Ethem Baran: “İnsanlık küçük şeylerin altına saklanır. Sen başka yerde ararsın. Gözünün önündedir.”

Temmuz 18, 2025

Ethem Baran: “İnsanlık küçük şeylerin altına saklanır. Sen başka yerde ararsın. Gözünün önündedir.”

Söyleşi: Fatma Eryılmaz

Sevgili Ethem Baran, son romanınız “Köhne” ile ilgili sorularımı cevapladığınız için teşekkür ederim. Romanınız “konuşma dilinin incelikleri”, “türküler ve anlatı geleneği”, “yoksul insanların sosyolojik panoraması”, “ailelerin psikolojik yapısı”, “köy-kent arası kültür sancıları” temalarında yazılar veya söyleşiler üretilebilecek çeşitlilikte bir metin. Bu yüzden söyleşi hazırlarken konu sınırlaması yapmakta zorlandığımı itiraf etmeliyim. Köhne, küçük bir kasaba olsa da romanın kişi kadrosu oldukça kalabalık. Her roman kişisi de kendi içinde kalabalık. Bu mutsuz insanları biraz daha yakından tanımak ve anlamak için sorularımıza geçelim izninizle.

Romanın başkişisi Feramuz. Bir hastane odasında geçmişi hatırlayarak teker teker diğer roman kişilerini ve mekânları seriyor okurun gözleri önüne. “Yıllar sonra Selver’i karşısında görünce öldü Feramuz. İlk ölümüydü bu. Selver hastaneye gitmeye, Feramuz ölmeye devam etti.” diye başlıyor romanınız. Romanın çekirdeğini oluşturan ana duygular pişmanlık ve vicdan azabıdır diyebilir miyiz?

Pişmanlık ve vicdan azabının romanın ana damarlarında dolaştığını söyleyebiliriz ama temeline bu iki duyguyu oturtursak diğerlerine haksızlık ederiz diye düşünüyorum. Feramuz ya da diğer karakterler pişmanlık duyuyorlar mı tam olarak emin değilim. Okurların Feramuz üzerinden bir pişmanlık beklentisine girmeleri akla uzak durmuyor; ancak Feramuz açısından bakıldığında haklı gerekçeleri olduğunu gözlemlemek de mümkün. Vicdan azabı özellikle yoksulların yakasını bırakmayan bir duygu. Karşısındakilere kıyamadıkları için (elbette daha pek çok sebebi var) kendilerini sarmalayan çemberi kıramıyorlar belki de.

Romanda çok kalabalık bir kahraman kadrosu var: Feramuz-Semiha (Perihan, Tahir), Eşref-Cemile (Yağız, Fadime), Nurettin-Güver (Hamdi), Battal Ağa-Döndü (Nurettin, Eşref, Kumru), Sabri-Şeker (Cemile, İlyas), Şakir-Ahraz (Güver, Elmas, Mutlu), Aşır-Kadriye (Selver, Tural), Fakı-Kumru (Emiş, Paşa, Nazile, Cevcet), Nail Çavuş-Kara Penpe (Sabri, Fayık, Feramuz, Kevser, Meryem)… Adı geçen her kahramanla ilgili birçok ayrıntı ve hikâye var iç içe. Bu kadar ayrıntıyı nasıl birleştirdiniz? Ve daha da dikkate değer olanı, her roman kişisinin kendi içinde önemli olduğunu, romanda figüran olmadığını okura hissettirip rol dağılımındaki eşitliği nasıl sağladınız?

Öykü türü için, fazla sözü kaldırmaz, tek bir kelime bile fazla ise atılmalıdır denir. Bana göre, aynı durum roman için de geçerlidir. Gerekli olmayan hiçbir karakteri, hikâyeyi, unsuru romana koymamaya çalıştım. Roman ve öykü ayrıntılarla yazılır. Herkes her şeyi biliyor zaten, her şeyden haberdar. Yazar, bunların içinden geçerek yeni bir dünyaya, geçekliğe, söze, sese ulaşan kişidir. Köhne’de tek bir ana karakter yok. Asıl hikâye Selver, Kumru, Feramuz ve Cevcet etrafında dönüyor bildiğiniz gibi. Bu insanların çevresini dolduran, ilişki içerisinde oldukları insanlar doğal olarak hayatlarını etkiliyor, hikâyelerini biçimlendiriyorlar. Hikâyenin sahiciliğini, inanırlığını artırmak için bu karakterlerin yaratılmasına ihtiyaç vardı. Onlar rollerini oynayıp sahneden çekildiler sırasıyla. Her birey biriciktir, dünyası anlamlı ve önemlidir; rollerinin büyük ya da küçük olmasına bakılmamalıdır.

Köhne… Roman bir mekânın, kasabanın adı. “Bakımsız, eskimiş, zamanın gerisinde kalmış” anlamlarında kullanılan bir sözcük. Köhne’den başka, Aşağıçay köyü, Ankara ve adı geçmeyen bir şehir daha var. Roman kişileri kahvecilik, bekçilik, bulaşıkçılık, garsonluk, temizlikçilik, dilencilik, büyücülük ve halk hekimliği yapan kişiler. Köy, kasaba ve şehir arasında, yaşanan sıkıntılar veya mesleki statü açısından da çok fark yok. Nohut oda bakla sofada sıkışmış, sıkıştığı alandan yanlış yerlere fırlamış, hata üstüne hata yapmış, sıra dışı hayatları olan sıradan insanlar. Hem kabına sığmayan hem de “tosbağa” gibi, kabuğuna razı. Bu açıdan romanınız mekân-insan ilişkisinin hüzünlü bir resmi gibi geldi bana, siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?

Çok güzel tespitler ve çok güzel bir soru, teşekkür ederim. Ben “Köhne” kelimesini bir durumu, anlayışı, ruh hâlini belirtmek, betimlemek için tercih ettim. Romanda, söylediğiniz gibi Köhne adında bir kasaba var ama asıl hikâye adı verilmeyen bir küçük şehirde ve Ankara’nın banliyölerinde geçiyor. Köy ve kasaba sahneleri yok denecek kadar az. Sürekli bir göç hâli söz konusu. Köyden kasaba ve küçük şehirlere, oradan da büyük şehirlere… Yurt dışından gelen (mülteciler geliyor şehre biliyorsunuz) göçü de dâhil edince, insanlığın bu yerinde duramayış ya da durdurulmamışlığını romanda ana eksene yerleştirmeye çalıştım. Romanın, adı verilmeyen şehirde değil de Köhne adlı kasabada geçtiğini düşünen okurlar oldu. Oysa Köhne iki karakterin şöyle bir uğrayıp geçtikleri (elbette olayların gelişiminde önemli rol oynayan) bir mekân. Olaylar, Kışlası, Karayolları Şefliği, Valilik Konağı olan bir şehirde geçiyor. Yaşanan sıkıntıların değişmediğini söylüyorsunuz haklı olarak. Değişmiyor çünkü yalnızca mekânlar değişiyor, yoksulluk kalıcı. Atalarının köyde yaşadığı dertleri, sıkıntıları yüklenip önce küçük şehirlere, oradan metropollere taşıyorlar. Sırtlarındaki kabuğu, onları kuşatan çemberi kıramıyorlar. Benzer hayatları yaşayarak, büyüklerini taklit edip onların bıraktığı kaderi teslim alarak ve daha acısı bunu geçmişe, büyüklere saygı gibi görerek hayatlarının değişmeyeceğini kabul etmiyorlar.

Feramuz… “Kale muhafızı, koruyucu; unutma” anlamlarında bir sözcük. Romanın merkezinde olan bu kişi, ismiyle tezat özellikte. Onun mavi gözlerine bakıp da gönlünü kaptırmayan kadın yok romanda. Bir erkekten iki güzel cümle duymanın bedelini bir bakkalın arkasındaki küçük bölmede bedenlerini örseleterek ödeyen kadınlar Feramuz’un gönüllü kurbanları adeta. Adıyla nâmüsemma-unutmayan ve korumayan-Feramuz, insan doğasını yansıtan gerçekçi bir örneği mi toplumun? Kadın okurların tepkisiyle karşılaştınız mı Feramuz’dan ötürü?

Bu konuda ilginç geri dönüşler oldu, oluyor. Hak veren var, karşı çıkan var. Tepki gösterenler, kafalarının içindeki ülke, toplum, kültür ve tek tek insanımız hakkındaki resme benim gösterdiklerimin uymadığını görüyorlar. Toplumu ve kültürümüzü sınıfsal ve tarihsel bağlamda değerlendirirken gerçeklerden değil de arzu ettiklerinden, gönüllerinden geçenlerden yola çıkıyorlar. Romanı okuyanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır. Ben bildiklerimin çok azını yazdım. Evet, Feramuz pek çok hayata uğruyor, izler bırakıyor ama o da yaralı. “Gönüllü kurban” benzetmeniz çok doğru. Küçük bir mahalle, aile ve toplum baskısı, hayaller, umutlar, istekler, engeller, imkânsızlık, kıstırılmışlık vs… İnsanoğlu her durum ve ortamda bir yolunu buluyor duygularını gerçekleştirmenin. Feramuz, yalnızca fiziksel görünümüyle değil, hayat anlayışı, karakter özellikleri ve elinde bulundurduğu imkânları bakımından da bir adım önde.

Selver, “öncü, lider” demektir. O kadar kadın arasında Feramuz’un aklında en çok yer edenin Selver olmasını ben okur olarak Selver’in baş eğen kadın rolünden çıkıp erkeğin ezici tavrına rest çekebilecek kadar dönüşmesine bağlıyorum. İlgisiyle ümitlendirdiği bütün kadınların intikamını Selver almıştır da diyebilir miyiz Feramuz’dan?

Selver’i, benzer hayatlar yaşayan, kaderleri birbirine bağlı kadınlara örnek olabilecek bir dönüşüm modeli olarak tasarladım. Selver akıllı, zihni dünyaya açık bir kadın; kabuğunu kırmaya hazır. Elinden alınan oğlunu ararken aslında ona verilmeyen hayatını da arıyor. Selver taşma noktasına gelince,“Ankara Herifi” adı altında tipleştirdiğim kocasından bütün kadınlar adına intikamını alıyor.

Romanda Feramuz, ilk aşkı Şadiye’nin kendini sevdiğini bildiği halde ona güvenmeyip kendiyle evlenmesi için büyü yaptırır. Büyücü Aşır ve oğlu Tural herkes tarafından tanınan ve bu işlere bakan kişilerdir. Kumru, kızları Feramuz’un dükkânından uzak dursunlar diye onlara büyü yaptırmak için Aşır’a gider. Aşır da büyüyle Kumru’yu kendine bağlar ve kuma olarak getirir. Büyü, iletişimin yerini alan güncel ve etkili bir ikna yöntemi olarak ele alınmış romanda. Tural’ın bu işi şehre taşıması ve günümüzde de büyünün belli çevrelerce talep edilen bir yöntem olması hatta yeni nesil öğretilerce adının “ritüel”e dönüşmesi, toplumun hangi yönünü gösterir?

Hemen herkesin kendinden ya da yakın çevresinden bildiği, yabancısı olmadığı konular bunlar. Bizim gibi toplumların sosyolojisinde var olan bir gerçek. Söylediğiniz gibi günümüzde farklı biçimlerde de olsa daha eğitimli, “modern” kesimler arasında varlığını sürdürüyor olgu. Sosyolog değilim, toplumun bu merak ve eğilimini açıklayabilecek veriler elimde yok; ancak gözlemlerim ve duyup işittiklerimle bazı sonuçlara varmaya çalışıyorum. Romandaki büyü sahnelerini yazabilmek için üç cilt büyü kitabı okudum. Meraklısı çok bu konuların. Kolaycılığa kaçmak, mücadeleden kaçınmak, doğaüstü güçlerden medet ummak, ne dersek diyelim, bizim gibi doğu toplumlarının “alışkanlıklarından” biri bu büyü, fal işleri. Beni şaşırtan “okumuş” dediğimiz kesimin ilgisi.

Romanda ilginç karakterlerden biri de Gök Halit. Damdan düşen ve kemikleri kırılan Bekir’i koyun postuna sararak, donmak üzere olan Cemal’i hayvan gübresine gömerek, bacakları tutmayan Eşref’i de tosbağa eti yedirip kanını sürerek tedavi eder. Köylerde oldukça yaygın olan bu “alaylı” tedaviler bazı kesimler tarafından tamamen reddedilirken bazı çevrelerce de uygulanmaya devam ediliyor. Gök Halit’in şifacı yönüne halk irfanı mı demeliyiz, cehalet mi?

Bir kısmına birebir tanık olduğum tedavi yöntemleri bunlar. Ben de üniversite yıllarıma kadar doktora gitmedim, hasta olduğumuzda geleneksel yöntemler uygulardı büyüklerimiz. Şehirde doğup büyümüş biri olarak yaşadım bunları. Halk irfanı demiyorum ben buna; olsa olsa çaresizlik. Yoksulluğun ve yoksunluğun insanları getirdiği nokta. Rahmetli dedem köyde berberlik yaparmış, şehirde, mahallemizde diş çekerdi. Kendi dişini bile elindeki penseyle çektiğini kaç kez gördüm. Üşüttüğümüzde, iğneyle delikler açtıkları gazete kâğıtlarına ispirto döküp vücudumuza sararlardı. Kısacası, zor durumdaki insanlar bir şekilde başlarının çaresine bakıyorlar.

Battal Ağa’nın karısı Döndü, helkeden su içerken boğazına yılan kaçar. Torunu Cevcet, nenesi konuşurken yılan ağzından fırlayıp çıkacak diye ödü kopar. Cevcet’e ablası Emiş’in anlattığı Keloğlan Masalları’nı metinlerarası geçiş ile romana dâhil etmeniz hem Cevcet’in korkularının sınırsızlığını ve gerçeklerden kaçış eğilimini anlatmak için hem de Anadolu’nun efsane-masal geleneğini hatırlatmak için miydi?

Evet, efsane, masal, halk hikâyesi geleneği bizim için çok önemli; hepimizin hayatında yeri var. Anlattığım toplum kesimi ve dönem açısından baktığımızda da kaçınılmaz olarak romana girmeliydi bunlar.

Battal Ağa kızı Kumru ile sevgilisi Feramuz’u kasabanın çarşısında gördüğü gün kamyondan düşmüş, kemikleri kırılmış, üç ay hastanede yatmıştı. Onu düştüğü yerde bulduklarında tek derdi şapkasıydı, yoktu. Şapkanın yokluğu ile namus meselesinden ötürü “şapkasını yere eğdirmek” deyimine mi gönderme yaptınız? Kumru’nun oğlu Cevcet de bu namusu kendince temizlemek için annesini öldürme planları yapar, kasabadan köye giderken aynı köprü altında uyuyakalır. Geçilemeyen bu köprünün anlamı nedir?

Çok iyi yakalamışsınız. İyi oldu bunu sormanız, yoksa ben açıklayamazdım, çok mutlu oldum. Evet, kızı, Battal Ağa’nın şapkasını yere eğdirdi, o da çareyi kızını evlatlıktan reddetmekte buldu. Hayatın tekrarlardan ibaret olduğunu romanın pek çok yerinde okurun kulağına fısıldamaya çalıştım, Cevcet’in de aynı köprünün altında yattığı sahne bunlardan biri. Dedenin yaşadıklarının benzerini yıllar sonra torunu da yaşıyor. Birbirlerinin kıyafetlerini giymeleri gibi neredeyse aynı kaderi yaşıyor bu insanlar.

Roman kişileri arasında her şey çok olağan karşılanıyor. Çok eşlilik, yasak aşklar, büyü yapmak, dere kenarına atılan ölüler, gayrımeşru çocuklar, aile içi şiddet… Herkes, her şeyi bir yolunu bulup normalleştiriyor. Herkes, en az bir yanlışın azmettiricisi ya da ortağı. Bir kişi hariç: Yağız!  Onun masumiyeti çocukluğundan mı ileri geliyor, yazları matbaada çalışan ve farklı bir bilince sahip oluşundan mı? “Emanet Gölgeler Defteri” romanınızdaki Yağız’ı hatırlatmalı mı bize?

Böylesine kapalı yaşanan hayatların nasıl da alttan alta çağıldadığını görmek her zaman şaşırtmıştır beni. Taşranın durgun gibi görünen kabuğunun altında aslında müthiş bir enerji, gür bir ırmak var. Dışarıya akseden görüntü ile gerçek çok farklı. Esasında bunun böyle olduğunu hepimiz biliriz ama söylemez yutkunuruz. Köhne’de dile getirdiğim hayatlardan, insanlardan biri o sert kabuğu kırmalıydı. Beni okuyanlar bilirler –siz de bildiniz- kendi metinlerim arasında dolaşmayı, karakterlerimi o kitaptan diğerine gezdirmeyi severim. Emanet Gölgeler Defteri’nin Yağız’ı da bu şekilde rol aldı. Bir anlamda onun hayatına ait Emanet Gölgeler Defteri’nde anlatılmayan farklı bölümler Köhne’de dile getirilmiş oldu.

Kumru’nun Feramuz’la ilişkisi babası Battal Ağa, kardeşi Eşref, oğulları Paşa ve Cevcet’in onurunu zedelemiştir. Babası kamyondan düşüp yaralanmış, Eşref Feramuz’u tehdit etmiş, Paşa bir gece evde sarhoşken ölmüş, abisinin ölüsünü bulan Cevcet de annesine kinlenmiş ve onu öldürme planları yapmış fakat kıyamamıştır annesine. Feramuz, karısıyla ve diğer kadınlarıyla helalleşemediği için ölemiyor ama ölmekten beter bir durumda. Cevcet de annesine duyduğu öfkeden cam yemeye başlıyor. Zihninde hep annesini öldürme sahneleri… Bu noktadan bakıldığında romanın en zehirli kişileri Feramuz ile Kumru mu?

Ben hiçbir karakterime kıyamam. Onları zehirli diye suçlayamıyorum çünkü hepsinin kendince nedenleri var. Sadece anlamaya çalışıyorum. Selver, elinden alınan oğlunu arıyor, Cevcet suçlu olduğuna inandığı annesinin peşine düşüyor, annesi ise son nefesine kadar oğlunun gelmesini bekliyor. Feramuz’un çok genç yaşlardayken sevdiği elinden alınıyor ve tanımadığı biriyle evlendiriliyor. İç içe geçen bu hikâyeler karmaşık bir psikolojik arenaya çıkarıyor bizi. Zor hayatlar kısacası…

Romanda kişileri çerçeveleyen sessiz kahramanlar var: Kavak, söğüt, badem ve iğde ağaçları. Fakı, Matbaacı Abbas Bey’in bahçesini bellerken bir cüzdan bulur ve sahibini aramaz. Badem ağacının her bir yaprağı bir göze dönüşür gibi olur suçluluğundan. Bir gün Fakı aniden ölür. “Bir dal kırıldı sanki. Çıt. O kadar.” Ankara’ya gelin giden Selver en çok kavak ağaçlarını özler. Cevcet, gölgesinde dinlenip dertlendiği ağaçlarla ilgili “Bazı ağaçlar erken sarardı, yapraklarını yolup rüzgârın önüne kattı; bazısı yemyeşil hâlâ, inadına.” diyerek sanki ağaçları değil de kendini ve ailesini anlatır. Hikâyelerinizde de sıkça rastladığımız kavak, söğüt ve iğde ağaçlarının metinlerinizdeki yerini anlatır mısınız?

Çocukluğumun geçtiği evin bahçesinde bir kavak ağacı vardı. Şehrimizde de çoktu kavaklar. Geceler boyu pencereden içeri dolan kavak hışırtılarını dinleyerek kitap okurdum. Uykumun arasında bile hışırdardı kavak yaprakları. Şehrimiz yüksek bir yaylaya kurulmuştu ve akşamları serin, rüzgârlı olurdu. İğde de bozkıra en çok yakışan ağaçlardan biridir, söğütler de öyle. Meraklıyım böyle şeylere, doğaya. Bir yandan da ressam gözüyle bakarım hep. Öykü ve romanlarımda doğa tasvirleri yapmayı seviyorum. Türküler de öyledir; dikkat edin, çoğu türkünün doğa betimlemesiyle başladığını görürsünüz.

Yorum yapın