulunabileceğini savunur. Camus’nün bireysel isyan anlayışını önemli bulmakla birlikte, bu isyanın yalnızca bireysel bir direniş olarak kalmaması gerektiğini öne sürer. Ona göre insan, etik sorumluluğunu daha derinlemesine ele almalı ve anlam arayışını bireysel düzeyin ötesine taşımalıdır.
Murdoch, eserinde Jean-Paul Sartre, Simone de Beauvoir ve Albert Camus gibi varoluşçuların düşüncelerini sadece aktarmakla kalmaz, aynı zamanda varoluşçuluğa eleştirel bir perspektiften yaklaşır. Özellikle varoluşçuluğun bireyi aşırı derecede merkeze koymasını ve özgürlüğü mutlaklaştırmasını eleştirir. Ona göre, bu yaklaşım bireyin kendini aşan daha büyük bir iyilik ve değerler sistemini göz ardı etmesine yol açabilir.
Varoluşçuluk, bireyin ahlaki kararlarını yalnızca kendi iradesine ve özgürlüğüne dayandırdığı için, Murdoch’a göre daha derin bir ahlaki temelden yoksundur. Oysa insanın kendini aşan, daha büyük bir gerçeklikle ilişki kurması gerekir. Bu noktada Murdoch, varoluşçuluğun birey merkezli yaklaşımına karşı Platoncu bir iyilik anlayışına yönelir.
Murdoch, varoluşçuluğun “irade”yi merkeze almasını eksik bir yaklaşım olarak görür. Ona göre gerçek ahlaki büyüme, yalnızca bireyin iradesiyle değil, sevgi ve dikkat yoluyla mümkündür. İnsan yalnızca kendi iç sesine değil, dış dünyadaki gerçekliğe de odaklanmalıdır. Ancak bu şekilde, etik sorumluluk yalnızca bireysel bir mesele olmaktan çıkıp, daha derin bir ahlaki çerçeveye oturabilir.
Murdoch’a göre varoluşçular, bireyin özgürlüğü, kimlik arayışı ve ahlaki sorumluluğu üzerine önemli sorular sormuş, ancak bireyi aşan bir iyilik kavramı geliştirememişlerdir. Ona göre, varoluşçuların bireysel özgürlüğe yaptığı vurgu, ahlaki gelişimin başlangıç noktası olabilir; ancak bu, nihai bir hedef değildir. Bu yüzden Murdoch, mistik düşünceye yönelir. Çünkü mistisizm, insanın kendini aşarak daha derin bir ahlaki vizyona ulaşmasını mümkün kılar. Bu bağlamda, Platon, Simone Weil, Plotinus ve kısmen Kierkegaard, Murdoch’un incelediği başlıca mistik düşünürler arasında yer alır.
Murdoch’un yorumunda mistikler, irrasyonel ya da hayalci figürler değildir; aksine, ahlaki ve manevi derinliği temsil eden bireylerdir. Mistik düşünce, bireyin kendini aşan bir gerçeklikle kurduğu ilişkiyi ifade eder. Murdoch için mistisizm, bireyin benmerkezcilikten sıyrılarak gerçeklik karşısında alçakgönüllü bir tutum geliştirmesi, sevgi ve dikkatle dünyaya yönelmesi anlamına gelir. Bu noktada, mistik düşüncenin temelini atan Platon’un görüşleri özellikle önemlidir.
Platon, Murdoch için mistik düşüncenin en köklü figürlerinden biridir. Onun felsefesinde “İyi ideası” merkezi bir yer tutar. Murdoch’a göre Platon’un mistisizmi, bireyin kendi sınırlarını aşarak daha yüksek bir hakikate ulaşma çabasını temsil eder. Platon’a göre İyi, varoluşun temelidir ve Murdoch, bu düşünceyi ahlaki felsefesinin merkezine yerleştirir. Ona göre İyi, bireyin iradesine ya da tercihlerine bağlı bir kavram değil, keşfedilmesi gereken aşkın bir gerçekliktir. İşte bu nokta, Murdoch’un varoluşçulara yönelttiği en önemli eleştirilerden biridir: Varoluşçular, iyiyi bireysel tercihlerle ilişkilendirirken, mistisizm iyiyi, bireyi aşan, evrensel bir hakikat olarak görür.
Murdoch, Platon’un ünlü Mağara Alegorisini “dikkat” kavramı üzerinden açıklar. Ona göre, birey hakikate ulaşmak için kendi içindeki yanılsamalardan kurtulmalı ve dış dünyaya dikkatle bakmalıdır. Bu dönüşüm süreci, yalnızca bilişsel bir gelişim değil, aynı zamanda ahlaki bir arınmadır. Birey, kendini aşarak gerçeklikle daha derin bir bağ kurduğunda, hakikate ve iyiliğe daha yakın hale gelir.
Simone Weil, Murdoch’un felsefi düşüncesinde belki de en derin etkiye sahip mistik düşünürlerden biridir. Weil’in mistik anlayışı, ahlaki saflık, fedakârlık ve Tanrı’ya yönelmiş derin bir sevgi üzerine kuruludur. Murdoch için Weil, iyiliğin ve Tanrı’nın izini süren bir figürdür; onun felsefesi, bireysel fedakârlık, dikkat ve sevgi kavramları etrafında şekillenir.
Weil’e göre, gerçek anlamda iyi olmak, egoyu aşmak ve insanın kendini daha büyük bir gerçekliğin akışına bırakmasıyla mümkündür. Weil, bireyin Tanrı’ya yaklaşabilmesi için kendi arzularını ve benliğini “feshetmesi” gerektiğini savunur. Bu, insanın benmerkezci kimliğinden vazgeçerek evrensel bir hakikate teslim olması anlamına gelir. Onun “dikkat” anlayışı da bu dönüşümde kilit bir rol oynar. Weil, dikkati bir tür dua olarak görür ve “Gerçek dikkat, insanın ruhunu açmasıdır” der.
Murdoch, Weil’in bu düşüncesini benimser ve ahlaki gelişimin yalnızca güçlü bir irade ya da erdemli alışkanlıklarla değil, dünyaya ve başkalarına gösterilen derin dikkatle mümkün olduğunu savunur. Weil’in acıya dair görüşleri de Murdoch üzerinde büyük bir etki bırakmıştır. Weil’e göre, acı yalnızca bir ıstırap kaynağı değil, insanı dönüştüren, onu olgunlaştıran bir deneyimdir. Gerçek ahlak, bireyin sadece kendi iyiliğini değil, başkalarının acılarını da fark etmesini ve onlara duyarlılık geliştirmesini gerektirir.
Murdoch’un felsefesinde önemli bir yere sahip olan bir diğer mistik düşünür ise Plotinus’tur. Antik Yunan mistisizminin önde gelen temsilcilerinden biri olan Plotinus, bireyin duyusal dünyadan koparak ruhunu “Tek” ile birleştirmesi gerektiğini savunur. Ona göre, tüm varlıklar Tek’ten (mutlak gerçeklikten) gelir ve nihai hedef, Tek ile yeniden bütünleşmektir. Bu birlik, bireyin benliğini aşarak varoluşun en saf haline ulaşmasını sağlar.
Murdoch, Plotinus’un bu metafiziksel dönüşümünü ahlaki bir metafor olarak yorumlar: İnsan, bencil arzularından kurtulmalı ve kendini daha büyük bir bütünle uyum içinde konumlandırmalıdır. Plotinus, güzelliği bireyin içsel doğasına yaklaşmasının bir yolu olarak görür. Murdoch da sanatı bu bağlamda değerlendirir; sanat, insanı gerçekliğin daha yüksek formlarına yönlendiren bir araçtır.
Murdoch’un ele aldığı mistik figürlerden biri de Kierkegaard’dır. Ancak onun düşüncelerine yaklaşımı karmaşıktır. Kierkegaard genellikle varoluşçuluğun öncüsü olarak anılsa da, Tanrı ile bireysel ilişkiye dair görüşleri mistik bir boyut taşır. Özellikle “inancın sıçraması” kavramı, bireyin aklın sınırlarını aşarak Tanrı’ya mutlak bir güvenle bağlanması gerektiğini savunur. Bu, insanın kendi sınırlı anlayışını geride bırakıp bilinmeze teslim olması anlamına gelir.
Murdoch, bu yaklaşımı mistik bir deneyim olarak değerlendirir, ancak Kierkegaard’ın bireysel tutkuya aşırı vurgu yapmasını eleştirir. Ona göre, Kierkegaard’ın “estetik,” “etik” ve “dini” yaşam aşamaları, bireyin ahlaki olgunluk yolculuğunu temsil etse de, bu sürecin yalnızca bireysel bir içsel dönüşüm olarak ele alınması yetersizdir. Murdoch için ahlaki gelişim, yalnızca bireyin iç dünyasında gerçekleşen bir yolculuk değil, aynı zamanda başkalarıyla kurulan ilişkilerde somutlaşan bir süreç olmalıdır.
Buraya kadar ele alınanlardan anlaşıldığı üzere, Murdoch mistikleri yalnızca dini geleneklerle sınırlı figürler olarak görmez. Ona göre mistikler, manevi derinliği önemseyen ancak pratik yöntemlerle dünyaya katkıda bulunan kişilerdir. Murdoch, mistik ahlakın, “alışılmış ahlakın sonsuza dek kusursuz iyiliğe doğru uzanıp gitmesine dayandığını” belirtir. Bu yaklaşım, iyiliği sabit ve değişmez bir kural olarak değil, sürekli bir gelişim süreci olarak görür.
Murdoch’un mistisizme yaklaşımı, yalnızca bireysel bir ruhsal deneyim değil, aynı zamanda derin bir ahlaki farkındalık ve kendini aşma sürecidir. Mistik düşünürlere dair görüşlerini ayrıntılı bir şekilde ele alan Murdoch, mistik düşünceyi üç temel ilke üzerinden değerlendirir:
Birincisi, ona göre en büyük ahlaki zorluk, bireyin dünyayı kendi çıkarları ve arzuları doğrultusunda algılamasıdır. Mistik düşünce, insanın bu benmerkezci perspektifi aşarak dış dünyayı olduğu gibi kabul etmesini sağlar. Gerçek anlamda etik bir yaşam, bireyin kendi öznelliğinden sıyrılıp gerçekliği tüm çıplaklığıyla görmesiyle mümkündür.
İkincisi, Murdoch’un ahlak anlayışının merkezinde sevgi yer alır. Ancak bu sevgi, romantik ya da öznel bir duygudan ziyade, dünyaya ve başkalarına yöneltilen derin bir dikkat ve özen anlamına gelir. Ona göre, ahlaki gelişimin temel aracı sevgi ve dikkattir; birey, dünyaya ve diğer insanlara yönelerek benliğini aşabilir.
Son olarak, Murdoch’un eserinde varoluşçular ve mistikler birbirine karşıt değil, aksine tamamlayıcı figürler olarak sunulur. Varoluşçular bireyin özgürlüğü ve sorumluluğu üzerinde dururken, mistikler bireyin içsel dönüşümü ve daha büyük bir iyilik anlayışına ulaşma çabasıyla ilgilenirler. Bu iki yaklaşım, insanın hem varoluşsal hem de manevi arayışlarını derinlemesine anlamamıza yardımcı olur.
Murdoch, sonunda Platoncu bir perspektifle, ahlaki yaşamın nihai amacının “İyi”ye yönelmek olduğunu savunur. Ancak bu İyi, sabit bir kural ya da katı bir ilke değil; sürekli olarak ulaşılmaya çalışılan bir idealdir. Ona göre, bireyin ahlaki dönüşümü yalnızca rasyonel seçimlerle değil, sevgi, dikkat ve kendini aşma süreciyle gerçekleşebilir. Bu dönüşüm, insanın kendi benliğini merkeze koymaktan vazgeçip daha büyük bir hakikate yönelmesiyle mümkündür.
Varoluşçular özgürlüğü bireysel iradeye dayandırırken, mistikler özgürlüğü daha yüksek bir iyiliğe bağlılık olarak görürler. Murdoch için gerçek ahlaki gelişim, bireyin kendini aşarak mistiklerin sunduğu bu aşkınlık alanına yönelmesiyle mümkündür.
edebiyathaber.net (25 Şubat 2025)