
Chris Vuklisevic’in 2023 yılında “Du thé pour les fantômes” adıyla yayımlanan kitabı Fransız okurlarını “ilginç” ve “oldukça tekrara düşen” yorumlarıyla ikiye bölmüş durumda. Bu gelgiti ben de yaşadığım için yorumların ve incelemelerin çoğuna göz gezdirdim. 2025’in ilk ayında Timaş Yayınları’nın yeni yılı inanılmaz bir özgünlükle geçirmemiz temennisinde bulunur gibi yayıma aldığı kitap, Kayıp Ruhlar için Çay Saati başlığıyla Gizem Olcay tarafından çevrildi ve okurlarına sunuldu. Yorumlar içerisinde tüm kalbimle desteklediğim ve öyle olduğuna inandığım bir yorum var o da şu ki: “Bu kitap gerçekten yağmurlu veya kapalı bir havada, elinizde çok nadiren kullandığınız incelikli bir tasarıma sahip fincanınızda bulunan sıcacık bir çay, zihniniz boşaltılmak ister gibi çok doluyken ya da tamamen boşken bir koltuğa oturup ayaklarınızı bacaklarınızın altına saklayıp okumanız gereken bir cadı masalı.”
“Her baktığımıza inanmamak gerek. Bu her zaman budalalıktır.
Gördüğümüze inanmak gerek.
Akşam haberlerini seyretmekten ya da dolapta sütün kalıp kalmadığını kontrol etmekten bahsetmiyorum. Gözünüzün ucunda sizi düşündüren, akla hikâyeler getiren, rüzgâr ve falezler arzulatan o şeyi görmekten bahsediyorum.” (sayfa 7)
1940 yılı bitmeye hazırlanırken Nice’in bir köyünde yetişkin çobanın gencecik karısı Carmine köyün en ilginç doğumunu gerçekleştirir. Sanırım kitabın en etkilendiğim kısımlarından biri bu doğum kısmıydı. Ebe ateşler içinde yanan Carmine’in saatler süren doğumuna şahit olurken bunu köyün aylarca konuşacağından, doğuracağı çocukların bir düzeni değiştireceğinden habersizdir. İlk kızı sorunsuz bir şekilde doğarken ikinci kızın, ebenin doğuma yardımcı olmak için annenin karnına elini uzattığı esnada ısırmasıyla kafaları karıştırır. Bu kız bir bebek değil de sanki bir canavardır. Carmine uzun süren doğumun ardından kendine geldikten sonra kızlarının ismini koyar. Büyük kızı mutluluk anlamına gelen Felicitie, küçük kızı can almak, can çekişmek anlamına gelen Agonie’dir. Ebe, isimleri kayıt altına alıp belediyeye teslim etmek için yol alırken küçük kıza verilen bu ismin haksızlık olduğunu düşünerek bu isimden rahatsız olur ve Agonie’yi çiçek ismi olan Egonia olarak not eder.
Kayıp Ruhlar için Çay Saati, bu doğum esnasına okuru şahit ettikten sonra Felicitie’yi bir ruh avcısı Agonie’yi ise karanlıkların içerisinde varlığını gizleyen bir cadı olarak sahneye çıkarır. Fransız bir okurunun yorumunda dediği gibi doğumundan itibaren duygusal olarak birbirinden ayrılmış, sonrasında ise yetişkinken birbirinden fiilen ayrılan bu iki kız kardeş annelerinin ölümünden sonra tekrardan bir araya gelmek zorunda kalır. Birisi cadı olmuş, diğeri ise hayaletlerle konuşan bir ruh avcısı. Büyük olanın cevaplara ihtiyacı var, küçük olanı ise büyüğün aradığı bütün cevapları duyabiliyor. Bu kitap bütünüyle kişinin dünyada kendini bulma hikâyesi.
Felicitie, annesinin gözbebeği bir çocuk olarak büyür. Okula yazdırılır ve liseyi evden uzak bir yerlerde okuma kararı aldığında annesi sanki yalnız bir çocuğu varmış gibi boşluğa düşer. Her şeyiyle eksiksiz bir hayat yaşadığını düşünebileceğimiz Felicitie, ruh avcısı olduğu vakit çağırmak istediği ruha özel bir fincan takımı çıkarıp bir kendisine bir de çağıracağı ruha özel çay demler. Bu ruh avcılığı, bitkilerle arasında gelişen özel ilgi, değişik çaylardan oluşan koleksiyonu okulda tanıştığı şahane bir donanıma sahip Marine sayesinde olmuştur. Egonia ise çocukluğu boyunca çatı katında saklanmaya alışmış, karanlıkların küçük kızı olmuştur. Annesi okula göndermemiş, ablası da annesini ikna etmeyi başaramamıştır. Konuştukça ağzından kelebekler ve böcekler çıkmaya başlar, tükürük ve salyalarıyla etrafındaki bitkileri soldurur veya öldürür. Ablası Felicitie’nin ağzından çıkan kelebek ve böceklerin yayılmasını önlemek için diktiği taşlı bir ağızlık da göz önünde bulundurulunca kendisini bütün kusurlarıyla kabul ettiğini gösteren bütün eylemleri ve tavrı, aksine bütün kusurlarını göz önüne sermiştir adeta. Her şeyiyle eksik bir hayat yaşadığını düşünebileceğimiz Egonia, kendisini kabul etmeyen annesiyle yıllarını yaşarken ablasının kendisinden daha çok sevilmesini sindirmeye, kendisini kabul ettirmeye çalışırken bütün sorunun kendisinden kaynaklanmadığını öğrenirken ablasını hiçbir şey yapmadığı halde kabullenmenin ağırlığını da yüklenir sırtına.
“Onları bir arada görseydiniz, artık birbirlerine benzemedikleri o yaşta bile, ikiz olduklarını anlardınız. Tavırları, yüzleri, isimleri, hiçbir özellikleri benzeşmiyordu. Fakat yine de birinin sözlerinde ötekinin yankısını ya da herhangi bir hareketteki ortak ritimlerini fark eder ve bu ikilinin aynı kanı paylaştığını anlardınız. Onlar için dahi, herhalde, tuhaf olmalıydı bu durum. Yalnız olduğunuzu sanırken bir vitrinde yansımanızın hareket ettiğini görmek gibiydi.” (sayfa 86)
Chris Vuklisevic’in Kayıp Ruhlar için Çay Saati adlı kitabı okumaya başladığım ilk vakit fantastik kurgu olarak kolayca içine girebileceğini sandığım bir kitaptı. Yanılmışım. Karşısına geçtiğim her dakika yeni bir sınav verdiğimi kabul etmem gerek. Bu sebeple yazının girişinde bir koltukta bu kitabın okunma isteğine odaklanmayı öncelik olarak ekledim. Ya tertemiz bir zihin ya da oldukça dolu bir zihinden kaçma isteği bu kitabın kurgusunu yakalar ve sonuna kadar bırakmaz. Çünkü bu kurgu bencilce, tüm benliğinizle kendisine bağlanmanızı ve başka hiçbir şey düşünmemenizi arzuluyor.
Bir gençlik dergisinin yayın ekibinde yer alan Vuklisevic, gençleri edebiyata yönlendirmek için ne yapılması gerektiğini soranlara her ülkede olduğu gibi Fransa’da da medyatik ve toplumsal değeri yüksek olan kitapların değer görüldüğü ve çocuklukla, fanteziyle veya hayali olanla ilgili kitapların her birisinin aşağılandığını söyler. Gençlerin çok okumadığını söyleyen herkesin kesinlikle yalan söylediğini, sosyal medyada var olan her şey gençler tarafından okunma olarak kabul gördüğünü söyler. Çünkü bu durum yetişkinlerin bir dönem Facebook okumaları yapmalarıyla aynı olduğunu kabul görür. Fakat edebiyat ya da kurgu başka bir olgudur. Chris Vuklisevic’in söylediği ve benim de aklıma kazıdığım bir bölüm var: “Kurgu okumanın diğer okuma türlerinden daha önemli olduğu nokta, insan olarak gelişimimiz için temel olan empatiyi teşvik etmesidir. Bize kendimizi gerçek hayatta moron ya da deli olarak göreceğimiz karakterlerin yerine koyma ve onları oldukları şeye iten şeyin ne olduğunu anlama fırsatı verir. Bu da sizi daha hoşgörülü (bu kelimeden nefret ediyorum) yapmaz, ancak bu diğer insanlardan daha iyi olmadığınızı fark etmenizi sağlar. Aynı koşullarda, aynı duygularla belki biz de aynı şekilde davranırdık (belki de davranmazdık). Bu, sizden farklı düşünenler karşısında kendinizi ahlak timsali olarak görmekten kaçınmak anlamına gelir. Gençlerin iyi birer insan olabilmeleri için buna ihtiyaçları vardır ve sadece gençler de değil, kendi dünya görüşlerinden sapan herkesi insan ırkından kovma ve bolca hakaret etme cüretini gösteren tüm yetişkinleri düşündüğünüzde herkesin ihtiyacıdır.”
Diyeceğim o ki, kitap belki bana göre bir kurguya sahip değildi ama eminim böyle düşünen bir yazar tanıdığım için asla pişman değilim. Bazen kurgu bana bir şeyleri değil birilerini de fark ettiriyor olabilir. Şunu da kabul etmeliyim ki bir ruhu çağırırken masa başında toplanan ve masanın ortasına ters konulmuş bir fincanla telgraf çeker gibi ruhu uğraştıran bir ritüelle ruh konuşturan film ve dizilere maruz bırakılan bir nesil olarak ruhlara özel fincanlar ve çaylarla kıymet bilmeyi, empati yapmayı, ruhlara da bir kimlik kazandırmayı, yokluğun içerisinde geliştirilmeye çalışılan bir varlığı görmek benim için çok güzel bir hareketti. İşte bu yüzden Chris Vuklisevic’i aklımın bir köşesine yazıyorum. Umuyorum sizlerin de bir köşesine adını yazdırmayı başarır.
edebiyathaber.net (5 Şubat 2025)