Her şeyin ulaşılabilir olduğu bir dünyada mutlu ve özgür olma ihtimali var mı? | Işıl Gerek

Ocak 28, 2021

Her şeyin ulaşılabilir olduğu bir dünyada mutlu ve özgür olma ihtimali var mı? | Işıl Gerek

Teknoloji, üretim, hızlı tüketim alışkanlıkları, algoritmalar, yeni veri işleme sistemleri baş döndürücü bir hızla ilerlerken insanın dünyayı anlamlandırma çabası, gelecek kaygısı ve acaba hür iradeye dayalı kontrolü kaybediyor muyuz endişesi de gün geçtikçe büyüyor. Hal böyle olunca öngörüleriyle bugün dahi güncel olmayı başaran ve birçok tartışmaya zemin hazırlayan yazarları ve yapıtlarını bir kere daha okuma arzumuz da artıyor. İthaki Yayınları’nın Bilimkurgu Klasikleri başlığı altında eserlerini yayımladığı Aldous Huxley de işte o isimlerden biri.

Birçok ünlü bilim insanı ve sanatçı yetiştiren, bilim ve edebiyatı kapsayan entelektüel bir mirasa sahip Huxley ailesinden gelen yazar, 1894’te İngiltere’de doğdu. Çocukluğunda doktor olmak istese de yaşamının sonuna dek mücadele etmek zorunda kalacağı bir göz rahatsızlığı nedeniyle edebiyata yöneldi. Aralarında daha sonra George Orwell ismiyle tanınacak Eric Blair’in de bulunduğu bir sınıfa Fransızca öğretti. Huxley, 21 yaşındayken ilk romanı Krom Sarısı’nı yayımladı. Cesur Yeni Dünya, Algı Kapıları ve Ada başta olmak üzere yazdığı elli kadar kitapla yalnızca çağını değil, çağdaşlarını da etkileyen yazar, yedi kez Nobel Edebiyat Ödülü’ne aday gösterildi. II. Dünya Savaşı’nın öncesinde eşi ve oğluyla birlikte Amerika’ya taşınan yazar, bir dönem saykodelik ilaçlar kullanıp insan bilincinin sınırlarını anlamaya çalıştı, sonrasındaysa Doğu mistisizmine yöneldi.

Kendi distopyasını yaratan bir ütopya “Cesur Yeni Dünya”

I. Dünya Savaşı’nın ardından gelen karanlık dönem Huxley’nin düşün dünyasını çok etkilemişti. Toplumun tehlikeli bir şekilde kontrolden çıkmakta olduğunu hissediyordu. 1918 yılında kardeşi Julian’a gönderdiği mektubunda “Amerika’nın dünya egemenliğinin kaçınılmaz bir hızla gerçekleşeceğini” yazmıştı. Yine 1931 yılında bir gazete muhabirine Amerika’ya ikinci bir gezi planladığını ve “sırf daha kötüsünü bilmek için, insanın zaman zaman bunu yapması gerektiğini” söylemişti. 1929’da Wall Street’in çöküşü, Britanya’da sert bir küresel sarsıntıya neden olmuş, bölgedeki işsizlik hızla artmıştı. Avrupa’daki ekonomik çöküş kanlı bir kargaşaya doğru gitmekteydi. O dönemki kaos, Huxley’nin karamsarlığını da tetiklemişti. Çok ses getiren ve kehanetleri bugün dahi tartışılan kitabı Cesur Yeni Dünya’yı işte böyle bir ortamda kaleme aldı ve ilk kez 1932 yılında yayımladı.

Ursula Le Guin’in “Endişe Çağı’nın başyapıtı” olarak nitelendirdiği kitapta Huxley, teknolojinin tek gerçeklik, duyguların ise uzak durulması gereken kavramlar olduğu bir gelecekte ‘soma’ adı verilen hap sayesinde herkesin mutlu ve hayattan keyif aldığı bir dünya yarattı. Milat olarak ise romandaki dünyanın ve sistemin üretim bandının yaratıcısı Henry Ford’un T-modeli otomobili ürettiği yılı seçti.

F.S. (Ford’dan Sonra) 632’de geçen romanda Ford (İngilizce ‘Lord’ kelimesine atıfla), Tanrı’nın yerini alır. Aile kavramının yozlaşma göstergesi olarak algılandığı bu çağda, “herkes herkes içindir” felsefesi hakimdir. Hiç kimse daha önce beraber olduğu kişiyle bir kez daha beraber olmaz. Sloganı “Cemaat, Özdeşlik ve İstikrar” olan bu yeni totaliter dünyada insanlar makinelerden doğar, üretim kalitesine göre Alfalar, Epsilonlar, Betalar, Gamalar ve Deltalar olarak sınıflara ayrılır. Dünya Devleti’nin istikrarı biyolojik mühendislik ve insanı her yönden koşullandırmanın terkibiyle sağlanır. Ancak bu sistemin dışında, şehirden uzak bir yerlerde komün hayatı sürdüren ve “Vahşiler” olarak anılan bir başka topluluk daha yaşamaktadır. Bu bölge elektrikli tellerle çevrilidir. Yeni Dünya’daki sistemi sorgulayan Bernard ve kız arkadaşı Lenina’nın bu ‘ayrı bölge’ye yaptıkları ziyaret ve orada Shakespeare okuyarak büyüyen Vahşi John ile karşılaşmaları akabinde bir dizi olayı ve iki dünya arasındaki kıyaslamayı da beraberinde getirir. Vahşi John, Bernard ve Lenina ile Dünya Devleti’ne gelir. İlkin kendisini çevreleyen Yeni Dünya karşısında coşkuya kapılan John, kısa süre sonra hayal kırıklığı yaşar.

“Ben keyif aramıyorum. Tanrı’yı istiyorum, şiir istiyorum, gerçek tehlike istiyorum, özgürlük istiyorum, iyilik istiyorum. Günah istiyorum. Mutsuz olma hakkını istiyorum.” diyen John’un perspektifinden F.S. 632’nin eksiksiz, totaliter dehşeti teyit edilir.

Kitabın sonsözünü kaleme alan David Bradshaw, Huxley’nin 1931 yılında kitabı yazarken ikircikli bir halde olduğunu; çünkü bir hiciv mi, bir kehanet mi yoksa bir proje mi yazdığından kendisinin de emin olmadığını aktarıyor. 1935 yılında bir gazeteci Huxley’e “Vahşi’nin isteklerinden mi yoksa şartlandırılmış istikrar idealinden mi yana olduğunu” sorduğunda şöyle cevap veriyor:  “İkisinden yana da değil, bence iki ucun arasındaki bir orta hem istemeye değer hem de olabilirdir, bizim hedefimiz bu olmalıdır.” 

Kitabın önsözünü yazan ve kendisi de distopik eserler üreten ödüllü kalem Margaret Atwood da “Cesur Yeni Dünya’ya tekrar bakmanın ve tasvir edilen ‘herkesin mutlu yaşadığı’ toplumu incelemenin tam zamanı” olduğunu söylüyor. Okuru “Ne tür bir mutluluk teklif ediliyor ve onu elde etmek için ödememiz gereken bedel ne?” sorularını düşünmeye davet ediyor.

Huxley’den distopyasına dair notlar “Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret”

Huxley, Cesur Yeni Dünya’da öne sürdüğü kehanetlerin sağlamasını, 30 yıl sonra Cesur Yeni Dünyayı Ziyaret kitabıyla yaptı ve dünyanın, tasavvur ettiği distopyaya çok daha büyük bir hızla dönüştüğü sonucuna vardı.

Modern teknolojinin bizi ekonomik ve politik iktidarın tek elde toplanmasına (totaliter devletlerde insafsızca, demokrasilerde kibarca ve çaktırmadan) hızla götürdüğünü belirten Huxley kitapta, özgürlüğün demografik, toplumsal, politik ve psikolojik yönden birçok tehdit altında olduğunun altını çiziyor.

 “Verimlilik çıkarları uğruna ya da politik veya dinsel dogma adına bireyi standartlaştırmaya soyunan her kültür, insanın biyolojik doğasına karşı bir vahşet işlemektedir. İnsan bir otomat olmak için yaratılmamıştır, bir otomat olursa, zihinsel sağlığın temeli de mahvolur.” diyen Huxley, özgürlüğü tehdit eden güçlere direnmek için elimizden geleni yapmak zorunda olduğumuzu da ekliyor.

Peki, toplumu oluşturan bireyler olarak her birimiz gerçekten elimizden geleni yapıyor muyuz? Yoksa sistemin içinde sürüklenirken duygularımız, erdemlerimiz olduğunu unutuyor muyuz? Farklı düşünene yaşam ve özgür olma hakkı vermeyen çoğunluğa uymaya, tüketime, popüler olana mecbur mu bırakılıyoruz? Teknoloji ve dijitalin kölesi haline mi geliyoruz? Modern dünyadaki “somalar” ile uyuşturuluyor muyuz? Mutlu muyuz?

edebiyathaber.net (28 Ocak 2021)

Yorum yapın