“Hiçbir davranış, söz ve iç çekiş yoktur ki, insanoğlunun işlemiş ve işlemekte olduğu bütün suçları içermesin.”
Dışarıda deli bir yağmur var, sabahın ilk ışıkları. Bilgisayarımın başına oturdum. Bir yandan yağmurun huzur veren tıpırtılarını dinlerken bir yandan da masamda küçük bir tepecik yapmış Elena Ferrante romanlarına bakıyorum. Binlerce sayfayı soluksuz okuyup, keyfini kendime saklamak olmaz.
Size müthiş bir arkadaşlık destanından bahsedeceğim. Arkadaşlık deyince sevgi dolu, şefkatli şeyler beklemeyin. İçinde her türlü kötücül duyguyu barındıran, biri olmadan diğeri var olamayan iki kadının hikayesi bu. Yaklaşık 1800 sayfadan oluşan dört kitapta anlatılıyor. Gözünüz korkmasın, su gibi akan, evlere kapanıp okuyacağınız, elinizdeki işi çabucak bitirip okumaya koşacaklarınızdan.
İtalyan yazar Elena Ferrante’nin Everest Yayınları’ndan çıkan Napoli Romanları’ndan bahsediyorum. İlk kitap, Benim Olağanüstü Akıllı Arkadaşım, New York Times ’in yirmi birinci yüzyılın en etkili 100 kitabı listesinin bir numarasında. Tüm dünyada milyonlarca kopya sattı ve yaklaşık kırk beş dile çevrildi. Yazarı Ferrante, sadece romanları ile değil yazdığı denemeleriyle de İtalya’nın en etkili seslerinden biri haline geldi. Ülkesinde kadın yazarların okunma oranını belirgin şekilde artırdı, bu romanların yayınlanmasının ardından Napoli’de ‘Looking For Lila’ adı altında seyahat turları düzenlenmeye başlandı. Yazar, gerçek ismini kullanmıyor, yıllarca kaşını gözünü görebilen de yoktu. Röportajlarını da hep yazılı olarak veriyordu. Tabii günümüzün şeffaflığa mahkum dünyası böylesine bir gizliliği kaldıramaz. Seri, milyonları aşan satış rakamlarına ulaşınca yazar ifşa olmaktan kurtulamadı, kitaplarının Almanca çevirmeni olarak bilinen kişinin yazarın kendisi olduğu ortaya çıktı. Yazar, bu gizliliğin ardında ısrarla durmasını şu şekilde açıklıyordu: “Bu kendini tanıtma talebi, sanat eseri ne olursa olsun, gerçek sanat eserini küçültüyor ve artık evrensel hale geldi. Medya, bir yazar-kahramana işaret etmeden bir edebiyat eserini tartışamıyor. Oysa geleneğin, pek çok becerinin, bir tür kolektif zekanın ürünü olmayan hiçbir edebiyat eseri yoktur. Her sanat eserinin arkasında tek bir kahraman olduğunda ısrar ettiğimizde bu kolektif zekayı yanlış bir şekilde küçümsemiş oluruz.”
Romanda ele alınan karmaşık bir dostluk. Lila, çok zeki, çok güzel, gururlu ve isyankar. Elena, vazgeçmeden yolunda yürümeye devam eden karakteriyle Lila’nın gölgesine muhtaç ama oraya hapsolmaktan da, annesine benzemekten de ölesiye korkan biri. Her ikisinin de hayatla mücadelesi, ayakta kalma savaşı çok tanıdık, belki aynı nedenle de çok etkileyici. Erkek karakterler arasında bir Nino var ki, olmaz olsun. Yakışıklı, beyefendi ve entelektüel kişiliğiyle romanda yer alan haydut karakterlerden beter. “İnsanın yönünü bulması ne zordu, erkeklerin son derece ayrıntılı kurallarını çiğnememek ne zordu”
Romanda geçen tüm karakterler nefes alıyor, her adımda ne yapacaklarını merak ediyorsunuz. Öylesine gerçekler. “Dostoyevski’nin verdiği isimle “gerçek canlı hayat” bir takıntıdır, yazan kişinin başının derdidir. Az ya da çok yeterlilikte kurgular oluşturmamızdaki amaç, kurgunun gerçeğe benzemesi değildir, en söylenemez olanı, mutlak bir sadakatle kurgu aracılığıyla söyleyebilmektir.”
Öykü, 50’lerde Napoli’de yoksul bir işçi mahallesinde başlıyor. Tarihsel dönem arka planda belli belirsiz, karakterlerin hayatlarından, kararlarından, eylemlerinden, dillerinden ortaya çıkıyor. Hikayenin geçtiği şehir Napoli bir karakter titizliğiyle işlenmiş. Kitaplar bittiğinde şehir, yoksulluğu, suça iten atmosferi, kadını ezip suyunu çıkaran aile yapısıyla içinize işliyor: “Bu çok iyi bildiğim bir duygu. Sanırım tüm kadınlar bunu bilir. Ne zaman kadınsı ideale uymayan bir yanınız ortaya çıksa, bu herkesi tedirgin eder ve aceleyle ondan kurtulmanız beklenir. Ya da Lila gibi mücadeleci bir yapınız varsa, boyun eğmeyi kabul etmiyorsanız şiddet devreye girer. Şiddetin, en azından İtalyanca ‘da, kendine ait anlamlı bir dili vardır: Suratını dağıt, suratını dağıt. Anlıyor musunuz? Bunlar kimliğin zorla manipüle edilmesine, iptal edilmesine atıfta bulunan ifadelerdir. Ya benim dediğim gibi olursun ya da seni öldürene kadar döverek değiştiririm.”
Karanlık Kız, Elena Ferrante’nin Napoli Romanları dörtlüsünden sonra okuduğum beşinci romanı. Ferrante bu roman için, “Tüm kurgularım arasında Karanlık Kız, en acı verici şekilde bağlı olduğum kurgudur” diyor. Rahatsız edici bir öyküsü var Karanlık Kız’ın. Kaybolmak Ferrante’nin kitaplarında tekrar eden temalardan biri. Kayıp küçük kız, kayıp oyuncak bebek, kayıp kadın. Bu roman Maggie Gyllenhaal yönetmenliğinde beyaz perdeye de aktarıldı. Başrolde Olivia Colman oynuyor. Napoli Romanları da dört sezonluk bir HBO dizisi olarak yayınlandı.
Yazarı artık tanır gibiyim. Soğuk, derli toplu sakin başlangıçlarla okuyucunun gözünü korkutmadan yavaş yavaş sızıyor içeri, sonra da o sakin karakterleri öyle bir hale sokuyor ki, şaşıp kalıyorsunuz. “Karakterimin iyi eğitim ve görgü zırhını kırmaktan zevk alıyorum. Onun öz imajını, iradesini altüst etmekten ve altında yatan başka, daha sert bir ruhu, şamatacı, hatta belki kaba saba birini ortaya çıkarmaktan zevk alıyorum.“
Onun sayesinde Napolili kadınları, şehrin bambaşka lehçesini, erkeklerini, gündelik savaşlarını, oradan çıkmanın zorluklarını biliyoruz artık. Romanların en güzel taraflarından biridir bu, bambaşka hayatlar farkında olmadan sızar zihninize, bir de bakmışsınız hayatı başka türlü algılıyorsunuz.
Ferrante’nin romanlarının bu kadar sevilmesinde önemli bir pay da Eren Yücesan Cendey’e ait. Cendey, Umberto Eco, Cesare Pavese, Dino Buzzati, Tamaro gibi yazarları da dilimize çevirmiş olan çok deneyimli ve ödüllü bir çevirmen.
Ülkeler, isimler değişse de, biz aynıyız, başımızı kaldırdığımızda maruz kaldığımız görüntü üç aşağı beş yukarı aynı. Romandan bir cümleyle bitirelim o halde:
“Burası her türlü suçlamaya maruz kalabileceğin bir ülkedir, edepli insanların bir an önce göçmeleri gerekir”