
Ahmet Altan’ın neredeyse otuz yıla yayılan Osmanlı Dörtlüsü, Türk edebiyatında imparatorluğun çöküş yıllarına dair en iddialı, en uzun soluklu anlatılardan biri. “Kılıç Yarası Gibi”, “İsyan Günlerinde Aşk” ve “Ölmek Kolaydır Sevmekten”in ardından gelen “O Yıl”, bu döngünün hem tarihsel hem de duygusal bakımdan en uç noktasına, 1915’e varıyor. Everest Yayınları’ndan çıkan roman, zaferle felaketin aynı takvim yaprağına sığdığı o seneyi, Çanakkale Savaşı ile Ermeni tehcirini aynı kurmaca evrende buluşturarak anlatıyor.
Altan’ın metninde 1915, yalnızca bir “büyük yıl” değil, imparatorluğun kendi kendini inkâr ederek intihara sürüklendiği bir eşik olarak ele alınmış. Bir yanda Conkbayırı’na doğru yürüyen orduya karşı kazanılan görkemli bir zaferin anlatısı, diğer yanda tren vagonlarına bindirilerek sınır dışına yollanan, kaybolan, suskunlaştırılan hayatlar… “O Yıl”, bu çelişkinin tam çatlağında, hem tarihsel sürekliliği tamamlayan bir son kitap hem de romanın kendi içinde başlı başına okunan bir yüzleşme hikâyesi olarak ortaya çıkıyor.
Dörtlemenin önceki kitapları, imparatorluğun son yirmi yılını bir ailenin içinden, odalardan, mektuplardan, yatak odalarından süzerek izliyordu. Tarih kitaplarının 1908 devrimi, 31 Mart Vakası, Balkan Savaşları gibi kalın başlıkları Altan’ın romanlarında, çoğu kez bir konağın merdiven başında, bir masanın etrafında, bir kadının sessizce odadan çıkışında yankılanır. “O Yıl” da bir yandan Osman adlı günümüz anlatıcısının “ölüleriyle konuştuğu” çerçeve bir hikâyeyle, diğer yandan bu ölülerin kişisel itiraflarıyla örülen geniş bir koroya benziyor.
Artık yalnızca imparatorluğun siyasal çürümesi, kaybedilen savaşlar, boşa çıkan idealler değil, bizzat varlığını sürdürebilmek için kendi yurttaşını feda eden bir devlet aklıyla yüz yüze geliyoruz bu kitapta. Altan, romanın merkezine iki düzlem yerleştiriyor: Bir yanda farklı uçlara savrulan iki erkek kardeşin politik ve ahlaki tercihlerle belirlenen yazgısı, diğer yanda Türk topçu subayı Ragıp ile sürgüne gönderilen Ermeni hemşire Efronya’nın, emirler, yollar ve tren vagonları tarafından kesintiye uğratılan aşkı.
Bu çifte eksen, romanın dilini de belirliyor. Altan’a özgü uzun, kıvrımlı cümleler, burada hem savaşın gürültüsünü hem de bireysel duyguların fısıltısını aynı nefeste taşımaya çalışıyor. Çanakkale cephesinin top sesleri, çoğu zaman bir bakışın tereddüdüyle, bir odanın içindeki küçük sahnelerle, bir sevgilinin henüz yazılmamış mektubunun ağırlığıyla yan yana duruyor. Çarpıcı olan, yazarın zafer anlatısını da kolaycı bir kahramanlık retoriğine teslim etmemesi: Çanakkale Muharebesi kazanılsa da romanın ufkunda kurtuluş değil, daha büyük bir ahlaki çöküş beliriyor.
Roman boyunca günümüzde yaşayan bir karakter olan Osman’ın “ölülerle konuşarak” bu hikâyeleri dinlemesi, belirgin bir etik soruya dönüşüyor: Gerçekleri kim anlatır, hafızayı kim kurar, ölüler mi hayatta kalanlara bir şey söyler, yoksa biz mi ölülerin ağzından kendi mazeretlerimizi tekrar ederiz? Osman’ın dinlediği sesler aslında bir halkın bölünmüş, parçalanmış hafızasına ait belki de.
Altan’ın dili her zaman melodramla düşünsel sorguyu yan yana getiren, yoğun, kimi zaman da gösterişli bir dil olageldiği hâlde “O Yıl”da bu gösteriş, yer yer bilerek törpüleniyor sanki; bazı sahneler şaşırtıcı bir sadelikle, neredeyse belgesel tonuyla kurulurken, Efronya ile Ragıp’ın sahnelerinde tekrar o bildik, tensel ve duygusal yoğunluk ortaya çıkıyor. Yazar, aşkı yine bir kaçış değil, tam tersine tarihin en karanlık anlarında bile insanın kendine sorduğu soruları keskinleştiren bir büyüteç gibi kullanıyor. Ragıp’ın askeri emirlerle vicdanı arasında sıkışması, Efronya’nın hem inkâr edilen bir felaketin tanığı hem de romanın en canlı karakterlerinden biri oluşu, “O Yıl”ı tarihî roman kalıbının dışına taşıyor.
Aynı zamanda, Türkiye’de hâlâ siyasal ve toplumsal düzeyde üzerine konuşulması zor bir yılı romana taşımak, edebi bir tercih olmanın ötesinde riskli bir jest. “O Yıl”, bu riski göze alırken, tarihî gerçeklerin tartışmalı alanına doğrudan giriyor; imparatorluğun “intihar yılı” olarak anılan bir yılı ele alırken Ermenilerin başına gelenleri örtülü imalarla değil, kurmacanın içinde açıkça adlandırılmış bir felaket olarak konumlandırıyor. Böylece dörtlü, artık yalnızca bir imparatorluğun siyasal tarihine değil, bu topraklardaki inkâr ve unutma pratiklerine dair bir romanlar bütünü hâline geliyor.
Everest Yayınları etiketiyle çıkan “O Yıl”, Ahmet Altan’ın son yıllardaki üretimiyle –cezaevi kitapları, “Hayat Hanım” ve diğer romanlarla– birlikte düşünüldüğünde, yazarın kişisel tecrübesi ile tarihsel tahayyülü arasındaki bağları da sezdirmeden güçlendiriyor. Özgürlükten, hapisten, sürgünden söz eden bir yazarın 1915’e dönüp bakması, elbette yalnızca geçmişle ilgili değildir; bugünle, bu ülkenin kendine bakma biçimiyle de ilgili bir pratiktir. Altan, Osman’ı bir tür “yaşayan vicdan” figürü olarak kullanırken, bize de rahatsız edici bir soruyla veda ediyor: Hangi ölülerimizin hikâyesini dinlemeyi seçiyoruz, hangilerinin sesini bastırıyoruz?
“O Yıl” edebiyatımızda nadir rastlanan bir ölçek ve cesaret örneği sunuyor. Büyük tarihsel kırılmaları, ulusal mitolojilerin en parıltılı sayfalarını, kişisel arzuların ve korkuların içine yerleştiren bu roman, “geçmiş” denen şeyin ne kadar bitmemiş, ne kadar bugüne sızan bir mesele olduğunu hatırlatıyor.


















