Engin Önen: “İzmir, gençleri özgür kılan bir şehirdir”

Haziran 13, 2023

Engin Önen: “İzmir, gençleri özgür kılan bir şehirdir”

Söyleşi: Anıl Yıldız

İzmir son yıllarda birçok metropolde gözlemlenen kentsel dönüşümün kıskacında. Kentin tarihi, geçmişi, şimdinin muğlaklığına karışmış durumda. Uzun yıllardır başta İzmir olmak üzere Ege’nin farklı rotalarında çalışmalarını sürdüren sosyolog Engin Önen’le İzmir’i, tarihini, değişen demografisini ve geleceğini konuştuk.

Anıl Yıldız: Kent üzerine çalışan, alan deneyimi de olan bir sosyolog olarak, İzmir’in kent politikalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Engin Önen: Soru çok geniş ve genel olduğu için bazı değinmeler ile yetinmek istiyorum. Ayrıca bir kent plancısı ya da mimar uzmanlığı ile değil, kent sosyolojisi ile belli ölçüde ilgili biri olarak ve bu perspektiften bazı gözlemlerimi ve değerlendirmelerimi paylaşmak istiyorum.

Diğer tüm kentlerimizde de olduğu gibi, İzmir’in geçmişten günümüze pek de iyi yönetilmediği kanaatindeyim. Kent politikaları derken hem merkezi hükümetlerin hem de yerel yönetimlerin, kentin fiziki ve sosyal yapısına etki eden uygulamaları kast ediyorum.

Cumhuriyetin ilk yıllarında genellikle kamucu uygulamalar söz konusu. Kamu kurumları ve kamu yatırımları ön planda. Asker ve sivil bürokrasinin öncülüğünde mekân düzenlemeleri var. Kamu öncülüğündeki kalkınma anlayışı gereği fabrikalar ve diğer kamu iktisadi kurumlarının oluştuğu dönem.

Çok partili dönem, aynı zamanda Türkiye’nin uluslararası sermayeye açıldığı ve kapitalizmle bütünleşmeye başladığı dönem. Bunu kent politikalarına yansıması, piyasacı bakışla gerçekleşiyor.

Şehircilik ilkeleri ve planlama geri plana atılıyor. Apartmanlaşma dönemiyle şehirlerin rant yaratma kapasitesi devreye giriyor. Sorun çok katlılık değil ama bu planlama ve şehircilik ilkelerine tamamen aykırı şekilde gerçekleşiyor. Koruma kavramı itibarsızlaştırılıp, devre dışı kalıyor. “Millet plan değil, pilav istiyor” sözü bu dönemin kente ve plana bakışını yansıtmaktadır.

İzmir üzerinden düşünelim mesela. İzmir Kurtuluş Savaşı öncesi çok kültürlü, çok etnik yapılı ve dolayısıyla çok dinli bir şehir. Bunun şehre mimariye yansımaları var şüphesiz. Osmanlı ve Rum yapıları, Musevi mimarisi, Levantenler… Müthiş bir zenginlik kent için.

Bir hayal kuralım eski fotoğraflara bakarak. Alsancak, Karşıyaka, Yalı ve Basmane’deki Rum yalı ve köşkleri. Buca ve Bornova’daki Lavanten köşkleri müthiş bahçeleri ile. Bunların bir kısmı bugüne de kalmış ama tamamının korunduğu ve bu semtlerin eski şehir bölgesi olarak korunabildiğini bir düşünün, şahane bir müze kent olmaz mıydı?

Körfezi boydan boya Çin Seddi gibi apartmanlarla çevirmek yerine eskileri koruyup, apartmanları yeni gelişme bölgelerine kaydırabilseydik mesela. Bu koruma hem daha değerli ve hafızasını koruyan bir şehir demek olurdu. Maalesef bu politikalar bir yandan geçmişin izlerini silmek bir yandan da rant yaratmak anlayışının ürünüydü. Tamamen yok edilmemesi de bir teselli belki ama yine de ciddi bir kıyım olduğu kesin. Aslında İzmir hiç de küçümsenmeyecek bir mimari müze kent olabilirdi.

Çocukluğum köyde geçti. Sonra yatılı okumak için köyden çıkıp şehre geldim. Ortaokulum Buca Ortaokuluydu. Bir Lavanten Köşkü. Halen ayakta ama çok bakımsız maalesef. Geniş bir bahçe ve bahçesinde çok sayıda heykel ve havuz vardı. Böyle bir ev ne kadar farklı bir yaşam tarzını yansıtıyor. Aristo büstü de vardı çıplak kadın heykeli de. Bir okul bahçesi için de harika bir ortam tabii ki. Yurdumuz da aynı. Eski bir bina. Yüksek tavanlı, geniş bahçeli. Bitişiğimizdeki kilisede belli aralıklarla çan çalardı.

Köyüme yakın diye Urla’da devam ettim orta ve lise öğrenimime. Yine Rumlardan kalma binalarda kalıyorduk. Şimdi restore edilmiş ve otel olarak kullanılıyorlar.

Üniversite öğrencilik yıllarım ve meslek yaşamım Bornova’da geçti. Bu çerçevede biraz da Bornova’ya ilişkin gözlemlerimden söz etmek isterim. Biz öğrenciyken, Özkanlar bölgesinde oldukça sınırlı miktarda ev vardı. Halen bamya ve narenciye tarlaları varlığını sürdürüyordu. Ardından kitlesel göç dalgası ve konut üretiminin hızlanması ile bu bölgeler imara açıldı.

Şehrin hızla büyümesi sonucu merkezde kalmaya başlayan bu gibi alanlar tarım alanı olarak korunamazdı tabi. Ama imar planları biraz daha şehircilik ilkelerine uygun yapılabilirdi. İki üç katlı bahçeli evler şeklinde mesela. Zemin de bunu gerektiriyordu. Ama bunu ancak depremde hatırlıyoruz maalesef.

Yine öğrenciyken Bornova Meydanında garip bir İşhanı vardı. Meydanın doğu cephesinde uzun ince bir bina. Adeta set gibi. Çok yıllar sonra yıkıldı bu ve arkasındaki kilise ortaya çıkınca, bu iş hanının neden yapıldığını anlamış olduk.

Meslek yaşamımın son bölümlerinde Ege Üniversitesi Rektör Danışmanlığı görevinde de bulundum. Rektör Prof. Dr. Candeğer Yılmaz hocamız görüşlerime değer verdiği ve çoğu zaman da önemsediği için, belli bir süre aktif bir görev dönemim oldu.

O muhteşem Rektörlük binası, Lavanten Köşkünün en güzel odalarından biri ofisim olmuştu. Orada çalışmaya ve bahçeyi seyretmeye doyamazdım. Dersim olmadığı zaman vaktimin çoğunu burada geçirmek isterdim.

Kampüsümüz de güzeldi ama bu eski yapıların atmosferinden epeyce uzaktı. Tabi kampüs içinde kalan bazı eski yapı ve köşkler de vardı.

Günün birinde Rektör hocamızla sohbet ederken, “hocam bizim kampüste ne eksik biliyor musunuz” diye sohbete başladım. Balkonda bazen böyle çay sohbetleri yapardık. “Nedir?” diye sordu. Bu kadar büyük bir kampüste bir tane bile heykel yok dedim. Bu hiç gündeme gelmemişti. Hemen heyecanla projelendirmeye başladı. Heykel çalıştayı düzenlendi. Çalıştaya katılan sanatçılar heykellerini kampüste yapacaklar ve onların bir kısmı kampüste kalacaktı. Ardından heykel sergileri yapıldı.

Bir şehir ve özellikle de üniversite kampüs alanı heykelsiz olur mu? Olmuştu.

Bir 10 Kasım töreniydi sanırım. Rektör ve yardımcıları şehir merkezinde törene katılacaklardı. Rektör hocamız sen burada kal. Siz de personel ile burada küçük bir anma töreni yapın dedi. Sekreter arkadaşlara sordum, nerede yapılıyor tören diye. Bina içinde bir Atatürk büstü vardı, onun önünde yapılıyormuş.

Bu da aklıma başka bir fikir getirmişti. İktisat Fakültesi’nin eski binasının ya da ilk üniversite binasının bahçesinde orijinal bir Atatürk büstü vardı. Bu dünyada çok ender örneklerden biri olan heykeltıraş Krippel’in Atatürk’ün yüzüne dokunarak bire bir hatlarla ve hacimde yaptığı özel bir sanat eseriydi.

Bu büst birkaç defa da ufak tefek saldırılar da yaşamıştı. Buradan bir öneri ürettim. Orijinal büstü Rektörlük Binasının bahçesine taşıyalım, imitasyonunu orijinal yerine koyalım diye. Bu da kabul gördü. Şimdi Rektörlük bahçesinde resmi bir tören yapılması gerekiyorsa, tören alanı da oluşmuş oldu.

Biraz kendi anılarım gibi bir anlatım oldu ama bazen kişisel hikayeler o şehrin dönüşümü ve şehirleşme serüveni hakkında da bize ip uçları sunabilir.

Şehrin merkezinde beni en çok rahatsız eden hatalardan biri meydan ve şehrin tarihine karşı özensiz hamlelerdir.     

Şehri şehir yapan değerleri arasında kentin kamusal alanları ve tarihi değerlerinin ihmal edilmemesi gerekir. Örneğin Varyant’tan başlayıp, İzmir Arkeoloji Müzesi, Eski Devlet Hastanesi, Milli Kütüphane, Elhamra Sineması ile devam edip, Hükümet Konağına kadar devam eden çok önemli bir mimari hat bulunmaktadır. Bu saydığımız binalar sadece bina değil aynı zamanda birer sanatsal ve tarihi eserdir.

Şimdi bunların etrafına ve yanlarındaki binalara bir göz atalım. Çok katlı otopark mesela. Bu mimariye uygun mu ya da sözünü ettiğimiz bu hatta zarar vermiyor mu? Elhamra Sinemasına bitişik çok katlı binalara bir göz atalım. Hangi şehircilik ve mimari kurala göre bunlar yapılmıştır. Yine bu tarihi ve mimari hat ile meydanın bağını kesen TİBAŞ İşhanı da doğru bir yapılaşma olamaz.

Bir zamanlar Konak Meydanı’na AVM inşaatı da meslek odalarının açtığı dava sonucu engellenmişti. Bu inşaatı SHP’li Belediye Başkanı Yüksel Çakmur projelendirmişti.

Yine iki seçim dönem öncesine ilişkin bir anım var. CHP İl Başkanı Kemal Karataş, Konak Belediye Başkanı adayı olmuştu. Ardından yasal prosedüre uymadığı için adaylığı düşmüştü. Adaylığı için hazırladığı bazı projeleri basın aracılığıyla paylaşmıştı. Bunlardan biri Kemeraltı’nı Şanzelize gibi yapmaya yönelikti. Bunun için meydandaki Hükümet Binası ve bazı tarihi binaları başka yere taşımayı öneriyordu. Bunu esprili bir yazı ile eleştirmiştim.

Bu tecrübeler bana partilerin bir süredir adeta kente karşı aynı bakış açısına sahip olduğunu gösteriyordu.

Her Belediye yönetimi kendince şehre bir şeyler katmak istiyor ama bir perspektif sorunu var. Ben yaptım oldu havası önde. Ve farkına varmadan, yine parti ayrımı olmaksızın kent genellikle rant yaratma kapasitesi üzerinden görülüyor. İnşaat ya da bina olmayan kentsel alanlar, boş alan gibi görme alışkanlığı çok yaygın.

İlk defa yıkılan Eski Buca Cezaevi alanı için Buca ve Büyükşehir Belediyesinin doğru bir tavırla kentten yana tutum aldıklarını gördük. Deprem sırasında adeta mezarlıklar dışında yeşil alanı kalmamış bir şehirde bu alanın kamusal olarak tasarlanması çok doğru bir tutum. Nitekim Meslek Odaları da bu yönde tavır aldılar.

Kentlerin rant değeri yaratma kapasitesi arttıkça, adeta ruhu zayıflıyor. Hem kamusal alanlar feda edilebiliyor hem de tarihsel ve mimari değeri olan mekanlar gözden çıkarılıyor.

İzmir’in iki önemli yeşil alanından biri Kültürparktır biri de Buca’daki Hasanağa Bahçesi’dir. İkisinin de yeni dönem planlama ürünü olmaması dikkat çekici değil mi? Yeni dönem şehirciliği hiç böyle alanlara tahammül edebilir mi? Nitekim bir süre önce Kültürpark tartışmasında, dönemin İzmir Ticaret Odası Başkanı Ekrem Demirtaş, “yeşil arayan ormana gitsin” demişti.

Hadi başka iki yerden daha söz edelim. Biri Bayraklı’daki Smirna Antik kenti, diğeri Agora ile Kadifekale hattı.

Bu iki alan İzmir’in tarihinde kuruluş yerleri olarak önemlidir. Ama her ikisinin de hem yerel yönetimler hem de kentliler tarafından gerekli ilgiyi gördüğü söylenemez. Her ikisinin de etrafında oluşan yapılaşma ve bölgeye ilişkin bir düzenleme olmaması doğru bir kent yönetim anlayışı değil. Buralarda hiç çalışma yok demiyorum ancak yeterli olmadığını ifade etmek gerek. Yine Agora Antik Kenti ile rekabet eden ve adeta burayı perdeleyen çok katlı otopark bu konudaki özensizliği net olarak göstermektedir.

Kent sadece binalar ve meydanlardan ibaret fiziki bir mekân değil şüphesiz. Yurttaşlar, sosyal gruplar, kültürler ve sermaye ile şehir ilişkilerinin düzenlenmesi de kentsel politika konusuna dahildir.

Bir başka açıdan bakınca, kent politikalarının dönemlere göre değiştiğini net olarak görebiliriz. Cumhuriyetin ilk dönemi kamu binaları ve kamucu politikaların öne çıktığını söyleyebiliriz. İdari binalar, meydanlar, okullar, kütüphane, opera ve tiyatrolar hız kazanır. Liberal politikalara geçilen çok partili dönemde ise, yollar, ticari alanlar önem kazanır. Bugün kente damgasını vuran mekânlar ise, AVM’ler ve gökdelenlerdir. Bu tesadüf değildir. Kent bilimci Manuel Castels’in ifadesi ile “gökdelenler, kapitalizmin katedralleridir.” İktidarın kente yansıması nasıl ki Ortaçağ’da katedraller ile kendini gösteriyorsa, bugün de AVM’ler ve gökdelenler ile göstermektedir. Artık kente hükmeden güç, Kilise ve din değil, sermayedir.

Neoliberal kent yönetim anlayışı, günümüzde kendini “marka kent” hedefi ile ortaya koymaktadır. Liberali, sosyal demokratı, muhafazakârı fark etmiyor neredeyse tüm kent yöneticileri hep bu tanımla hareket ediyor. Oysaki marka kent, liberal bir tanımdır ve kenti piyasa anlayışı ile pazarlamaya yöneliktir. Sosyal demokrat ve sosyalistlerin tanımı olsa olsa kimlikli/kişilikli kent olabilir. Bu basit bir ayrım değildir şüphesiz. Marka kent hedefi peşinde koşarsanız, kenti pazarlama nesnesine indirgersiniz. Oysa kimlikli kent tarifi yaparsanız, daha korumacı bir anlayışa yönelirsiniz ve her değerin pazarlama nesnesi olmadığını fark edersiniz.         

Anıl Yıldız: İzmir yoğun göç alan bir kent. İzmir’in göç konusundaki sosyo – kültürel olarak son durumu nedir?

Engin Önen: İzmir de diğer bir çok metropol kent gibi yoğun göç alan bir kent. Bunun klasik nedenlerini biliyoruz. Ellili ve altmışlı yıllarda kırsal kesimden kentlere doğru kitlesel göçler başladı. Bu kırdaki ve kentteki dönüşüm ile ilgili bir sonuçtu. Klasik göç kuramlarında öğrenciliğimizden beri açıklama şemamız, kırın itici ve kentin çekici faktörleriydi. Tarımda makinalaşma işgücü fazlalığını ortaya çıkarıyordu ve kentlerde başlayan sanayi tesisleri de ucuz işgücü ihtiyacı duyuyordu. Gecekondulaşma da bu sürecin ürünü olarak kentin hem çehresini hem de yapısını değiştiriyordu. Sosyolojik kuramlar bu süreci açıklamak için de “geçiş dönemi”, “ikili yapılar” gibi çeşitli kavramlar üretiyordu. Kentlere yığılan bu kırsal/geleneksel kitleler zamanla kentleşecek, yani modernleşecekti. İzmir’in aldığı göçün karakteri ve yoğunluğunun zamanla değişim gösterdiğini de gözlemliyoruz.

Bazen göç veya araştırma teknikleri dersinde, öğrencilerime şöyle bir soru sorarak tartışma açmaya çalışırdım: “İzmir en çok nereden göç almaktadır?” ve bazen de “İzmir’in en çok göç alan bölgesi hangisidir?” Birinci soruya istisnasız Mardin yanıtını, ikinci soruya da Kadifekale yanıtını alırdım. Buradan başlayarak önyargı, kanaat ve görünen ile gerçek sorununun sosyolojik araştırma tasarımında ne kadar önemli olduğunu açıklamaya çalışırdım.

İzmir en çok Aydın, Manisa, Muğla ve giderek de İstanbul’dan göç almaktadır. Bu iki açıdan önemlidir. Birincisi diğer bazı metropollere göre İzmir, yakın çemberindeki yerleşimlerden daha yoğun göç almaktadır. Bu da fiziki ve kültürel mesafe yakınlığı nedeniyle, göreli olarak uyumu kolaylaştırmakta ve yine göreli olarak daha yumuşak bir kentleşme ortaya çıkmaktadır.

Bununla bağlantılı diğer ikinci boyutu ise, fiziki ve sosyal mesafesi daha fazla olan yerlerden gelenlerin kentte daha görünür olması ile ilgilidir. Pek çok kişi göç denince Doğu bölgelerinden gelen ve muhtemelen Kürt olan göçmenleri aklına getirmektedir. Sorun olarak da gecekondulaşmayı görmektedir. Çünkü Manisa ve Aydın’dan gelen göçü hissetmemekte ve daha önemlisi göçü bir sorun olarak algıladığı için diğerini algılamaktadır. Yine plansız apartmanlaşma, imar yoğunluğu ve gökdelen yayılması da sorun olduğu halde, kamuoyu onları gecekondu gibi bir sorun olarak algılamamaktadır. Bu konu da oldukça detaylı açıklamaları ve tartışmaları hak etmektedir ama biz ana hatları ile bir özet yapmaya gayret edelim.

Modernleşmenin yarattığı kır kent göçü, aslında belli bir doygunluk düzeyine gelmişti. Yani kırın ittiği ve sanayinin ihtiyacı kadar nüfus çektiği dönemden sonra da göçlerin durmadığı gözükmektedir. Göçü sadece kentte iş bulma olanağı ile açıklamak eksik olur.

Bizde uzun yıllardır uygulanan popülist kent politikaları da göçün önemli nedenlerinden birini oluşturmaktadır. İmar afları ve yeni imar planlarını kastediyorum. Sıkça uygulamaya konan imar afları, kaçak yapılaşmayı teşvik edici bir rol oynamaktadır. Son depremlere kadar bu çok yoğun kaçak yapılaşmaya yol açmış en önemli faktördü. Üstelik eskiden olduğu gibi, sadece yoksul kırsal göçmenin başını sokacağı barınak değil, kentin modern bölgelerinde, tarım alanlarında, kıyı bölgelerinde de yoğun bir şekilde kaçak yapı furyasına yol açmıştır.

Kentsel alanların rant yaratma kapasitesi de göçü teşvik eden en önemli unsurlar arasındadır. İmar planları ile yaratılan imar hakları ise adeta dünyada görülmemiş bir rant aktarım mekanizmasına dönüşmüştür. Tek katlı veya iki katlı yapıların yer aldığı bölgelerde çok katlı imar hakları ve imar kapsamında olmayan alanların imar alanına dönüşmesi, yoğun konut talebiyle birleşince muazzam bir kaynağa dönüşmektedir. Kamunun planla yarattığı bu rant arsa, arazi sahibine meslek hayatında elde edemeyeceği bir kazanç sağlamaktadır. Tek katlı bahçeli bir evi olan veya şehir içinde kalan bahçeye sahip olan bir kişi bir anda çok sayıda ev ve daire sahibi olma hakkına sahip olmaktadır. Kamunun plan ile yarattığı bu rantı, kamuya değil de mülk sahiplerine sunan bu sitem, uzunca bir süredir kentleşmenin en önemli dinamiği haline gelmiştir. Buna bağlı olarak kente göç etmek iş aramak dışında da cazip bir tutum olmuştur. Taşı toprağı altın tanımı bunu ifade etmektedir. İmar afları ve imar planları ile rant sağlama fırsatları hem kentlere göçü teşvik etmekte hem de yerel siyaset ile belediye yönetimlerinin bu mekanizma etrafında şekillenmesine neden olmaktadır.

İzmir’in aldığı göç meselesinde yeni bazı trendlerin de etkisini görmekteyiz. Son dönem araştırmalarda artık kentin çekiciliği değil de iticiliği üzerinde de durulmaktadır. Özellikle yeni orta sınıfların metropol dışında da yaşam alanları arayışları dikkat çekmektedir. İki Yerli Hibrit Yaşamlar diye bir kavram üretilmiştir mesela bu süreci açıklamak için. Hem metropol hem kırsal alanda yaşama isteği. İsteği değil bir süredir giderek yayılan bir tarza dönüşmektedir bu da metropollerdeki orta sınıf mensuplarının bir kısmı kıyı bölgelerinde arazi ve ev sahibi olmak istemektedirler. Çok az bir kısmı tamamen kırsal bir alanda yaşamayı tercih etse de büyük çoğunluğu ikili bir hayat sürmektedir. Yeni iletişim teknolojileri de bu hayat şeklini kolaylaştırmaktadır. Ayrıca burada Simmel’in ünlü “Metropol Hayat ve Zihniyet” makalesinde hatırlattığı önemli bir ayrıntı bulunmaktadır. Metropol insanı, bu hayatın ritminden, yapaylığından ve mesafeliliğinden sıkılır ve kırsal yaşamı özler. Ama bu insan aynı zamanda metropole müpteladır, oradan kopamaz.

Yirmi otuz yıl önce bir sosyolog, kente değil de kıra yönelik göçten söz etme şansına sahip değildi. Bu durum istisnaydı. Ferdi Tayfur sanırım en az otuz yıl önce böyle bir şarkı söylüyordu. “Hadi gel köyümüze geri dönelim, Fadime’nin düğününde halay çekelim” şeklinde sözler içeriyordu bu şarkı. Biz de bu ta şarkıda olur diyorduk.

Oysa şimdi güçlü bir eğilim. Yeni köylüler, şehri terk edenler, emekli olup köyüne dönenler gibi birçok yeni göç hikâyesi yaşanmaktadır. Hatta YouTube’da, sırf bu göç öykülerini konu alan çok sayıda internet kanalı bulunmaktadır. Emekli olup köyüne dönenler, profesyonel meslek sahibi olup kırsala yerleşenler, kırda yeni ticaret alanları yaratan kentliler v.b.

Sonuç olarak yapısı gereği İzmir böyle bir göç dalgası ile de karşı karşıya. Özellikle Yarımada başta olmak üzere, sahil kasabaları ve köyler yeni mevsimlik ve daimi göçler almaktadır. Bunun en önemli sonuçlarından biri tarımsal alanların ve kıyıların plansız bir şekilde yapılaşmasıdır. Doğal olarak tarla ve arazilerin rant değerinin artışı, köylülerin topraklarını satma eğilimini güçlendirmektedir. Hatta çok çarpıcı bir sonuç, Yarımada’daki birçok köyde bakkal ve kahvehaneden çok emlakçı ofisi bulunmasıdır. Yarımada’da bir süre öncesine kadar temel sektör turizm ile tarım ve hayvancılık olduğu halde, şimdi ona inşaat sektörü de eklenmiş bulunmaktadır. İnşaat en yaygın işlerden biri olunca onun da kendine özgü yarattığı bir göç hareketi söz konusu olmaktadır haliyle.

Yavaş Şehir olarak ünlenen Seferihisar’da inşaat alanları katlanarak artmakta, trafik sıkışıklığı ve otopark önemli sorunlardan biri haline çoktan gelmiş durumdadır. Alaçatı ve Çeşme zaten bu sorunlarla baş edemez durumdadır.

Anıl Yıldız: Günümüzde özellikle göç, göç politikaları, sığınmacılar konusu sıklıkla tartışılmakta. Göç’ün Türkiye’ye sosyolojik etkisi üzerine neler söylersiniz?

Engin Önen: Son yıllarda ülkemizin en önemli sorunlarından biri de Sığınmacılar sorunudur. Hatta seçim kampanyasının bile en temel konularından birini oluşturduğuna tanıklık ettik.

Sağlıklı olarak sayıları bilemiyoruz. Milyonlarca olduğunu biliyoruz ve ağırlıklı olarak Suriye’den olmak üzere, Irak ve Afganistan da çok sayıda sığınmacının şu anda Türkiye’de bulunduğunu biliyoruz. Bunların büyük çoğunluğu sınır bölgelerinde olsa da başta İstanbul olmak üzere her metropol kentimizde çok sayıda sığınmacı yaşamaktadır.

Bu konuda parti temsilcileri düzeyinde yapılan tartışmaların çok sağlıklı ve gerçekçi olduğunu düşünmüyorum doğrusu. Buna değinmeden önce bu büyük ve travmatik göç olayından kısaca söz etmekte yarar bulunmaktadır. Savaş ve can güvenliği kaygısı ile ülkelerini terk eden milyonlarca insanın Türkiye ve oradan da Avrupa’yı hedeflediğini biliyoruz. Bir kısmı bunu başarmakla birlikte, büyük çoğunluğu Türkiye’de yaşamını sürdürmektedir. Türkiye’nin izlediği sığınmacı politikası ve Avrupa Birliği ile yapılan anlaşmaların da bunda rolü bulunmaktadır.

Son dönemlerde her ne kadar bu sığınmacıların vatandaşlık ve seçmen haklarını elde edip etmediği konusunda daha fazla tartışsak da, meselenin başka bir boyutu daha bulunmaktadır. Ülkenin her bölgesine yayılmış olan sığınmacı akını bir yandan kontrollü statüde ama sayısını bilmediğimiz miktarda da kayıtsız/belgesiz göçmen tarzında bulunmaktadır. Sığınmacıların önemli bir bölümü kentlerde ve kırsal kesimde oldukça düşük ücretlerle ve güvencesiz şekilde çalıştırılmaktadır. Her ne kadar, devlet bunlara sağladığı imkânları kendi vatandaşına sağlamıyor şeklinde bir görüş yaygın kabul görse de, sığınmacıların farklı statü ve koşullarda burada yaşam mücadelesi verdikleri de bir gerçektir.

Sınır güvenliği ve sığınmacıların kabul edilme politikaları eleştirilebilir tabii ki. Ancak hepsini en kısa sürede göndereceğiz görüşü gerçekçi değildir ve bugünün dünyasında mümkün de değildir. Irkçı bir söyleme düşmemek için “Suriyeli kardeşlerimizi göndereceğiz” şeklinde bir dil kullanılsa da bunun gönüllü olma ihtimali çok azdır. Daha doğrusu belli şartlar sağlandığı takdirde bile dönmeyi tercih etmeyenler olacaktır. Dünya’nın hiçbir yerinde bu kadar kitlesel bir göç hareketinin geriye döndürüldüğü görülmemiştir. Hele bu çağda.

Kişisel olarak, kentteki gündelik yaşamımda ve diğer bazı illere yaptığım gezilerde bu konuda epeyce gözlem sahibi oldum. Bunlar konuyu her yönüyle açıklamaya yetersiz olmakla birlikte, olayı anlamamıza yardımcı olabilecek ipuçları sunabilir.

Herhangi bir işte çalışmayıp, kamplarda yaşayanlar olmakla birlikte, hemen her şehirde yerleşmiş ve iş sahibi olmuş sığınmacılar bulunmaktadır. İşyeri açanlar ama özellikle ucuz işgücü olanağı ile çalışanlar bulunmaktadır. Tarımsal alanda tarlalarda ve hayvancılık işlerinde çalışan binlerce sigortasız sığınmacı bulunmaktadır. Sınıra yakın kentlerdeki sanayi tesislerinde de işveren için uygun şartlarda istihdam edilen sığınmacı sayısı az değildir. Bazı kentlerde belediye taşeron firmaları tarafında yol ve diğer alt yapı işlerinde çalıştırılan sığınmacılara da rastladık.

İzmir’de özellikle Gültepe ve Basmane bölgesinde sığınmacı yoğunluğu dikkat çekmektedir. Arapça tabelalar, Suriye ve Irak mallarının bulunduğu dükkânlar hiç de az değildir.

Bazı illerde Afgan-Türk Derneği adında örgütlenmelere de rastladık. Bu tip örnekler, söz konusu sığınmacıların buraya kök salma eğiliminde olduğunu göstermektedir.

Kayıtsız sığınmacı sayısını bilmek mümkün değil. Bunların önemli bir bölümü tehlikeli ve istismara açık iş ve ilişkileri de kabul etmeleri sürpriz değildir.

Şu anda politikacıların diline ve partilerin sığınmacı politikalarına baktığımızda, çok yaygın ve baskın bir sığınmacı karşıtlığı görülmektedir. HDP ve TİP gibi birkaç istisna dışında sığınmacı karşıtlığı çok ön plana çıkmaktadır. Tabii iktidarı ve muhalefetiyle seçmenlerin büyük bölümüne bu durum sığınmacı/yabancı düşmanlığından nefretine kadar uzanan bir sonuç doğurmaktadır.

Savaş ve katliamlar dönemi dışında da bu sığınmacı akınının devam etmesi, bu sorunun çok kapsamlı ele alınmasını gerektirmektedir. Savaştan kaçanların korunması çeşitli uluslararası sözleşmelerde de güvence altına alınmaktadır. Ancak bu genellikle geçici bir durum olarak kabul edilir. Savaş koşulları ortadan kalkınca, sığınmacıların ülkelerine geri dönmeleri beklenir.

Aynı yoğunlukta olmasa da Türkiye’nin doğu ve güney sınırlarından bir sığınmacı göçünün sürdüğü açıktır. Savaş ve baskıcı rejim koşullarından kaçmak kadar, yoksulluktan refaha ve baskıdan özgürlüğe göçmek de çok önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Hatta Suriye’deki savaş ve Afganistan’daki rejimin katliamları ile ülkesini terk eden sığınmacıların önemli bir kısmının şartlar değişse bile ülkelerine dönmek istemedikleri ve istemeyecekleri kesindir. 12 Eylül döneminde Türkiye’den Batı ülkelerine kaçan, sığınma hakkı talep eden kaç kişi göreli normalleşme sonucu ülkesine geri dönmüştür. Kaldı ki Türkiye, Suriye ve Irak ile kıyaslanamayacak şartlara sahip bir ülkedir.

Kitlesel göçlerin olduğu yerde bir yabancı düşmanlığı ve hatta da ırkçı reaksiyonlar da yaşanır. Almanya ve diğer Avrupa ülkelerindeki Türk düşmanlığı hafife alınacak bir şey değildir.

Ağırlıklı Suriye, Afganistan ve Irak’tan ülkemize yönelik sığınmacı göçü, hem yoğunluğu ve miktarı ile hem de ülkede yaşanan yoksulluk ve ekonomik kriz nedeniyle sığınmacı düşmanlığını körükleyen bir etki yapmaktadır. Bir kesimde de bunların Müslüman olması ve iktidar ile yakın ilişkileri de ayrıca negatif etkiye neden olmaktadır.

Politikacıların, popülizm uğruna sığınmacı düşmanlığına katkı yapacak dilden uzaklaşmaları ve bu soruna gerçekçi yaklaşmaları yararlı olabilir. Tamamını göndermek, bugünün dünya koşullarında imkânsızdır. Ancak ilgili ülkelerle geliştirilebilecek ilişkiler çerçevesinde bir bölümünün geri dönüşü kolaylaştırılabilir.        

Anıl Yıldız: İzmir’in kent merkezini ve ilçelerini iyi bilen bir sosyologsunuz, Alaçatı ve Narlıdere üzerine kitaplarınız da var. Bu kitaplarda; göç, yerel politikalar, kentin yapısı v.s. üzerine ulaştığınız sonuçlardan kısaca bahsedebilir misiniz?

Engin Önen: Evet, mesleki yaşamım boyunca, İzmir’in merkez ve çevre ilçe ve köylerinde epeyce araştırma gerçekleştirdim. Bunların bir kısmı araştırma projeleri aracılığıyla oldu, bir kısmı verdiğim derslerin uygulaması şeklinde gerçekleşti. Kadifekale, Gültepe, Bayraklı, Uzundere bölgelerinde kentsel dönüşüm araştırmaları gerçekleştirdik. Çok sayıda köyde de kırsal dönüşüm üzerine saha araştırmalarımız oldu.

Alaçatı ve Narlıdere kitaplarını emekli olduktan sonra yazdım. Her ikisi de en az iki yıl literatür taraması ve saha çalışması sonucu ortaya çıktı. Bu iki yeri seçmemin iki temel nedeni bulunmaktadır. Birincisi biraz pratik neden. Ben Alaçatı Nahiyesine bağlı Germiyan Köyü’nde doğdum büyüdüm. Kendimi halen de oralı görürüm. Aile öykümü merak edip araştırmaya kalktığımda hem baba tarafından hem anne tarafından bir Alaçatı safhası olduğunu öğrendim. Narlıdere’ye gelince uzun yıllardır burada yaşamaktayım. Yaşadığım yeri, öyküsünü merak ediyorum. Bazı ön bilgilere tesadüfen ulaşınca, bunun araştırmaya değer bir yanı olduğunu düşündüm.

Bu iki yeri araştırmamın ve kitap olarak yayınlamamanın sosyolojik nedenleri de var tabii. Narlıdere’yi monografik olarak ele almaya çalıştım ama bu dinamik bir monografi olmak zorundaydı. Narlıdere göç öyküleri bakımından çok zengin bir veri alanıydı. Kültürel gerekçeli göçler dikkat çekiciydi. Yerli halkı Tahtacı ve Bayat Alevisi olan bir köy, nasıl olmuş da bir şehre dönüşmüştü. Göç çeşitliliği ve gecekondu serüvenleri nasıl yaşanmıştı. Mübadiller nasıl uyum sağlamıştı. Zengin bir veri tabanı sunuyordu.

Bu çalışma aynı zamanda bir bellek çalışmasıydı. Narlıdere son elli, altmış yılda bambaşka bir yer olmuş. Hafıza mekânı neredeyse kalmamıştı. Geleneksel Cemevi/Yukarıköy Dede evi müzeye dönüşmüştü ama bunu sosyal tarihi hakkında yeterince bilgi yoktu. Narlıdere adeta bir otel kent olduğu ve kuşaklar boyunca burada yaşayanı çok sınırlı olduğu için böyle bir merak da yoktu. Narlıdere kitabında hem Alevilerin öyküleri hem de burayı terk eden Rumların öykülerine yer vermeye çalıştık. Sınırlı sayıdaki bellek mekânını da kayıt altına almaya gayret ettik.

Gelelim sosyolojik boyutuna. Kentleşme ve göç araştırmalarında yaygın eğilim, kırdan kente göç ile kentlerin büyümesini araştırmaktı. Göç kırdan kente gerçekleşiyordu ve kentleşme de kentlerin çeperine eklenmelerle büyümesi anlamına geliyordu. Üretilen kavramlar da genellikle bu eğilime göre idi. Gecekondu, ikili yapılar, geçiş dönemi v.b.

Oysa biz Narlıdere araştırmasında bu modelin dışında bir örnek ortaya koyduk. Köyün kente dönüşmesi ve köylerden köye göç öyküleri. İlk dönem göçlerde kültürel/mezhepsel faktör ön planda. Şimdi böyle olunca kentlileşme dediğimiz olay, yani kente gelen kırsal nüfusun kentin yerli ve kentli nüfusundan etkilenmesi, modernleşme şeklinde gerçekleşmiyor. Köylü, yine köye gelmiş. Modernleştirici güç yok. Daha doğrusu kentlileşme çok yıllar sonra, imar planları değişimi ile büyüyen çok katlı yapılara göç eden kentliler ile mümkün olabiliyor.

Çok çeşitli göç hikâyelerinin yanı sıra hemşehrilik ve mezhepsel örgütlenmeleri de bu çalışmada ele almaya çalıştık. Bunun yerel siyasete ve yerel yönetime yansımalarını da siyaset sosyolojisi açısından değerlendirmeye çalıştık.

Alaçatı kitabı fikri, daha önce gerçekleştirdiğimiz bir alan araştırması ve onun makale halinde yayınlanması sonrası çıktı. Daha önce Kadifekale’de kentsel dönüşüm araştırması gerçekleştirmiştik. Bu sırada konuyla ilgili literatür araştırması yaparken, kentsel dönüşüm kavramının ne kadar çok boyutlu olduğunu gördüm. Bütün kentler dönüşüyordu ama bazıları daha radikal ve farklı dinamiklerle dönüşüyordu. Alaçatı’yı hangi kavramsal çerçeve ile açıklayabileceğimi düşünürken soylulaştırma kavramı ve modeli üzerinde yoğunlaştım. Alanda gerçekleştirdiğimiz nicel ve nitel verilere yönelik araştırma sonucunda Alaçatı’daki dönüşümü, Metropol Dışı Soylulaştırma örneği olarak ele almayı uygun bulduk. Çünkü bu zamana kadar yaşanan soylulaştırma örnekleri genellikle İstanbul’da ve eski tarihi alanlarda gerçekleşmişti. Alaçatı da tarihi ve mimari değeri olan mekânlardan oluşuyordu. Yeni orta sınıfların yeni hayat tarzı olarak ortaya çıkan çok yerli hibrit yaşam eğilimi, bu anlamda Alaçatı’yı çekim merkezi yapmıştı. Buradaki dönüşüm oldukça sertti ve yerli ahaliyi dışa atıyordu. Soylulaştırma dediğimiz süreç de böyle bir şeydir zaten. Kitapta bu süreci ayrıntılı örneklerle ele almaya gayret ettik.

Tabii sadece son dönem soylulaştırma sürecini değil, Alaçatı’nın sosyal tarihi de oldukça ilginç bir örnek oluşturuyordu. Belki de hiçbir il veya kasabada yaşanmamış bir olaydı bu. Yaklaşık iki yüz yıllık tarihi içinde Alaçatı dört ahaliye ev sahipliği yapmış bir yer. Öyle böyle değil ama biri gelince bir öncekini dışa atacak şekilde. Alacaat Köyü birinci evre kabul edersek, Rum göçmenlerin akını ile Türk ve Müslümanların burayı terk edip çevre köylere göçmesiyle Alaçatı, Alatsata’ya dönüşmüş. Kurtuluş Savaşı sonrası ise Muhacir ve Mübadil kasabasına. Son dönemde ise İstanbullu orta sınıfların turistik kasabası oldu Alaçatı.

Yukarıda ele aldığımız kent yönetimi ve kent planlaması açısından da Alaçatı çok kötü örneklerden biridir. Bu dönüşümü sadece turizme açılmak, sermayeye davet olarak algılayan kent yönetimi, ne yazık ki bu sürecin dinamiklerini dikkate almadan bir planlama yapmış ve kontrolsüz/denetimsiz bir yapılaşma ve restorasyon süreci başlamıştır. Yoğun taleple rant üretme kapasitesi artınca lümpen sermaye akını da başladı. Planlama yanlışları yüzünden dinlence ve eğlence alanları birbirinden ayrılmayınca tam anlamıyla bir curcuna ortaya çıkmıştır. Otel ile bar yan yana olunca, birinin yatma saati, diğerinin müzik ve eğlence saatine denk düşüyordu.  

Rant ve sermaye beklentisi ile planlama sırasında kamu alanları oldukça sınırlanmıştır. Merkez bölgede Kilise/Camii avlusu dışında ücretsiz kullanılacak bir alanı olmayan bir şehir ortaya çıkmıştır.    

Anıl Yıldız: İzmir, genç nüfusun yoğun olarak yaşadığı bir şehir. Kentin gençlik politikalarına dair neler söylersiniz? İzmir’deki gençleri potansiyel olarak diğer şehirlerde bulunan gençlerden ayıran yönler sizce nelerdir?

Engin Önen: Ülkenin hemen her yerinde genç nüfus fazla. Bu demografik yapımızla ilgili bir durum. Son yıllarda değişen eğilim, emekli nüfusun Ege’ye yönelmesi durumu belki. İzmir ve ilçeleri mevsimlik veya daimi olarak sürekli emekli nüfusu almaktadır. İzmir gençliği diye genel bir değerlendirme yapmak mümkün mü bilmiyorum. Üniversite gençliği var, köy gençliği var, gecekondu gençliği v.b. Mesela köyler sürekli genç nüfus kaybetmektedir.

Genel olarak İzmir gençlerin tercih edeceği bir şehirdir diyebiliriz. Doğası gereği genç özgürlükçüdür. Ama pek çok şehir sokakları ve hayat tarzı ile gençliğin rahat edeceği özellik taşımaz. Metropoller kısmen anemik ortamlar olduğu için tam bir baskı hissedilmeyebilir ama yine de Anadolu’da çok sayıda şehir halen muhafazakâr özellikleri ile gençlerin çok rahat edebileceği mekân ve ortamlara sahip değildir. Her ne kadar kentin havası özgür kılar diye bir Alman atasözü bulunsa da bu daha ziyade Batı toplumları için geçerli bir önerme olabilir belki. Urfa, Kayseri, Trabzon, Rize gibi çok sayıda şehirde, şehrin muhafazakâr yapısı sokağa da yansımakta, gençlerin çok da tercih edeceği bir özgürlük ortamı sunmamaktadır. Ancak öte yandan özellikle bazı üniversite şehirlerinde, gençlerin varlığı da o şehrin sosyal, kültürel havasını değiştirebilmektedir. Bu Erzurum için geçerli değil ama Eskişehir için geçerlidir.

Tarihsel olarak da düşündüğümüzde İzmir, gençleri özgür kılan bir şehirdir diyebiliriz. Bu sayede İzmirli gençler daha iyi eğitim ve sanat üretimi içinde olabiliyorlar. İzmir aslında göreli olarak daha nitelikli gençler yetiştirmektedir. Ancak bilim, kültür, sanat alanlarında üstün nitelikli gençlerin İzmir’de kalma arzuları sınırlıdır.

ODTÜ, Boğaziçi, Koç, Sabancı üniversitelerinde İzmirli öğrenci sayısı bir hayli yüksektir. Çünkü İzmir’de bu nitelikte üniversite yoktur. Ayrıca İzmir üniversitelerinde başarılı olan çok sayıda genç mezun olunca ya İstanbul ya da Yurt dışına gitmeyi tercih etmektedir. Aslında spor alanını da buna ekleyebiliriz. İzmir için bu yeni bir durum değil aslında. Uzunca bir süredir İstanbul ülkenin sadece ekonomi merkezi değil, küreselleşme ile dünyadaki konumu da değişen bir şehir.

İzmir ile İstanbul arasındaki göç hareketi, genç ve emekli nüfus değişimi şeklinde olmaktadır. İzmir burada genç nüfus verip emekli nüfus alan konumdadır diyebiliriz. 

Anıl Yıldız: Sanat sosyolojisi, bir kültür sanat politikası oluşturma anlamında kent sosyolojisiyle birlikte ele alınınca nasıl yol açıcı üretimler sağlar? Bu noktada eğitimleri, kültür sanat inisiyatiflerinin konumunu, atölyeleri nasıl değerlendirirsiniz?

Engin Önen: Her ne kadar kentler, öncelikle sanayi ile ilişkilendirilse de, aslında kentler sanat ve kültür üretim merkezleridir. Burjuvanın öncülüğünde kentler, kentli olma ve kentsel yaşam özellikleri içinde kültür sanat faaliyetleri vardır. Kentler çağdaşlaşma merkezleridir. Kıra karşı modern olanı temsil eder. Bu da sadece ekonomik bir özellik değildir. Aynı zamanda kültür ve sanat ile ilgili bir şeydir.

İnsanın burjuvalaşmasını sağlayan özellikler sadece mülk sahipliği ile tarif edilmez. Kılık kıyafeti, evinin mimarisi, müzik dinlemesi, duvarına asacağı resimler, bahçesindeki heykellere kadar pek çok kriter dikkate alınmak zorundadır.

Şehirli dediğimizde de aslında kastettiğimiz sadece şehirde yaşamak değildir. Kültür sanat eserlerini izlemeyen, onlarla teması olmayan insanlar bu anlamda/geleneksel anlayış gereği kentli davranışlara sahip kişiler olarak görülmezler. Gerçi bugünün şehir ortamları klasik dönemden bir hayli farklı olsa da yine de şehirler kültür ve sanat merkezidir.

Cumhuriyetin öncelikli projeleri arasında Tiyatro ve Opera kurumlarının yer alması tesadüf değildir. Ancak bugün kültür sanat faaliyetleri hem çok çeşitlenmiş hem de belli bir endüstriye dönüşmüştür. Kültür sanat faaliyetlerinin üretimi ve kitlelere ulaştırılması olanakları çoğalmıştır.

Bugün artık, yerel yönetimlerin de, yol yapmak ve çöp toplamak kadar asli görevleri arasındadır kültür sanat faaliyetleri. İzmir’deki sanat atölyeleri hakkında özel bir bilgiye sahip değilim. Ancak genel olarak İzmir ve sanatçı konusundan bazı gözlemlere sahibim pek çokları gibi. Az önce gençlik konusunda söylediğim durum bu konuda da geçerlidir. Amatör kültür sanat faaliyetleri son derece önemli ve yararlı bir etkinliktir şehir için. Ancak bunun endüstrisi oluşunca, İstanbul yine bir kara deliğe dönüşüyor. İzmir’de yetişen spor, sanat ve edebiyat insanının İzmir’de kalma şansı hemen hemen hiç yok. Ekonomi ve ticaret merkezi olduğu gibi kültür ve sanat endüstrisinin merkezi de İstanbul olduğu için, İzmir sanatçısını ve edebiyatçısını burada tutamıyor. Daha geçenlerde Cannes Film Festivalinde, en iyi kadın oyuncu seçilen Merve Dizdar’ın İzmirli olmasıyla övünmeye başladık.

Halit Ziya’dan Atilla İlhan’a, Necati Cumalı’dan Sezen Aksu’ya bu şehrin yetiştirdiği onlarca edebiyatçı ve sanatçı İstanbul’a hicret etmeyi tercih ediyorlardı. Öğrencilik yılları ve meslek yaşamımdan arkadaşım olan İhsan Oktay Anar gibi bir iki istisna hariç.

İsmini unuttum kitapları çok satan bir kadın romancı Urla’da yaşıyormuş. Ankara’da bir etkinliğe davet edilmiş günün birinde. İlgili kuruluş kendisine uçak bileti almış ama İstanbul’dan Ankara’ya. Yani kitapları bu kadar çok satan popüler bir romancı ise otomatik olarak İstanbul’dadır diye düşünmüşler.

Eskiden bunun istisnaları olarak Cevat Şakir ve Zeki Müren’in Bodrum’u tercih ettiği ve Can Yücel’in Datça’ya yerleşmesi örnekler vardı. Ama bunlar çok özel örneklerdi. Adeta sapma davranışı idi. Uzun yıllar geçti aradan şimdi yine Bodrum’da, Datça’da Urla ve Foça’da yaşamayı tercih eden sanatçı ve edebiyatçılar var. Mesela Ercan Kesal, Urla’yı tercih etti. Orada bir kültür merkezi de kurdu. Ama İstanbul’a bağımlı bir tercih bu. Hibrit yaşam yani.

İzmir böylece, yeni eğilim gereği, en azından sahil ilçeleri ve köylerine bazı sanatçı ve edebiyatçıları çekme potansiyeli taşımaktadır.

Anıl Yıldız: Günümüzdeki sosyal, siyasal, ekonomik sorunlar karşısında sanatın rolü, söz söyleme, iyiye yönelik değiştirme kudreti sizce nedir?

Engin Önen: İnsan biyolojik bir varlık olarak güvenlik ve beslenme ihtiyaçlarına sahiptir. Ama insan aynı zamanda kültürel bir varlıktır. Hatta insanın esas niteliği de bu belki. Kültüre tabidir, kültür üretir. Değerler ve normlar aleminde yaşar.

Ama bir de insanın ruhu vardır. Ruhu da doyurmak gerekir. İnsan ruhunu çeşitli geleneksel eğlence ve törenlerle doyurmaya çalışmıştır yüzyıllarca. Düğünler, bayramlar ve diğer birçok geleneksel tören bu işlevi görür. Dinlerin de ideolojik aygıt olma dışında böyle bir işlevi vardır. Pek çok dini ritüel insan ruhuna hitap ederek onu rahatlatır. Ancak özgür kılmaz. Sadece rahatlatır, huzur verir belki.

Ancak dini ve geleneksel ritüleller (büyü dahil) modern insanın ruhunu doyuramaz. Ama sanat ve edebiyatın böyle bir rolü vardır. Sanat ve edebiyat modern insana daha çok hitap eder. Neden? Daha özgürdür. İnsanın kendini tanıması, keşfetmesi, güzellikleri algılaması gibi birçok açıdan insan ruhunu, zihniyet dünyasını zenginleştirir. Başka şekilde düşünme yetisi de kazandırır.

Tiyatro için söylenen, insanı, insana, insanla anlatmak tanımı diğer bütün sanat edebiyat faaliyetleri için geçerlidir. Ses ile anlatmak, desen ile anlatmak, form ile anlatmak vb. Ama sadece insanı değil, insanın da dahil olduğu bütün ilişkileri anlatmak. Doğa da buna dahil.

Bu modern insanın olmazsa olmazıdır. Dinin bıraktığı boşluk ne ile doldurulacak. Felsefe Profesörü hocamız Ahmet Arslan da bir söyleşisinde, “modern insanın dini artık sanattır” demişti. Ona göre modern toplumu oluşturan insanlar din değil, sanatta arayacaklardır huzuru, mutluluğu ya da diğer ruhsal tatminleri.

edebiyathaber.net (13 Haziran 2023)

Yorum yapın