Elbette “Kaplumbağalar Ölmesin” | Şirvan Erciyes

Eylül 20, 2022

Elbette “Kaplumbağalar Ölmesin” | Şirvan Erciyes

Ülkemizde dinamik bir öykü ortamı olduğu söylenebilir. Her ne kadar, öykü kitaplarını yalnızca öykü yazarları okuyor türünden serzenişler işitilse de yeni kitaplar basılmaya devam ettiğine göre fazlası olmalı. Öykünün diğer türlerden bir nebze olsun öne çıktığını düşündüren tek gelişme yeni çıkan öykü kitapları değil, dijital mecralarda genç öykücüler kendilerine bir alan yaratmış durumda, bu gelişmenin de öykü ortamına ivme kattığı söylenebilir. Öykü kitapları az satıyor yakınmalarına benzer sitemler şairlerden ya da romancılardan da geliyor. Edebiyatın tüm alanları ilgi yitimine maruz kalırken öykünün de bu yitimden etkilenmesi kaçınılmaz.

Özellikle sosyal medya aracılığıyla yeni çıkan romanlardan, öykü ya da şiir kitaplarından anında haberdar olmakla kalmıyor, kimlerin bu kitapları okuduğuna da tanıklık ediyoruz. Yazar ve okur arasındaki mesafe iyice daraldı ve neredeyse interaktif bir ilişki biçimi gelişti. Kitap kahve modası yerini, kitap kapağının okur tarafından taklit edildiği fotoğraflara bıraktı. Yazarlar, okurların ilgili paylaşımlarına, kendi sosyal medya hesaplarında yer veriyor, okura teşekkür ediyor. Çağla birlikte okurluk dünyamıza giren bazı yeniliklerin, biz eski model okurlarca garipsendiğini de itiraf etmeliyiz. Okur yazarlık değişiyor, edebiyat farklı biçimlerde alımlanıyor. Türkiye’de edebiyatla ilgilenen insanlar bir biçimde, birbirlerine aşina oldu çoktan. Kendimizi dar bir alana sıkışmış gibi hissettiğimiz anlar da az değil. Neyse ki imdada yeni soluklar yetişiyor. Haziran 2022’de yayımlanan Kaplumbağalar Ölmesin tam da böyle bir kitap. 

Öykülerin dokunduğu sinir uçlarını incelikle gözeterek yazılmış bir ilk kitap Kaplumbağalar Ölmesin. Okuyanların fark edeceği gibi, Erkan Karaaslan’ın yıllardır heybesinde biriktirdiği öykülerden oluşmuş. Kitapta yer alan on iki öykü belirli bir tema ya da benzer karakterler üzerinden kurgulanmadığı gibi biçem olarak da farklılıklar barındırıyor. Öykü yazarlarının her yeni kitabında arayışları, buluşları, ifade gücünü, söyleyiş inceliğinin kazandığı ya da kaybettiği ivmeyi takip ederiz. Kısacası yazar ve yazdıkları zamanla evrilir, okurda bu değişime tanık olur. Erkan Karaaslan ise öykü yolculuğunda ve yazma serüveninde deneyimlediklerini bir kitaba sığdırmış.

 Kitapta yer alan bazı öykülerde kadın karakterler baş rolde ve ben diliyle yazılmış. Erkek bir yazarın, kadın karakter yaratması ve kadının ağzından konuşması her zaman başarılı sonuç vermeyebilir, Erkan Karaaslan bu işin üstesinden rahatlıkla gelmiş, aynı durum çocuk karakterlerin bakış açısıyla yazdığı öyküler içinde geçerli. 

Kaplumbağalar Ölmesin’de yer alan öykülerden çoğu olay öyküsü olmakla birlikte durum öykülerine de yer verilmiş. Öykücülüğümüzde, Sabahattin Ali ve Sait Faik’in açtığı iki farklı çığır olduğu söylenegelir. Olay odaklı, toplumsal bakış açısıyla yazılmış gerçekçi öyküler Sabahattin Ali ekolü, bireyin iç dünyasına odaklanan öyküler Sait Faik tarzı olarak nitelendirilir. Oysa Sait Faik’in öyküleri de topluma bakar, Sabahattin Ali ise bireyin iç dünyasını ihmal eden bir yazar değildir. Yine de kategorize etme, etiketleme, tanımlama merakımız yüzünden okuduklarımıza bu bilgiler ışığında da bakıyoruz ister istemez. Erkan Karaaslan her iki tarzda öykü yazabileceğini kanıtlarcasına, toplumsal ve politik göndermelere sıkça yer verdiği öyküler yanı sıra bireye odaklanan, iç monologla ilerleyen öykülere de yer vermiş. Kaplumbağalar Ölmesin’de yer alana on iki öykü için, yazarın arayış öyküleri, demekten imtina etmekle birlikte, gelecekte yazacağı öykülere sağlam bir zemin hazırladığını rahatlıkla söyleyebiliriz.

Kaplumbağalar Ölmesin, bir solukta okunan, akıcı ve merak uyandıran öykülerden oluşuyor. Kolay okunması ve akıcı olması, kitabı bitirmeden elimizden bırakmak istemememiz o kitabın niteliği ile ters orantılı gibi algılanır çoğunlukla. Oysa Kaplumbağalar Ölmesin çıtayı aşağılara düşürmüyor. Kitabın en özgün yanı akıcılığı ve niteliği koşut olarak ilerletebilmesi, bu durumda okuru bekleyen minik bir tehlike söz konusu; akıcılığa kapılan okur öykülerin içine ustalıkla gizlenmiş şifreleri fark etmeyebilir. 

Erkan Karaaslan’ın öykülerinde ortak yan nedir diye düşünen okurun yolu insana çıkacaktır; insana ve insani bakışa. Ülke tarihinde derin izler bırakan kapanması imkânsız yaralara değiniyor yazar; okurun gözüne sokmadan ve monte etmeden. Monte edilmiş bir gerçekliği değil gerçeğin yaşama düşen gölgesini izliyor. Yazar tüm öykülerde kendi sesini gizlemeyi başarmış. Özellikle bir ilk kitap için bunu söylemek çoğu zaman mümkün olmaz. Yazarın düşündüğü, hissettiği, neyi nasıl söylediği değil öne çıkan. Öykülerin iç evreniyle uyumlu davranan ve konuşan karakterler sahicilik hissini güçlendirirken, hayat içinde tek başına ayakta durmaya çalışan, sırtını kimselere dayamayan, bin bir güçlükle boğuşanlara ses veriyor Erkan Karaaslan. Kederi besleyen, acıdan zevk yaratan söylemin, duygu sömürüsünün uzağında, şiddeti ve kötülüğü yeniden üretmeyen bu dil, farkındalığa, kolektif bilince katkı sağlayabilecek nitelikte. 

Görülmüştür, kitabın ilk öyküsü. Bu öyküde, F tipi cezaevlerine ve tecrite direnen tutuklu ve hükümlülere yönelik Adalet Bakanlığı’nın 2000 yılında düzenlediği Hayata Dönüş Operasyonu karşımıza çıkıyor. Görülmüştür, alay edercesine hayata dönüş adı konulan bu operasyonlarda yaşamlarını yitiren onlarca gence ve geride bıraktıklarına bir selam gibi okunabilir. Biri öldüğünde, o ölüm, bir kişinin ölümü değildir çoğunlukla. Ölenin ailesi, arkadaşları, sevdikleri için büyük bir yıkım söz konusudur. Bu öyküde, sevdiği insanı hayata dönüş operasyonuna kurban veren kadının yaşamına açılan pencereden içeri süzülüyor okur.

İkinci öykü Bitmeyen Yaz adını taşıyor ve okurken beklenmedik bir biçimde Madımak katliamı çıkıyor karşımıza. Babası uzaklardaki bir çöl ülkesine giden çocuk, televizyonda gördüğü yangına pek bir anlam vermez ancak okur bilir ki yanan bina Madımak Oteli’dir. Çocuğun annesi ve komşuları yaşamlarından haklı olarak endişeye düşer, anne elinde kılıcı olan gözleri sürmeli adamın resmini duvardan indirir, oğlunu sokağa yollamak istemez. Yazar ilk öyküde olduğu gibi ikinci öyküde de ülke tarihinin en utanç verici katliamlarından birini ele almış. Yaşanan vahşeti detaylandırmak yerine, toplumsal travmaların bireyin belleğinde ve yaşantısında bıraktığı izleri ustalıkla gözler önüne sermiş. Suçu kadere atan ama aslında gerçeğin pek de öyle olmadığını bilen, fedakarlıktan başka seçeneği olmayan, vazgeçe geçe ayakta kalan bir anne var Bitmeyen Yaz öyküsünde. Evindeki eşyayı satarak azalan ancak duvarda asılı olan bağlamayı satmayı aklına bile getirmeyen bu anne, çocuğuna türküler de ezberletiyor. Annenin bağlama ve türkü aracılığıyla kültürü aktaran yanı öne çıkarken, bağlamanın yalnızca bir enstrüman olmadığını düşündürüyor, türkünün de yalnızca türkü olmayabileceği gibi. İsyanın, inancın, aşkın, özlemin, direnmenin, köklerin, umudun dile gelmiş halidir türküler.

Kitabın üçüncü öyküsü Bakıcı adını taşıyor ve yine bir kadın karakterin ağzından yazılmış. Kadına yönelik şiddetin ve kadın cinayetlerinin etrafında dönen farklı bir öykü. Bakış açılarını belirleyenin yaşam biçimleri olduğu gerçeğini gözler önüne seren, ilginç finali ile dikkat çeken bu öyküde bakıcı kadın, bizim mahallenin insanları birbirinin mutsuzluğu ile beslenir, der. Hemen hemen herkesin tanık olduğu genel bir tavırdır mutsuzluktan beslenme. Kendi başına gelmeyen her musibet mutsuzluktan beslenenler tarafından gizli bir sevinçle karşılanır. Karşıdakinin başına gelen felaketi hak etmiş olduğuna duyulan inanç, kendini şanslı, iyi, dürüst, Allah’ın sevgili kulu hissetmeye doğru evrilir.

Dağ Başı Suskunluğu kitabın dördüncü ve en politik öyküsü. Ülkenin doğusunda yıllardan beri süren ve hakkında konuşmaktan, fikir beyan etmekten kaçındığımız ve hatta isimlendirmek dahi istemediğimiz savaş halini öyküsüne almış yazar. Yaşlı çoban kadın Rinde, onun dağa çıkan çocukları ve çarmıha gerilmesine neden olan çocuklarından haber alma arzusu. Askerlerle Rinde arasında tercümanlık yapan Kör İsa, ihanet ve kan kokusu alınca ovaya doğru inen bir kurt sürüsü. Okuyanların kolay kolay akıllarından çıkmayacak bir öykü. 

Kaplumbağa Çobanı kitaba adını veren öykü. Öykünün adı değil ama öyküde geçen bir cümle kitaba adını vermiş. Yine bir çocuk karakterin gözünden kurgulanan bu öyküde, Bitmeyen Yaz öyküsünün çocuk karakteri de kendine küçük bir yer bulmuş. Kaplumbağa Çobanı’nda da feda ve azalma durumu söz konusu. Bazen insan çaresiz kalınca iyiyi daha iyisi için feda ediyor, der öykü karakterlerinden biri. Duvarlara yazılar yazan, afişler asan gençler, bir çocuğun tüm duvarlara kaplumbağalar ölmesin yazdırmak istemesine neden olan, masum ve haklı isyan, hayatla, hayatın acımasız yüzüyle tanışmanın yarattığı kalp ağrısı öyküde belirginleşiyor.

Eski Kasetler Dönerken’de, çalışma koşullarının ağırlığı altında boğulan bir hemşireyle tanışırız. Sağlık çalışanlarına dönük olarak sürekli ileri sürülen kutsal meslek dayatmalarına değinmiş yazar. Mesleğin kutsallığı, sömürünün adını fedakarlığa çevirmek için uydurulmuş boş bir aldatmacadır çoğunlukla. Mesleğinden ya da yaşamaktan yorgundur hemşire, belki de her ikisinden birden. Bazılarımız yaşamak için gereğinden fazla debelenmek istemeyiz, düzenin bize dayattığı rekabetçi ortamdan uzak durmak isteriz. Yaşam bir podyum, bir sahne, bir yarış alanı olmadığı gibi diğer insanlar da bizim rakiplerimiz değildir. Ancak herkesle rekabet edersek başarı ve mutluluk denilen ve ne olduğu tam da belli olmayan kavramlara ulaşabileceğimiz dayatması kendi yaşantılarımızı ıskalamamıza neden olabilir. İşte tüm bu dayatmalardan kaçmak için tatile çıkan hemşire suyun yüzünde debelenmek istemiyor ve dibe dalıyor. Daldığı dipten, suyun yüzüne çıkıp çıkmayacağı belli değil. Okur elbette karakterin yeniden nefes almasını istiyor ancak ölme özgürlüğü de var kişinin. Yazar başka bir öyküde de ölme özgürlüğünü ele almış, Bitişe Az Kala’da tedavi şansı kalmamış kanser hastası karakterin ölebilme özgürlüğünü hastaya teslim etmiş Erkan Karaaslan. Ölme hakkı bazı ülkelerde yasalarla destekleniyor. Geçtiğimiz günlerde kendi arzusu ile yaşama veda eden Fransız yönetmen Jean- Luc Godard 91 yaşındaydı, hasta değildi, ancak yorgundu. Yazarın insana ve hayata dair sezdiği bu detay ister istemez Godard’ın ölümünü de usumuza düşürdü.

Erkan Karaaslan’la yapılan söyleşilerde, sırada nasıl bir proje olduğu sorulduğunda çoğunlukla okumak, denk geldikçe de yazmak istediğini söylüyor. İstediği kadar okumasına elbette bir itirazımız olamaz, ancak denk geldikçe yazmayı düşünmesine itiraz edebiliriz. Denk geldikçe yazmak yerine denk zamanlar yaratmak bundan böyle yazarın sorumluluğudur. Yeni Yıl Hediyesi öyküsünde tanıştığımız Vanko ve anlattıkları, Kirpiye Duyulan Minnet öyküsünde, bacağı kopan hastasının güzel yüzüne hayran kalan doktor ve diğer öykü kişileri Kaplumbağalar Ölmesin’in sayfalarından taşarak okurun yaşantısına karışırken, yazarın sorumluluğunu da katlıyor.  

edebiyathaber.net (20 Eylül 2022)

Yorum yapın