Hüseyin Kıran: “Ben, bence düz insanı yazıyorum”

Mayıs 16, 2012

Hüseyin Kıran: “Ben, bence düz insanı yazıyorum”

Bir çakmak, karanlıkta çakan. Griliği içinde gevşek, gerili çelik yay. Humus yumuşaklığı. Gölgesinde uyuyan. Bereketli et. Ben, Gecedegiden. Ne hayvan ne insan. Dürtülmeyince konuşmayan. (Gecedegiden,s.81)

Hüseyin Kıran 2004 yılında Kara Madde adlı şiir kitabıyla adını duyurdu. Yazar, 2006'da yayımlanan ilk romanı Resul'den sonra 2011'de çıkan ikinci romanı Gecedegiden'le edebiyatımızda özgün bir yerde duruyor. Kıran’la hem biçim hem de içerik açısından okurda tedirginlik yaratan romanı Gecedegiden hakkında ve dil, edebiyat, toplum üzerine söyleştik.

Özgün ve geciktirici bir dille yazılan roman üzerinden aynı zamanda yazarın edebiyattaki konumunun da izlerini sürdük.

Kapitalizm, üretim-tüketim ilişkisi ve içinde bulunduğu sistemin bir parçası olarak onun bir adım öteye taşıyıcısı olan insanı toplumsal kimliğinin dışında ele alan yazar, Gecedegiden romanıyla toplumda yüzleşemediklerimiz üzerindeki perdeyi kaldırıyor. Yüzleşme çok sert ve sancılı.

Bir söyleşinizde burjuvalar için eğlence üretmediğinizi söylemişsiniz, Türkiye Edebiyatının günümüzdeki eğilimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok geniş okumalar yapabilen birisi değilim, bu alanı iyice takip edemediğimi söylemeliyim. Yılda 350 kadar roman yayımlandığını biliyorum. Ben çok azını okuyabiliyorum. Genel bir değerlendirme olacak benimki.

Edebiyat metninin kendine has bir sahiciliği, sağlamlığı, içsel bütünlüğü ve kendi iç gerçekliği bulunmalı bana göre. Ya tam hayatın içinden ya da hayata karşı bir konumlanışı olmalı ama sadece bir konumlanışla bile yetinebilirim gerçekten. Yakın dönemde okuduğum edebiyat metinleri içinde, daha ekonomi-politik açıdan bile doğru kurulmuş karakterlerle karşılaşmadığımı, yeni bir dil getirerek verili edebi ortamı sarsacak bir iki kitabın bulunabileceğini, hayata bakıp orada işleyen süreçleri kavrayan ender yazar bulabildiğimi söylemeliyim. Bir sahicilik teması ya da zemini diyelim yakalayabilenler de, yazmak denen eylemin hakkını veremiyor gibi geliyor bana.

Herkes burjuvalar için eğlence üretiyor demiyorum; haksızlık ve haddini bilmezlik olur bu. Ama sorun böyle kurulacaksa, gerçekten burjuvazinin sakil ve güçsüz olduğu sanılmasın. Bu alanda iş gören epey iyi yazar var. Benim derdim bunun dışında, bu alana muhalif olduğu iddiasındaki yazarların edebi güçsüzlüğü.  Birçok nedeni olabilir; Türkiye'de bu nedenler daha da kolay çoğaltılabilir ve verili güçsüzlüğümüzün mazeretçi teorisi yapılabilir; zaten yapılıyor da.  Ama sorun çözülmüş olmaz. İtiraz etmekle yükümlü olduğumuz insan-karşıtı bir sistem var. Öte yandan şunu da söylemek gerekir; burjuvalar da insandır; kapitalist sistemi kuran ve işletenler de insandır. Dolayısıyla burjuva kapitalizmini dışsallaştırıp ötekileştirerek kendimize steril bir yaşama alanı açmak ve oraya yerleşip Şeytan'a küfreden Melek aymazlığı değil önerdiğim. Yaşamın çok daha komplike bir yer olduğu açık.

Sanırım benim için yeraltı gibi değerlendirmeler yapılmasının kapısı da burada açılıyor. İnsanın enerjilerinin burjuva ya da sistem dışı-karşıtı olmasıyla bir ilgisi olmadığını sanıyorum. Eleştirenler ve muhalif duranların, egemenlerden daha 'iyi' insanlar olmadıklarını söyleyebilirim.

Ben, bence düz insanı yazıyorum. Örnekler verebilirim. Ama söylendi; Kötülüğün aslında sıradan olduğu, sıradan insanda da yeterince bulunduğu biliniyor.

Asıl sorun şu ki; biz yüzleşme kültürünün bulunduğu bir toplumun üyeleri değiliz. Kendilik bilinci olmayan bir toplumsal bulamacın ürettiği kendilik bilinci bulunmayan sahte bireyleriz çoğunlukla. Elimizdeki toplumda suç ancak Şeytan'ın dürtmesi sonucu oluşabiliyor. Kötülüğü üstlenebilen tek bir birey bile boy gösteremiyor. Bunlar da olmazsa, uyuşturucu bir etken oluyor, tahrik bir etken oluyor, toplumsal baskı bir etken oluyor; kötülük bize hep dışarıdan geliyor. İlle kötü olmak ve bunu üstlenmek çağrısı değil bu. Cezaevlerinde uzun süre bulunduğum için biliyorum; tecavüzcü mahkûmlar kendi koğuşlarına “damatlar koğuşu” derdi. Yani kendi cinsel isteklerinin tatmini değil söz konusu olan, bir genç kızın ırzına geçerek onu evlenmeye zorlamaktı niyetleri, inanmamızı bekledikleri şey, cinsel tatmin arayışındaki insanlar olmadıkları, tecavüzü 'aile kurmak' gibi ulvi bir amaçla yaptıklarıydı. Yüzleşmeye başlarsa insanlar, kendileri olmak ve bunu kurmak için bir adım atmış olurlar sanıyorum.

Açılan kapıları seziyorum ama çok genişletmeden, belli bağlam içinde kalmaya çalışarak konuşayım;  edebiyat benim anladığım manada, insan denen yaşamsal formun dünya üzerindeki bulunma hallerinin içine elini sokmalıdır. Hem toplum için feda edilmiş bireysel insan varlığını söylemeli, hem de toplumu üretenin de yine aynı insan varlığı olduğunu bilmelidir ve oradan konuşmalıdır. Ben bastırılana, içerideki yapıya, öldürülmüş doğaya el atmaktan yanayım. İnsanı anlamanın, onun yeryüzü üzerinde bir geleceği olup olmayacağını anlamanın ancak onu gerçekten tanımakla mümkün olduğuna inanıyorum. Bunun adı yeraltı oluyorsa, ben bütün insan varlığının kendi yeraltısının sahici tek var oluş alanı olduğunu ileri süreceğim.

Öte yandan insan neden bastırılmak zorundadır; insan özgür demeyeyim- özgürlük felsefi bir kategori- serbest bırakılırsa ortada bir toplum, bir arada yaşama ihtimali kalır mı? Soru ortada. Herkesin içinden geleni başkalarına yansıttığı bir toplumsal model düşünün. Serbestsiniz, istediğinizi yapmanızın önünde moral-kültürel bir engel yok diyelim ve olacaklara bakalım.

Yasa, aslında ne kadar da insanca; insanın kendisini tanıdığını gösterir toplumsal yasa; bütün bu bastırma mekanizmaları, kültürel kodların yüklenmesi vs…

Ve bütün bunlardan kurtularak insanın özgür ama bir arada yaşayabilmesinin imkânları var mıdır?  Başkalarının aleyhine bir doğamız mı var gerçekten? Sadece ırza geçme, saldırganlık, talan etme ve yağma, tahakküm altına alma-köleleştirme mi işliyor doğamızda. Ya da temelde bunlar mı işliyor ve sonradan oluşmuş bir arada yaşama değerlerinin anlamı ne?

Özgür bir insan var oluşunu gerçekleştirmek mümkün müdür? Verili ahlaki-kültürel yapıyı yıkarsak yerine koyabileceğimiz değerleri üretebilecek kapasitelere sahip mi insan?

Bunları anlamanın yolu insanı anlamaktır. İnsan hakkında bütünlüklü olmasa da esaslı bilgi üretmek, bunun için de insanın üzerinde durmak gerek. Edebiyatın bana göre işi ve işlevi budur. Özgür bir insan mümkün olacak mı? Yoksa sistemin ehlileştirdiği insan; kendi kendini ehlileştirmiş ve bir bakıma kendini sakatlamış insan; aslında olası tek değilse bile en makul insan olma biçimi mi?

Yeni bir ahlak ve felsefe kurulabilir mi? Yeni bir hayata temel olması için.

Bu sorularla ilgilenmek beni yeraltı edebiyatı içine yerleştirmez. Ben bunları anlamaya çalışıyorum ve roman üzerinden hareket ettiğim bir edebi form.

Sapkınlık kavramına inanmam ama sapkınlığı kültürel bir durum olarak yaşamanın edebiyatı oluyor sanırım yeraltı yazını; sapkınlık derken de, cinsel bir sapkınlık gibi bir anlam yüküyle söylemiyorum. Ana akım toplumsal yaşam süreçlerinin dışındaki tüm kültürel örüntüler için diyorum bunu. Açıkçası ben buralarda değilim. Ben toplumu veri alıp onun içinden ve onun üstüne konuşmuyorum. Toplum üstüne ve onu veri alarak ama ondaki imkân ve imkânsızlıkları anlamaya çalışarak ve muhakkak kendilik bilinci oluşturmanın araç-gereçlerini bulmak için çalışıyorum. Elbette neyi başarıp neyi başarmadığımı değerlendirme noktasında değilim. Zaten henüz burada ileri sürdüğüm alanı örtecek ve kapsayacak kadar çalışmış da değilim. 

Edebiyat ve iktidar noktasında bir yazar olarak nerede durduğunuzu düşünüyorsunuz?

İktidarın tersinin iktidarsızlık olduğunu unutmazsınız umarım.

Başkaları üzerinde iktidar ve tahakküm kurarız. Kendi üzerimizde de yaparız bunu.  Hatta kendi içimizde bazı yaşayan yanlarımızı tahakküm altına almak, kendi içimizde bir alanı kendi iktidarımızın ( akıl-bilinç? ki bunları nasıl kurarız; aklı ve bilinci kendimiz mi yoksa toplumsal-başkaları aracılığıyla mı kurarız?) altında tutmanın toplumsal varlığımızı sürdürmek için elzem olduğunu için için biliriz.

Edebiyatla ilgili soru. Gerçekten bazen bir kitap okuruz ve hayatımız değişir. Benim hayatımı Marks'ın Grundrisse'si değiştirmişti. Canetti'nin Kitle Ve İktidar'ı değiştirdi sonra. Körleşme de epey sarsmıştı. Dostoyevski'nin Ecinnileri de değiştirmişti. Beckett'in Watt'ı da sanırım değiştirenler arasındaydı, Murphy yine öyle. Joyce'un Ullyses'i edebiyata bakışımı değiştirmişti. Kafka'nın Şato ve Dava'sı kesin değiştirmişti. Cotzee ve özellikle Kundera ve  Kertezs meta-roman hazırlığına başlamama neden olmuştu, denemeye cesaret etmeyi bekliyorum şimdilik. Gerçekten uzatabilirim bunu…

Bir de çok değiştiği için kendi kişisel geçmişinin peşine düşen, Rüya'sını arayan, yaşadığı hayatı sanki gerçekten büyük ve önemli bir hayatmış gibi ve içinde gerçekten büyük var oluşsal değerler taşıyormuş gibi irdeleyen ve bize 'dilsel lezzet' sunan; bir yaşam örgüsünün yüzeyini tırmalamaktan başka bir iş yapamayan, sızlanan, sanki yeryüzünün tek sorunu buymuş gibi âşık olan ve bunu milyarıncı kez anlatmayı iş sayan, ya da bir ezoterik durum ve gizem peşine düşen yapıtlar var. Sayabilirim.

Ben iktidarsızlık peşinde değilim. Sadece egemen iktidar yapılarıyla aramda mesafe bulunsun isterim ama bunun yerine önerdiğim kendi iktidarım da değildir doğrusu. İktidar demeyelim de, (Korkarım Spinozacı olduğum düşünülecek ama…) güçlü olanı, gerçek olanı, hayata dair ve dahil olanı ve onu değiştirme potansiyelini içinde taşıyanı, böylesi edebiyatı sevdiğimi söyleyebilirim. Benim için şu an varlığını sürdüren insan olma aşaması, veri alınamayacak denli amorftur. Ama çok ileri gitmeyelim.

Peki, dil ve iktidar konusuna değinecek olursak. Kadın ve erkek aslında egemen dile mahkûmdur fakat erkek bu mahkûmiyetini egemenlik kurarak telâfi eder, kadın ise erkeğin söylemine mahkûmdur, yani dili belirleyen erkek toplumsal yaşamın kurallarını da belirler, bu konuyu romandaki ağızsız kadın imgesi üzerinden derinleştirirsek neler söyleyebilirsiniz? 

Erkekler açık iktidar konumunu işgal ediyorsa kadınlar da pasif iktidar konumunu işgal eder ya da gölge iktidar. Egemen erkek ve egemen erkek dili gibi kavramlarla kadını hafife almamak gerek. Pek çok ev ve ilişkide gerçek efendi kadındır. Erkeğin egemenliği çoğun sakatlanmış, içi boş, kadınlar tarafından-çoğun annelerdir bunu yapan ve Türkiye toplumsal ortamının erkeklerinin duygusal zeka olgunluk yaşının 8-9 arasında bir yerlerde olması bir vakıadır bana göre ve vs…- iğdiş edilmiş biçimde ve bir sankilik-gibilik üzerine kurulmuş sahte iktidardır. Erkekler suçsuzdur bir iktidar ilişkisi kurmada egemenlik tahakküm oluşturmada demek istemiyorum; kadınlar hiç de masum değildir; yakın zamanda yazılmış bir kitap adı olarak masumlar'ın yeryüzünde bulunmadığını, bir çocuğun bile yaşamını sürdürmek için politikalar geliştirmek zorunda olduğunu ve bunları uygulayabilecek zekâya sahip olmakla yüz yüze kaldığını söylerim; bunun dile yansımasının ise yine bir tür ikiyüzlülük üzerinden gerçekleştiğini ileri sürebilirim. Erkekler verili dili üretir ve hele de işler küfür ve argoya gelirse, orada epey yaratıcı olurlar elbette. Ama kadınlar da dili epey iyi kullanabilir ve kendine ait bir lügati işlevsel ve can yakıcı biçimde işletebilirler; belki sadece bir tiyatro sahnesinin önünde olup bitenleri erkeklere onların iktidar alanlarına bırakıp arkada, mutfakta sözde egemen erkeklerin ipliğini pazara çıkarırlar ve çocuk büyütme süreçlerini, oğlan çocuklarını kendilerine tam bağımlı kılmak için yıllarca uğraşılarak elde edilmiş bir uzmanlık alanı olarak inşa ederler. Kimse masum değildir. Erkekler ırza geçer, kadınlar ırza geçen organın 'büyüklüğü' ile ilgili çarpıcı yakıştırmalar yapar ve egemenliğin durmadan zemin kayması yaşamasını ve yer değiştirmesini, teatral ve örtülü reel durumlar olarak oynaklaşmasını ve egemenliğin dilsel yapısının yer değiştirmesini sağlarlar. Erkek öldürür; kadın tetikçilik yapmaz, tetikçiyi yetiştirmiştir ve silahı temin eder. Elbette yeterli motivasyonu sağlama görevi de vardır ve layıkıyla yapar. Kadınlar erkekleri ve erkekler kadınları öldürüp durur. Kimse masum değildir.

Erkek tahakkümü kadar kadın tahakkümü de faşizancadır. Biri açık diğeri örtük bir dille konuşur, dolayım, işi estetik kılar diyenler de çıkacaktır elbette…

Asıl sorun dilin ne olduğu ve nasıl işlediğidir. Elbette kısa bir ifadeyle ve bana göre; dilin asıl işlevi ikincil bir dünya yaratarak sahte bir gerçeklik alanı oluşturmaktır. Gerçek dünyayla beyinlerimizin ilişki kurabilmesinin bu özel ve üretilmiş biçimi, toplumsal yaşamın sürdürülebilirliğinin, iletişimde bulunabilmenin aracıdır evet ama, beri yandan dil, bizi gerçeklikten uzaklaştıran ve kendi içsel ve kapalı gerçekliğine mahkum eden bir işlev de görür. Dil, kendine has yapısıyla içinde yaşanacak ikinci doğa olarak bizi toplumsal yaşamın içine gömer ve buradan çıkmanın imkânlarını devamlı kendi lehine sömürerek bir tür yastık işlevi görür. İçinde iş gördüğüm dille ilgili böylesi bir olumsuzlamada bulunmak istemezdim gerçi ama…

Bu sorunlu meseleyi kendi üretimim bağlamında, başka yönleriyle tekrar ele almalıyım elbette… Ama yeri değil sanırım.

Gecedegiden'deki ağızsız kadın imgesi, seçilmiş bir imgedir tabii ki. Ancak o kadar da konuşmayan bir varlık değildir bu kadın. Romanın ilerleyen bölümlerini taşır; kendi gerçekliğinin farkındadır pekâlâ da, Gecedegiden'i kendi açısından o özel bilinci çerçevesinde arzular vs. Konuşmak; hayata etki etmek için ille konuşmak gerekmez. Güçlü olmak yeterlidir bunun için ve isteyen ve alan erkek konumu için atfedilen güç, istenen kadın için de aynıyla geçerlidir. Hegelci köle-efendi ikiliğine işaret ederek geçelim.

Romanda köle-varlık olarak yer alan üç bacaklı, dört elli, dört gözlü, bodur, üstelik yüzü boş, saçsız ve memesiz ve en başta ağızsız olarak tasarlanan bu kadın imgesi üzerinden aslında bir erkek kimliği kuruluyor, bu konuyu toplumsal cinsiyet açısından derinleştirirsek neler söyleyebilirsiniz?

Tahakküm tutkusunu erkeğin saflaştırırsak varılan yer böyle bir yer kanımca. Küçük bir kızken kaçırılıp 20 yıl boyunca bir evin bodrumunda tutulan bir kadının hikâyesi basına yansıyalı çok olmadı. Erkeğin aradığı şey neredeyse bu; konuşmayan tüketmeyen saltık cinsel gereksinimlerini karşılayacak bir beden.

Ben farklı bir form önerirken, doğayla girdiğimiz mücadelede edindiğimiz formla yeniden ilişki kurdurabilir miyim okuyana diye düşünmüştüm. Gözlerimiz neden başımızın üstünde, en tepedeki organ olarak şekillendi? Neden iki ayağımızın üzerine kalktık? Neden kuyruklarımızı kaybettik? Neden ellerimizde başka hiçbir canlıda bulunmayan esneklikte parmaklar var; pençeler de olabilirdi. Soruları, bedeni anlamak için çoğaltmalı. Cevaplar biliniyor; bu doğa ve toplum koşullarında yaşayan bir varlığın aldığı form bu ve, sanki bu tanrısal olarak bahşedilmiş tek var olma haliymiş gibi algılanıyor; insan formu, insana doğal geliyor. Bunun aslında pekâlâ da değiştirilebilir bir yanı vardır; hele teknolojinin geldiği bu aşamada, ki insanlığın bununla yüzleşmesi gerekecektir bence. İnsana benzemeyen yeni insan; üst-insan; meta-insan; makine destekli insan… Benim yazdıklarım sadece ipucu… işaret…

Kapitalist çağda ekonomi ve cinsellik ilişkisi üzerine ilkel bir model ele almışsınız, buradaki tespitler son derece şematik ve sert, bu konu hakkında konuşmak gerekirse ne söyleyebilirsiniz?

Kabul, katılıyorum; şematik ve sert. Ben sadeleştirmeye çalıştım; temel olana inmek için bir kabuk soyma diyelim. Arta kalan her şeyden kurtularak bir öz üzerinden hareket etme etkinliğiydi benimkisi. Amacım elbette yine günümüzde yaşayan insanı eleştirel bir işaretlemenin konusu yapmaktı.

Farkına varmak ve farkında olmak, insanın doğası, temel varlığı hakkında bilgi sahibi olmak, insan denen varlıkla baş etmenin bir yoluymuş, ya da buna giden yolda bu bir aşamaymış gibi geliyor bana.

Amerika'da idam infazı biletlerinin pazarı olduğunu ve insanların cinayeti canlı izlemek için bu hakkı maktul yakınlarından büyük paralarla satın aldıklarını söylesem, bu bize sadece Amerikalı insan formu hakkında mı bir şey söyler; yoksa insan formu hakkında bir bilgi midir bu?

Yine Amerika'dan bir başka canlı örnek; 300 küsur milyon nüfuslu devasa bir kıta bu ve pek çok komada, makineye bağlı insan yaşıyor. Bu insanların çoğu da hastanelerde bakılıyor. Bunlarla ilgilenen doktorlar bu hastaların kadın olanlarının hamile kalmasının önüne geçemezler ve onları ilaçla desteklerken doğum kontrol preparatları da vermeye başlarlar. Olası babalar erkek hastabakıcılar; ama  bunun bir tür seks ticareti olarak da belli bir müşterisi bulunuyor. Yine insana dair bilgi. 

Bu zehirli bilgilerde kadın göremiyoruz diyenlere, bu zalimleri yetiştirenin kadınlar olduğunu ayrıca ve bir kez daha hatırlatalım ve hatırlatalım ki; masum insan yoktur.

Ama dünyanın her yerinden örnekler verilebilir…

Diyesim; zalimlik ve faşizm uzakta değil, içimizdedir. Bu bizim doğamızda var ve bununla baş etmenin yöntemleri ne olabilir diye düşünmeliyiz elbette. Ama iki şey; insan tabiatı ile baş edilemez, ben karamsarım bu konuda; ve ikinci olarak, kazanamayacağımız bir savaşı başlatmış bulunuyoruz bir bakıma…

Öğretilmiş dili reddeden bir yazar olarak kelimeler sizin için ne ifade ediyor, bildiğimiz gibi bu konuda birtakım reçeteler, sınırlar, emirler var, neler söyleyebilirsiniz?

Yazık ki eski şeyler söyleyebilirim. Çünkü yepyeni kelimelerle bir dil kurabilirim ama iletişimde işimize yaramaz. Dolayısıyla öğretilmiş dil olası tek dildir.

Fakat yeni bir dil kurmaya çalışmakla neden uğraşalım; en başta elbette bunu eskiyi tasfiye etmek ve kendi yaşamımıza yeni bir zemin açmak için isteyebiliriz. Yeni bir dilsel alan; yeni bir var oluş alanı. Dili üreten toplumsal süreçlerdir. Süregiden dilsel yapılar demek, süregiden toplumsal yapılar ve ilişkiler demektir ki, pek de matah bir şey değildir süregiden toplumsal ilişkiler ve yapılar. Bunlardan nihai olarak kurtulmanın mümkün olmadığını kestiriyorum. Ne kadar azaltırsak o kadar iyi diye bakılabilir mi, bilmiyorum.

Beri yandan, basitçe konuşalım; Türkiyeli yazarın farkında bile olmadığı ve hiç denemediği bir mesele bu; üslup yaratmak dil elemanlarını o güne dek kullanılmadık biçimde ve kendi entelektüel şahsiyetine uygun biçimde yeniden düzenlemek demektir. Dil getirebilen, mevcut dili eğip bükebilen ve bunu, anlaşılabilirlik sınırının içinde yapabilen yazarımız var mı ve kaç tane?

Yeni bir dille yazamayız; eski dili yeniden ve yeni bir tarzda ve yine eski dil elemanlarıyla ilişki içinde kalarak; anlaşılabilir kalarak düzenleyebiliriz. Bu, bizi bir bakıma özgürleştiren, eski dizgelere itiraz etmemizi ve mümkünse yeni ve özgürleştirici bir deneyim edinmemizi sağlayan bir etkinliktir. En çok şiirin böyle işlediğini söylemeliyim.

Roman eğer meta roman değilse ki umarım bir gün bu alana adım atacağım, umudum o yöndedir… Kendine has biçimi içinde işleyen bir yapıdır. İnsanın anlaşılabilirliğinin, öngörülebilirliğinin, bütünlüğü içinde değerlendirilebilirliğinin ki bu kavramların hepsi burjuva kavramlardır ve üretim süreçlerinin içine yerleştirilebilir olmayı ima eder bir bakıma, bir alegorisidir roman; roman burjuva bireyinin bilincinin yansımasıdır ve onu anlatmasının temel nedeni de budur.

Ama her silah onu üretenlere karşı da kullanılacaktır. Şimdi burjuva bilincine ve üretim süreçlerinin bu parodisinin içine demirden çekirdek parçaları atarak bu işleyen makineyi; burjuva bilincini ve onun romanını kırma umudu vardır. Ben kendi adıma gerçekten neyi ne kadar yapabileceğimi bilmeksizin; işte Türkiyeli romandan bu anlamda memnun değilim.

Akıllı olduğu ve hayatı yönettiği iddiasındaki bu insanların ikiyüzlülüğüyle nasıl hesaplaşabiliriz?

Dili neden bozduğumu-ama elbette anlaşılabilme sıkıntısı hiç bırakmayacaktır yakamı- biraz olsun açıklayabildim sanırım ve bu aşamada yeterli diyelim. Bunun olası yöntemleri ne olabilir ve yeni roman neye benzemeli gibi kışkırtıcı sorular akla gelmiyor değil ama ben henüz başaramadığım şeyler hakkında söz almayayım.

Şiirle olan bağınızdan söz edersek. Yeni çalışmalarınız konusunda neler söyleyebilirsiniz?

Asıl mesele kelimeleri yepyeni bağlamlar içinde ilişkilendirerek yepyeni bilme biçimlerine ve dolayısıyla insan olma biçimlerine doğru uzanmaktır. Yeni şiirle ilgili ve şiirle ilgili yapmaya çalıştığım şey bu.

Şiire itiraz edebilmek için başlamıştım. Yine itiraz ediyorum artık sadece itiraz etmekle yetinemeyeceğimiz bir aşamaya geldiğimizi de bir yandan fark ediyorum. Tabii sanatın öyle mucizevî güçleri filan yok. Sanat belki belli ileri mücadele alanları açıyor ama bu alanları keşfedip dolduracak ve buralarda verilecek savaşı üstlenecek olan insandır. Bu alanları felsefe de açıyor elbette.  Oldukça yeterli ve doygun teorik metinler üretiliyor. Ben kendi hesabıma gücümün sınırlarını bilerek ilerlemeye çalışıyorum. Elimdeki gereçlerin öyle büyük birtakım işlere yol açıp açamayacağını anlamam için yıllarca çalışmam gerektiğinin farkındayım; iş hiç de kolay değildir ve sadece düşünmenin yetmediği, bilmenin yeni birtakım estetik gereçlerle iletilmesinin elzem olduğu dolayısıyla bu yeni estetik gereçlerin inşa edilmesi gerektiği bir alanda iş görmeye çalışıyorum.

Şiirle ilgili, kelimelerin toplumsal-tarihsel bağlamlarından hareketle ve bunları ve bunun getirdiği yükleri ve anlamsal art planları bilerek onları yeni ilişkiler içinde işletime sokmakla ilgiliyim. Onları hızlandırmak, yavaşlatmak, içlerini boşaltmak ve yeni birtakım içeriklerle yüklemek ve farklı bağlamlar içinde onları denemek gerekiyor.

Asılsa, benim ilgimi çeken, bu yepyeni bağlamlarla yeni anlam alanları açmakla, nereden alan kazandığımız sorusudur; bu aralar beni meşgul eden meselelerden birisi bu. Tıpkı evrenin genişlemekte olduğunu bildiğimiz ama neyin, hangi zeminin üstünde genişlediğini bilemediğimiz gibi, dilsel evreni şiir yoluyla genleştiriyorum diyelim ki şairin işlerinden birisi budur, bu genişleyen evren nereden alan kazanarak açılıyor. Yeni kelime ilintileri kurarak o güne dek bilinmeyen bir dilsel bilgi-imgenin bilebileceği bir bilgi alanı açıldığında kazandığımız bu yeni alanda eskiden ne vardı? Boşluk mu? Dilsel bir eleman boşluğu mu dolduruyor? Nereye doğru genleşiyor dil? Çalışmak gerek.

Kitap hacmine ulaşmak için çalışıyorum. Bunu belli bir düzeyin üstünde kalarak gerçekleştirebilirsem, belki kitabı basacak bir yayınevi de bulurum diye ümit etmeye başlayacağım. Pek vaatkâr bir alan değil yani.

Su kâbusu” meselesine değinelim, şairin dili daha ayrı bir dil sanırım.

Tıpkı CERN'de deney yapan bilim insanlarının atomaltı parçacıkları hızlandırıp bunları çarpıştırarak yeni bazı madde parçacıklarına ulaşmaya çalışmaları ve bu ortaya çıkan bilgi üzerinden hareketle maddenin niteliğine sokulmaya çalışmaları gibi bir şey bu. Yeni iki kelime, o güne kadar denenmemiş biçimde bir araya getirilince ne oluyor? Elbette kaçınılmaz biçimde estetik bir eleman, bir enstrüman olması gerekiyor yeni ulaşılan kelime düzeneğinin. İşe yarar ama yeni, bilinebilir ama duyulmadık, anlamın berisinde ama ilerisinde; bir sınır üstünde ve o sınırın içerisinde ve ilerisinde zemin bulmaya çalışmak… Nereden bakılsa riskli bir alan. Anlamsızlığa ya da sıradanlığa düşmeden ip cambazı gibi ilerlemek gerekiyor. Ünlü cambaz Petit'den öğrendiğimize göre, iple değil hedefle değil sizi savuran rüzgârla değil alkışlayanlarla değil tam olarak kendinizle de değil ama bütün bunlarla ve yine de hiçbirisiyle gerçekten ilgilenmemek gerek ki, ipin üstünde durabilesiniz.  Denemeye değer…

Gecedegiden romanından yola çıkarak kapitalizm ve üretim-tüketim ilişkisini, ekonomi, cinsellik, şiddet, kadın ve erkek bağlamında derinleştirirsek bu konuda neler söyleyebilirsiniz?

Romanda açılış sahnelerinden bir tanesi Gecedegiden'in kendini hasta etmek için giriştiği eylemdi. Bu, pek anlaşılamadı. Açıkçası ben de yazarken öyle fazla bir bilinç hali içinde değildim, sadece ima etmek istediğim şeyi seziyordum diyelim. Kapitalist üretim süreçlerine katılabilmek için, -ki bunun dışında ölüyorsunuz artık, ya da size yalın doğayla savaş kalıyor ve bunun da ele geçirilmemişini bulmak ve işletmek epey müşkül bir iş, (geçerken uyaralım değil mi, doğaya gitme romantizmi içindekilere, ormanda bir gece geçirmelerini tavsiye ederim. Aç kalıp üşüdükten ve anlamını bilmediği hayvan seslerini dinledikten ve ölmekten ölesiye korktuktan sonra evine sığınmak için epey güçlü bir istek duyacaktır deneyim sahipleri) ya da giderek bunun değerlendirilmesi ve ticareti sektörü gelişse de halen kaldığı kadarıyla atık maddelerine yaslanıyorsunuz toplumun; çöplüğe- belli insan olma kalıpları içine yerleşmeniz gerekiyor. Eğitim vb süreçlerden bahsetmiyorum. Hastalanmanıza sadece belli bir süre izin vardır; hele deliler, belli bir model çerçevesinde işleyebilen kapitalist işletmelerde yer bile silemezler. Bedensel sağlığınız, kendinizi sömürülebilir bir durumda tutmanız için elzemdir; iki de bir hastalanan eleman tazminatsız kapının önüne konur. Hastalanın demek direnmenin bir biçimi olabilir. İsterseniz elbette. Önceden bilinebilir biçimde, davranışları kestirilebilir biçimde bir yaşamınız olmalıdır. Planlamaya uyan insanlar ancak bu üretim süreci için anlamlıdır. Kestirilemeyecek davranışlarda bulunanlarla iş göremez mevcut sistem.  Emir alabilmelisiniz. Gecedegiden'de bu da bulunmuyordu. Emir almayı bilmiyor, çünkü bu sosyalizasyon süreçlerinin içinde yetişmemiş. Cinsel enerjisini saklaması gerektiğini bilmiyor. Bunu beceremeyenlerle de çalışmaz kapitalist işletme. Denemek isteyenler için, çalıştığı şirket bilgisayarında pornografik film izlemlerini öneririm. Sonuçları bellidir. Ehlileştirilmiş akıllı hayvanlar… olmayı reddedebiliriz.

Belki bedensel bir direniş örgütleyebiliriz. Ama aynı zamanda zihinsel de bir direniş. Belki daha iyisini yapar ve evden hiç çıkmayarak ve hiç para harcamayarak sistemi on gün içinde çalışamaz; üretim yapamaz üretileni tükettiremez hale getirir ve bitiririz. Ya da kentlerini kapitalistlerin boşaltabiliriz. Bunu yaparak ellerinde bomboş bir İstanbul kalmasını sağlayacağımızı anlarlarsa, şehrin çıkışlarını askerlerin tutacağını bizi şehirden salmak istemeyeceklerini kestirebiliriz. O zaman ne yapacağımıza da karar vermeliyiz. Direnebiliriz. (Seyahat hakkı?!)

Bunları deneyebiliriz. Cinsel enerjimize, yaşamsal enerjimize, yaratıcı enerjimize, bütün zorluk ve açmazlarına rağmen birbirimizle kuracağımız yeni ilişkilere sahip çıkabiliriz ve bizi sömürmelerine izin vermeyiz. Bizi insanlıktan çıkaranların yüzlerine sistemlerini çarpabiliriz. Roman bunları yapamaz, ama az da olsa bir bilinç oluşturabilirse… gerçi pek sanmıyorum. Yine de…

Bu kadın-erkek bağlamına epey bir şey söylediğimi umarak dokunmayayım. Zaten tam çözebildiğim bir mesele değil henüz. Şiddeti ise yaşamda başka türlü bulunmanın bir biçimi var mı diye sorarak açabilirim belki. Hayvanları ve bitkileri yiyoruz biz. Şiddet ille birisine tokat atmak mı yoksa baraj yapmaya girişirsek bütün bir doğayı dönüştürmeye ya da kâğıt üretmeye kalkışırsak ne yapmış oluyoruz? Belki uyarıcı bir anekdot şu olabilir: Amazon içlerinde yaşayan bir kabilenin tabularından birisi akan suyun yönünü değiştirmemektir. Ama buradan da doğaya uyum vb. klişeler çıkıyor değil mi? Düşünmek gerek…

Sanata ve sanatçıya bakış açınızdan bahsedelim, edebiyat ile olan bağınız ve dünya görüşünüz noktasında neler söyleyebilirsiniz?

Gerçi bütün bu söyleşi boyunca bundan başka bir şey yapmadım. Yine de birkaç kelime edebilirim belki, aslında daha ilksel anlamlarda bile yeryüzünde ne olup bittiğini bildiğimizi sanmıyorum ben. Daha buraları bile anlayabildiğimi sanmam. Maddeciyim, tahmin edilebilir. Biz insan formundaki canlılar üst düzeyde örgütlenmiş maddi varlıklarız ki maddenin gerçekte enerjinin özel ve donmuş(!) hali olduğunu da biliyoruz; doğanın bir uzantısı ve parçasıyız. Bir canlı olma modeli olarak insan doğanın ya da daha geniş bir ifadeyle inorganik alanın parçasıdır aslında. Biz bakarak görebildiğimiz doğanın parçasıyız diyoruz ve aslında o doğanın bizzat kendisi, onun aldığı bir biçimiz. Dolayısıyla şunu sormadan edemiyorum; doğa kendine bakabilmek için bizi görebilen varlıklar olarak mı örgütledi ki eğer böyleyse doğanın amacı var demektir; ya da şu sorulabilir; eğer doğa kendini görmek kendi bilincine varmak isteseydi, bunu bizim gibi karmaşık yapılar üzerinden mi örgütlemesi gerekirdi, bizim gibi karmaşık yapıları örgütlemeksizin de doğa kendi bilincine varabilirdi, vakta ki bizi örgütleyecek bilincin sahibiydi; ki metafizik bir soru bu aslında. Ya da bizler evrimin mantıksız mantığının ürünleriyiz. Amaçsız ürün. Kendiliğinden varlık. Sonra bilinçle birlikte kendisi üzerine düşünebilen kendisi için varlık. (Saffet Murat Tura Madde Ve Mana'sında çözemiyor bunu.)

Edebiyattan bu alanı anlamak ve açmak gibi bir görevi üstlenmesi beklenebilir mi? Ben tam böyle formüle etmesem de, beklemediğimi de ileri süremem. Düşünmenin bir formu olarak sanatsal üretim biçimleri, felsefenin ikiz kardeşi olarak, bu alanlarda gezinebilmemize olanak sağlayabilir. Henüz başaramadığım şeyler üzerine konuşmak biraz budalaca oluyor gerçi.

Dünya görüşüm anlaşılmıştır sanırım; dünyayı henüz anlayamamaktır görüşüm. Daha maddenin ne olduğundan ve nasıl işlediğinden bile tam emin değiliz. Çekim gücünü neyin oluşturduğunu bilmiyoruz. Evrenin %70'ini karanlık maddenin oluşturması gerekir diyoruz ve bu yapıyı göremedik, anlamadık, bilemiyoruz. Atom altı düzeyde olup biteni kelimenin gerçek anlamında bilmiyoruz; sadece fikirlerimiz var.

Muhtemelen de kendi öldürüp bastırdığımız doğanın da epey bir kısmını bilemiyoruz; toplumsallaşma denen şeyi kaldırdığımızda ortaya çıkan hayvani varlıkla toplumsallaşmanın getirdiği daralma arasındaki alanda sıkışıp kalmış durumdayız, kımıldayamıyoruz.

Yine de bunlar böyle diye yaşamayı düşünmeyi tartışmayı yazmayı elden bırakamayız. Ben, deniyorum. Edebiyatla yapıyorum bunu. Kabul ediyorum ki, edebiyat bütün bu soruları bütün büyüklükleri içinde içeremez. Bu biraz da olanaklar sorunu. Eğitimimin beni getirdiği yer burası. Dürüst konuşmak gerekirse, felsefenin elemanlarıyla düşünebilmeyi tercih ederdim.

Edebiyat ve eleştiri hakkındaki fikirleriniz nelerdir?

Çok şikâyet tonuyla konuşuyorum bu alanda. Gerçekten iyi on kadar eleştirmenimiz var. Edebiyat eleştirisi üreten başka disiplinlere dâhil biraz daha geniş bir çevre var.

Ben doğal ki kendi işimi yapmak ve estetik içerik üretmekle yükümlüyüm, pozisyonum bu. Eleştirel değerlendirme yazıldığında kitaplarım hakkında, beklediğim şey, romanımın ya da şiirimin sanatsal-estetik değerler açısından irdelenmesidir. Fazla şey beklemiyorsam Türkiye edebiyat eleştirisi ortamından, yazımın tarihsel-toplumsal bağlamlarının çözümlenmesi, dünya edebiyatının işleyen eserleriyle dolayımlarının ortaya çıkarılması, felsefi-teorik sorunlar çerçevesinde işlem görmesini talep ederim.

İnsanlar arası ilişkileri, bir insan teki içinde birikmiş haliyle, toplumsal var oluşumuz bireye nelere mal olduğuyla ilgili bir bağlam içinde yazmaya çalışıyorum ve bunun teorik-felsefi diyebileceğim dolayımları hakkında donanıma sahip eleştirmenlerin çok az olduğunun ve var olan eleştirmen birikiminin yine çoğun piyasadan kaynaklanan sorunlar içinde okuyup yazmaya çalıştığının ve dolayısıyla belki de benim işime bu derinlikte eğilmelerini beklemenin onlara haksızlık olduğunun farkındayım.

Kapitalist pazar, bir satın alıcı olarak okur gibi kavramlara yabancı değilim elbette; hoşlanmasam da işin bu biçimde yürüdüğünü, sosyalist bir ülkede yaşamadığımıza göre sanatı besleyecek ve destekleyecek kurumun bizzat okur çevresinde oluşacak pazar ilişkileri olduğunu biliyorum. Kültürü desteklemekle kendini yükümlü hisseden bir devlet ve işleyen kültür politikası olmadığı da ortada. Üniversitelerin bu alana el atmak ve buradaki verimi hem değerlendirip hem de kışkırtması gerektiğini düşünüyorum ama oradan da pek bir şey çıktığını söyleyemiyorum.

Zorluklar içindeyiz ve eleştirinin de zorluklar içinde işlediğini biliyorum. Ne denebilir ki?

Şengül Can – edebiyathaber.net (16 Mayıs 2012)

Yorum yapın