
Söyleşi: Nilgün Çelik
Esme Aras’la 2023 yılında çıkardığı son romanı Kabil, Ötesi Boşluk üzerine konuştuk.
Sevgili Esme, kitabını biraz geç okuduğumu düşünerek yine iyi dileklerimi sunmak isterim. Yolu açık olsun çok kişiye ulaşsın. Kabil, Ötesi Boşluk farklı bir atmosfer ve farklı olaylar üzerinden ilerlerken gerisinde, derininde birden fazla trajediyi konu ediyor. Bunları tek tek soracağım ancak öncelikle kurgunun atmosferinden başlayalım. Sivil hayattan askeri hayata geçen üstelik ülke dışında bir karargâhta görev yapan öğretmeni anlatıyorsun. Bu bildiğimiz ama yaşamadığımız bir ortam, o yüzden o atmosferi anlatabilmek sıkı bir çalışma gerektirmeli diye düşündüm. Bu eserini kitaplaştırma sürecinde nasıl bir çalışma izledin?
Sevgili Nilgün, çok teşekkürler. İyi dileklerini aldım ve sevgiyle kabul ettim.
Kitap üzerinde düşünmeye başlayıp notlar almam, 2001 yılına dayanıyor. 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e düzenlenen saldırıların ardından, Afganistan’a yönelik “terörle mücadele” politikası başlatan Amerika, NATO anlaşması uyarınca üye ülkelerden operasyona destek talep etti. Türkiye, ISAF (Uluslararası Güvenlik Destek Gücü) komutasında harekâtın başlangıcından beri görev aldı ve son ana kadar bölgede kaldı. Geniş bir zamana yayılan bu sürede pek çok olay yaşandı. Taliban’a karşı olduğunu söyleyerek harekâta başlayan ABD, 2020’ye gelindiğinde Katar’ın başkenti Doha’da askerlerin ülkeyi terk etmesi yönünde anlaşma imzaladı. 15 Ağustos 2021’de Kâbil’i ele geçiren Taliban’ın, bugüne değin kadınlara uyguladığı insan hakları ihlallerini duymayan kalmadı. Afganistan coğrafyası etkilendiğim bir konuydu, ben de üzerinde etraflıca düşünmeye başladım. Çalışmanın yoğunlaşma sürecinde erişebildiğim kaynakları araştırıp okudum, notlar aldım. Gündemi, haberleri takip ettim, gazete kupürlerini biriktirdim. Bölgede görev yapmış çeşitli meslek gruplarından kişilerle görüştüm, fotoğrafları inceledim. Temayı zihnimde epeyce yoğurdum. Sonunda tarihi gerçekleri fon olarak kullandığım bir yapı kurmaya karar verdim. Gündelik yaşamın rutininden, yerine göre bağlamından koparılmış bambaşka bir şey yazdım.
Kurgunun temelini savaş oluşturmasa da askeri savaş bölgesini neden yazmak istedin?
Cumhuriyet tarihinin en büyük dış yardım programı Afganistan’da yürütüldü. Türk askeri eğitim, danışmanlık ve sağlık alanlarında görev yaptı. Onca emek, zaman ve para harcandı. NATO ve Türkiye’nin yirmi yıla eren varlığının sonucunda, o hayal edilen devlet inşası bir türlü gerçekleşmedi. Bazen kayıpları ve kaybedilecekleri işaret etmek, kazançları göstermekten daha etkili olabilir. Bütünlüğün, Cumhuriyet ve demokrasinin bir ülke için nasıl elzem olduğunu bir roman dosyası üzerinden anlatmak istediğimde Afganistan bunun için iyi bir örnekti. Çünkü ülkenin ibret alınacak bir öyküsü var. Bir tarafta insanın hayatta kalma çabası, diğer tarafta birbirini yok etme dürtüsü değişmezken, bir dönem neler yaşandı bilinsin istedim. Geçmişi geleceğe taşırken, kalemimle bir köprü çizmeye çalıştım.

Anlatıcı çok nefis bir analiz yapıyor: NATO’nun bu topraklarda 20 yıla eren varlığı amaçlandığı gibi barışı sağlayabilir miydi? Diyor. Bunun için önce söylemden çok istemek gerek sanırım. Burada dünya barışına da bunu sağlamak üzerine hareket edenlere de bir gönderme, bir eleştiri yaptığını düşünebilir miyiz?
Elbette, bu cümle kesinlikle bir eleştiriyi barındırıyor. Barış götürme niyetiyle gidilen yerde huzur kalmıyorsa bunun hangi amaca hizmet ettiği, kimin işine yaradığı düşünülüp sorgulanmalı. Değişmenin de değişime direnmenin de toplumlar açısından bir bedeli, sonuçları olur. Afganistan örneğinde dışarıdan yapılan girdiler, o coğrafyadaki insanların yaşama ilişkin düşüncelerini etkilemedi, o topraklarda ne yapsan bir şey değişmedi. Ülkenin vatandaşları, özellikle de kadınlar ve çocukları bunun karşılığını alamadı. Film makarası her seferinde başa sardı. Yirmi yılın sonunda Afganistan halkı kaderine terk edildi. Demek ki bu itkinin içten gelmesi, en başta toplumların bu değişimi istemesi gerekir.
Eserinde Kâbil’in sokaklarının tehlikesi, karargâhın güvenliği, emperyalistlerin her kıtada güç gösterisinin altını çizsen de aslında eserin büyük bir yalnızlık, samimi bir aşk ve ayrılık romanı olduğunu düşünüyorum. Yanılıyor muyum? Sen hangi konuyu daha çok öne çıkarmak istedin?
Savaşta ve barışta, hastalıkta, ölümde hatta önemli kararlar arifesinde insanın diğer yarısına bakmak, o zıtlığı, çelişkileri, genel izlenimleri ve olayların gelişimini karakterimin üzerinden anlatmak istedim. Romandaki ayrılık, derinden sevilen bir insanın kaybıyla gelen ebedi ayrılığı içermekle birlikte, ait hissedilen çevreden, bir ülkeden ayrılığı da kapsıyor. Değişen koşullar, alışık olunan düzenden uzaklaşmak, kültürel değerlerin dışına çıkmak insanın gerçek karakterini veya potansiyelini su yüzüne çıkarabilir. Romanda Mert’in kaybı büyük, derin bir yalnızlık. O duyguyla baş etmeye, hayatını bayındır kılmaya çabalarken, her defasında kendi içinde açılan boşluğa düşüyor. Hindikuş Dağları’nın çevrelediği bir çanakta yer alan ve benzer boşluk duygusunu çağrıştıran bir toplumun içine düştüğünde yaşadığı karamsarlık, mekânla atmosferi örtüştürüyor. Mert ve Kâbil, ikisi de yoluna kaybederek devam ediyor.
Kahramanın Mert’in bizden çok uzak bir coğrafyaya, Afganistan’ın Kâbil şehrine gidiş sebebi aslında bu roman. Bir ayrılık, bir kaçış, bir özlem romanı. İtiraz romanı sanki. Ben eserin dahilinde ama bağımsız olarak aydın bir yazara sormak isterim: Kaçmak mı kalıp yüzleşmek mi daha zordur?
Çaresiz, yapayalnız kalan Mert, uzaklaşma ve mesleğine sarılmanın getireceği meşguliyetlerin, yas sürecini biraz daha hafif atlatmasına yarayacağı yönündeki tavsiyelere kulak vererek bu görevi kabul ediyor. Eşini kaybettikten sonra Afganistan’a giderken hem kendinden, yaşadıklarından bir kaçış hem de kaçamayış var romanda. Kişinin duygu ve düşünce dünyasını geride bırakabilmesi ne kadar mümkün? Nereye gitse yükünü sırtında taşıyanlardan olan Mert, içindeki katrandan kolay kurtulamayacağının farkında. Üstelik Afganistan bunun için hiç doğru adres değil. Geçmişte bağımsızlığını elde etmiş ama savaşlar ve iç çatışmalar yüzünden birlik ve bütünlüğün sağlanamadığı, güvenliğin kalmadığı, halkı mutsuz ve yoksul, çoğunun sığınmacı olmayı göze alarak kaçıp kurtulmak istediği bir ülke. Kendi içinde karanlık bir çukur.
Eserinde Türkiye gerçeklerini de göze sokmadan nahiflikle okuruna hissettiriyorsun. Göçmen-mülteci sorunu bunlardan biri ve Türkiye’nin sosyal, kültürel değişimine de tanıklık ediyor, tarihe not düşüyorsun. Biz Afganistan’dan göç alırken, sen kahramanını oraya yolluyorsun. Burada benim kaçırdığım bir alt metin var mı?
Dünyanın çeşitli yerlerinde çıkan savaşlarda insanlar ölüyor, savaşamayan çocuk, kadın ve yaşlılar harabeye dönmüş evlerinde can çekişiyor. Kaçıp kurtulanlarsa sığınmacı oldukları toplumlar tarafından iyi karşılanmıyor. Önyargılar artıyor, ırkçılık tırmanıyor, istismara açık durumlar yaratılıyor. Bu tuzağa düşürülen ülkelerin durumu ortada. NATO Afganistan’dan çekilirken, havaalanına hücum eden halkın çaresizliğini, uçakların iniş takımlarına, kanatlarına tutunmaya çalışan ve metrelerce yüksekten piste çakılanları, o dehşeti canlı izledik. Afganistan’a ve belki pek çok ülkeye hep belli bir mesafeden yabancılık duygusu üzerinden bakarak sahip oldukları kültürü değerlendiriyoruz. Dünyayı ve bizden uzak coğrafyalarda yaşayan insanların dramını anlamak için belki bir kapı aralayabilir yazmak. Sanatın böyle bir gücü var. Dünyayı daha iyi anlamaya, anlamlandırmaya, anlatmaya, açıklamaya, aktarmaya yardımcı bir yönü. Düşmanlık gütmeden, kültürel şartlandırmalardan uzak kalarak, olaylarla arama mesafe koymaya gayret ederek yazdım. Bu konu üzerinde etraflıca düşünürken, düşünülsün de istedim.
Sürprizli biten romanın sonunda bir not var. O nota dayanarak sormak isterim: Kurgunun gerçek hayatla bir bağı var mı?
Bir öykünün ya da romanın hikâyesinin temel ölçütlerinden biridir sahicilik. Gerçekmiş, varmış gibi hissettiriyorsa, o iyi bir metindir. Bu anlamda kurgu mu gerçek mi, sorusundansa inandırıcı bir evren mi değil mi, diye düşünmeyi yeğlerim. Amacım savaşın nelere sebep olduğunu, olabileceğini kısmen yaşanmış olaylarla roman kurgusu içinde verebilmekti. Bu anlamda karakterlerin, yaratılan atmosferin sahiciliği kadar ele aldığım meselenin hayatiliği, kitabın ağırlık merkezini oluşturdu. Yaşamdan, doğadan, coğrafyadan, kültürel gerçeklerden yola çıkarak, kendi algı sürecimle birtakım imleri seçip aldım, bazılarını dışarıda bıraktım. Her kurgusal metinde olduğu gibi. Elimdeki malzemeyi parçalara ayırdım, kestim, biçtim, öğeleri yeniden birleştirdim. Zihnimle müdahale ettiğim yeni bir metin ortaya koydum. Gerçeği yeniden ürettim. En başında bir hayal kurarak çıktığım bu yolda, yaşamdan beslenen ama en nihayetinde sözcükleri dokuya dokuya hayat buldu Kâbil
Yeni eserlerini romanla mı sürdüreceksin yoksa öyküye yeniden devam edecek misin? Tüm cevapların için teşekkür ederim.
Röportajlar, gazete ve dergi yazıları, ilk roman, radyo programları derken öyküden uzaklaştığımı düşünüyordum. Ancak yazmaya başladığımda öyle olmadığını gördüm. Şu sıralar üçüncü öykü dosyam üzerinde çalışıyorum. Dilerim yakın bir zamanda okuruyla buluşur.
Sevgili Nilgün, ayrıntılı okuman sonucunda bir sürpriz yapıp beni düşünmeye sevk eden sorularınla çıkageldiğin için asıl ben teşekkür ederim.
edebiyathaber.net (19 Mayıs 2025)