Gülmedik, evet, hiç gülmedik. Sadece dudaklarımızı büküp “gülüyoruz” gibi yaptık, sanki hayat bir şaka gibiydi. Oysa en büyük komedi, gülmemeyi unuttuğumuzda başlar. Zihnimiz, biz bir kahkaha attıkça, bir zamanlar şenlikli olan dünya gözlerimizin önünde yavaşça solan bir tiyatro sahnesine dönüşür. Hiç gülmedik, çünkü belki de yaşamın komik olamayacak kadar ciddi olduğunu düşündük. Ama gerçekte, bu ciddi yaşam dediğimiz şey, absürdün ta kendisidir.

Ve sonra bir gün, bu suskunluğun içinde kendimize benzemeye başladık. Her şeyin maskesine büründük. Hangi gerçek kendimize ait ki? Yüzlerce katmandan oluşmuş bir benlik, bizleri içinden çıkılmaz bir şekilde sarar. Bazen öyle hissederiz ki, başka biriymişiz gibi, ama bu yabancı da kendi içinde bir tuhaflık taşır. Maskemiz, yavaşça cildimize işlemiştir. Kendimize benziyoruz, ama aslında hiç benzemiyoruz. İçimizdeki sessizlik, birbirini tekrarlayan bir yankıdır. Her adımımız, kaybolmuş bir başka benlik arayışıdır.
Bir zamanlar gülmeyi bilirdik. Ama sonra, kahkahalarımızı bir kenara koyduk ve hayatı bir bulmaca gibi çözmeye çalıştık. Hiç gülmedik, çünkü gülmek, bir tür itiraf gibiydi. Gülmek, bir yanlışın, bir kaybolmuş anlamın itirafıydı. Gülmemek, bir tür güçlü görünme çabasıydı. Ama bu “güç” de tam anlamıyla bir boşluktan ibaretti. Çünkü gülmemek, aslında en büyük zayıflıktı. İnsan gülmeden yaşayabilir mi? Evet, ama bir ölü gibi yaşar, bir kayıp ruh gibi.
Bir yandan, kendimize benziyoruz, ama öte yandan hiç benzemiyoruz. Bizi kim tanıyabilir ki? Tanımak, insanın kendisini bulduğu bir karanlık odaya benzer. Ve her birimiz, bu karanlık odada kaybolmuş birer yansıma gibi, birbirimizi görmek istiyoruz ama gözlerimiz birbirinden başka hiçbir şeyi göremez. Kimse gerçekten kimseye bakmaz. Sadece bakıyoruz. Her şey bir yansıma, bir görüntü, bir hayalet gibi. Gözlerimizdeki boşluk, başka bir boşluğu yansıtır. Susuyoruz çünkü bakıyoruz. Ama bakarken kayboluyoruz.
Ve işte burada, bu büyük suskunlukta, kendimize benziyoruz. Benim benliğim, senin benliğine, senin benliğin ise başkasının benliğine dönüşüyor. Ne var ki, bu dönüşüm bir kayboluşu, bir yabancılaşmayı içeriyor. Yavaşça kayboluyoruz, ama yine de bir biçimde varız. Her adımda bir şey kaybolur, ama biz her şeyin içindeyiz. İçimizdeki boşluk büyürken, birbirimize benzemek uğruna susarız.
Peki ya gülme? Gülmeyi unuttuk, çünkü gülmek, bu çürük yapıyı bozar gibi gelir. Oysa gülmek, bütün bu yapıyı, bütün bu boşluğu, bu absürd dünyayı bir araya getiren bir tuhaflık olmalıydı. Ama biz, gülmemekle bir tür sadakat kurduk. Sadık kaldık bu boşluğa, bu maskeye, bu kaybolmuş benliğe. Susarak, bir tür direniş gösterdik. Ancak bu direniş, absürdün en yüksek halidir; çünkü susarken kayboluyoruz. Gülmeden yaşamak, bir tür ölüme dönüşmüştür.
Kendimize benziyoruz, ama sadece bir yansıma gibiyiz. Bir başka benlik var, ama biz bu benliği göremiyoruz. Gülmedik, çünkü gülmeyi unuttuk, ama belki de hiç unutmamalıydık. Çünkü hayat, her şeye rağmen bir şaka gibidir. Şaka, kaybolmuş bir anlamın, silinmiş bir anın ötesinde bir şekilde var olmaya devam eder. Biz gülmedik, ama belki de en çok gülmeye ihtiyacımız olan zamandır şimdi.
Hayat, bir tür yabancılaşma hikayesidir. Her an, bir kayboluştur, ama bu kayboluşu keşfetmek için gülmeye ihtiyacımız vardır. Kimse kendine benzemiyor, ama her biri kendine benzemek uğruna susuyor. Bir yanda biz, bir yanda maskelerimiz… Hepsi birbirine benziyor. Ama bir gerçeği unutuyoruz: Benzerlik, aslında en büyük yabancılaşmadır.
edebiyathaber.net (18 Ocak 2025)