Edebiyatın en öncü cadısı: Fatma Aliye | Necla Akdeniz

Ocak 19, 2022

Edebiyatın en öncü cadısı: Fatma Aliye | Necla Akdeniz

Edebiyat Cadıları” serisinin on beşincisinde, bu topraklarda yetişmiş çok özel ve çok yönlü bir yazardan, Fatma Aliye’den ve onun Hayattan Sahneler (Levâyih-i Hayat) adlı romanından bahsetmenin onurunu yaşıyorum. Tıpkı Suat Derviş gibi, Osmanlı’nın son dönemlerini görmüş ve Cumhuriyet’in ilk yıllarına şahit olmuş bir yazar, Fatma Aliye. Ve her edebiyat cadısı gibi, yazdıkları ve yaşadıklarıyla dönemine damgasını vurmuş nevi şahsına münhasır kadınlardan. İlklerin ve yeniliklerin kadını. İşte bu yüzden, “Edebiyatın en Öncü cadısı” ismini verdim ona.

Her şeyden önce: İlk kadın roman yazarımız. Dahası, ilk kadın çevirmenimiz ve hakkında monografi yazılan ilk kadın edebiyatçımız. (Ahmet Mithat, 1893 yılında, Fatma Aliye Hanım Yahud Bir Muharrire-i Osmaniye’nin Neşeti, adlı bir inceleme yazmış.) Üstelik döneminin ilk kadın felsefecilerinden. 1889’da yayımlanan, Teracim-i Ahval-i Felasiye‘de, Thales’ten başlayarak tüm ilkçağ felsefecilerini anlatmış. Kitabın ikinci bölümündeyse, İslam dünyasının bilim, felsefe ve kelam tarihini aktarmış. 

Bunların yanı sıra, kız kardeşi Emine Semiye ile birlikte (ki ilk feministlerimizdendir kendisi)  “Nisvan-ı Osmaniye İmdat Cemiyeti” adında ilk resmi kadın derneklerinden birini kurmuş. Aynı zamanda, Hilal-i Ahmer Cemiyeti’nin, günümüzdeki adıyla Kızılay’ın ilk kadın üyesi olmuş. 1839’da ilan edilen Tanzimat Fermanı’yla birlikte Osmanlı’da tartışılmaya başlanan eğitim, evlilik, çok eşlilik, cariyelik, boşanma ve kadınların çalışması gibi konuları, bir kadın olarak, yazılarıyla ilk kez gündeme getiren yegâne edebiyatçılardan. Mademki bunca ilke imza atmıştır yazarımız, o halde ona çok yakışan tanım da bu olmalıdır: “Edebiyatımızın en Öncü Cadısı”

Osmanlı’nın -eğitim, kültür, hukuk- başta olmak üzere her alanda modernleşme dönemine girdiği Tanzimat’la başlayıp, I. ve II. Meşrutiyet’le devam eden ve nihayetinde Cumhuriyet’in ilanıyla sona eren çalkantılı sürecin içinde yetişen, bu dönem hakkında düşünen, çözümler üreten ve bir kadın duyarlılığıyla onları kaleme alıp tartışmaya açan  öncü bir kadın yazardır, Fatma Aliye. (Aslında kadın yazar deyiminden hoşlanmıyorum ama o dönemin patriarkal taasubu göz önüne alındığında kaçınılmaz oluyor bu tanım.) 

Ne yazık ki tüm bu yapıp ettikleri, onun, II.Meşrutiyet’le başlayıp Cumhuriyet’le devam eden o uzun “yok sayılma dönemine” engel olamamıştır. “Edebiyatın en üretken cadısı” Suat Derviş gibi o da hak ettiği yere, ancak 2000’lerden sonra gelebilmiştir. Bunun neden(lerin)i, “Uzak Ülke” adıyla hayatını romanlaştıran Fatma Barbarosoğlu’ndan aktaralım: “Babasının kızı olduğu için Fatma Aliye, İttihat ve Terakkiciler tarafından unut(tur)ulmuştu. Kızı rahibe olduğu, en önemlisi de çok eşliliğe karşı olduğu için İslamcılar; Saltanat taraftarı olduğu için Cumhuriyetçiler tarafından unut(tur)ulmuştu. Feminist olmadığı için unut[tur]ulmuştu. Çünkü Fatma Aliye, muhafazakar müslümandı.”

1862  yılında, Osmanlı’nın önde gelen bilim ve devlet adamı olan Ahmet Cevdet Paşa’nın kızı olarak doğmuş ve bu ayrıcalıkla çok yönlü ve çok kültürlü bir ortamda yetişmiş cadımız. Doğduğu ev ve içinde bulunduğu ortam bakımından oldukça şanslıymış.   

Modernleşme süreciyle kaçınılmaz olarak ortaya çıkan doğu-batı karşıtlığına, bu birbirine zıt iki kültür ortamına doğan Fatma Aliye, bu sebepten hem Arapça, Farsça hem de Fransızca öğrenmiş ve din bilimlerinden felsefeye, edebiyattan tarihe, hatta biyoloji ve kimyaya kadar uzanan bir zenginlik içinde özel dersler alarak yetişmiş. Küçük yaşlardan itibaren öğrenmeye olan merakı, babası Ahmet Cevdet Paşa’nın dikkatini çekmiş ve Ahmet Mithat’a şöyle serzenişte bulunmuş: “Şu kızın haline şaşıyorum. Okuduğu ve öğrendiği şeyler oldukça sınırlı olduğu halde zihnini o kadar yüksek ve zor konular üzerine işletiyor ki bu hal insana âdeta bir ürküntü veriyor. Erkek olsaydı, düzenli bir öğrenim görseydi, gerçekten büyük bir dahi olabilirdi.”  

17 yaşına geldiğinde, görücü usulü evlilik dayatması onun da kapısını çalar ve babasının isteğine karşı çıkamayarak yüzbaşı Faik Bey ile evlenir, Fatma Aliye. Bütün okuma, yazma hayalleri bir anda altüst olur. Kocası, elinde bir roman gördüğünde, “İffetli bir kadın bunları okumaz,” diyerek kitapları yırtmaya kadar vardırır işi. Bu olayın ardından 10 yıl kabuğuna çekilir Fatma Aliye. Elbette bir yandan da gizlice okumaya devam eder. Bu uzun sessizlik dönemi, 1889 yılında, Fransız yazar George Ohnet’in Volante isimli romanını Meram adıyla tercüme etmeye başlamasıyla son bulur. Ardından “Bir kadın” imzasıyla tefrika edilmeye başlanır roman. Meram’ın yayımlanmasına kocası Faik Bey ve babası Ahmed Cevdet Paşa onay vermesine karşın ağabey Ali Sedad Bey hiçbir zaman onay vermez.

1891 yılında (Babasından sonra en çok destek aldığı) Ahmet Mithat ile birlikte Hayal ve Hakikat adlı romanı yazarlar. Kitabın hayal kısmını Fatma Aliye, Hakikat kısmını ise  Ahmet Mithat kaleme alır. Eser, “Bir kadın ve Ahmet Mithat” imzasıyla yayımlanır. Bu romandan sonra ikili uzun süre mektuplaşır ve bu mektupları, Tercüman-ı Hakikat, gazetesinde tefrika edilir. Hemen ardından, 1892 yılında Muhadarat adlı ilk romanını, kendi adıyla bastırır cadımız. Kitabın Nadire Leman imzalı önsözünde, Fatma Aliye’nin bu romanı kimseden yardım almadan yazdığı özellikle belirtilir. Sonra tutabilene aşk olsun! Sırasıyla: Refet, Udi, Levâyih-Hayat ve Enin adlı romanları yazıp yayımlatır. 1899 yılında çıkan Udi’yi, Edebiyata ilgisini güçlendiren yapıtlar arasında sayar, Reşat Nuri Güntekin. 

Bir edebiyat cadısı olarak sadece roman yazmakla kalmaz Fatma Aliye. 1892 yılında yayımlanan Nisvân-ı İslam (İslam Kadınları) adlı eseri, yıkılmaya yüz tutmuş Osmanlı’ya karşı Batı’dan gelen eleştirilere bir savunma olarak kaleme alır. Gazete yazılarında olduğu gibi, gelenekçi-müslüman çizgisiyle yanıtlar tüm eleştirileri cadımız. 

Kitap aynı zamanda, Batı dillerine çevrilen ilk eser olma başarısını da taşır. Önce Fransızca’ya ardından Arapça’ya çevrilir ve Chicago Sergisi’nde ödül verilir. Ayrıca bu çalışmasıyla, The Woman’s Library of the World’s Fair Kataloğu’nda yer alır yazarımız.

1889-1915 yılları arasında son hızla devam eden yazın yaşamı, Osmanlı’nın çöküşüyle birlikte azalmaya başlar maalesef! 1922’den sonra bir daha yazmaz Fatma Aliye. Yaşadığı hayal kırıkları yüzünden hayata küserek bir nevi inzivaya çekilir. Millî Mücadele’nin ardından kurulan Cumhuriyet onu, o da Cumhuriyeti kabullenemez. 1936 yılında bu dünyayı terk ettiğinde, dilinde sadece, annesine rağmen din değiştirip katolik olan ve izini kaybettirip bir manastırda yaşayan rahibe kızı İsmet vardır. 

Gelelim yazarımızın 1900 yılında kitaplaşan “Levâyih-i Hayat (Hayattan Sahneler) adlı mektup romanına. Önce dönemin en uzun süreli kadın gazetesi olan “Hanımlara Mahsus”da iki yıl süreyle tefrika edilir eser. Kadınların gözünden aşk, evlilik, aldatma, boşanma gibi kavramların sorgulandığı roman, Osmanlı’da kadının sırf iyi bir eş ve iyi bir anne olmak için eğitilmesi anlayışını da eleştirir. Her eserinde olduğu üzere, Hayattan Sahneler’de de kadınların eğitimi ve kamusal hayata katılımı üzerinde durur Fatma Aliye. Senem Timuroğlu’nun güzelim Türkçesiyle günümüz diline çevirip sadeleştirdiği roman, 2021 yılında İş Bankası Kültür Yayınları tarafından yeniden basılır. 

Bütünüyle mektuplardan oluşan “anlatıcısız” bir metindir, Hayattan Sahneler. İlk dönem kadın yazarların duyduğu otobiyografik iz bırakma endişesi; mektup, günlük, anı gibi türlerin roman içerisinde yoğun bir şekilde kullanılması sonucunu doğurur. Böylece hem karakteri kendilerinden ayrıştırıp dönemin erkek egemen toplumunda töhmet altında  kalmaktan kurtulur kadınlar hem de mektup, anı, günlük gibi türlerin sahiciliğini ve etkileyiciliğini kullanırlar.  

Roman, beş kadının birbirlerine yazdıkları on bir mektuptan oluşur. Birbirlerine kardeşim diye seslenen ve sürekli dayanışma halinde olan kadınlardır bunlar. Fatma Aliye, beş farklı kadın karakter yaratır ve onların gözünden evlilik kurumunu sorgulatır. Her kadın, doğduğu aileye, büyüdüğü çevreye, aldığı eğitime ve ekonomik özgürlüğüne göre yaklaşır evliliğe. Karakterlerden Mehabe, mutlu evlilik yaşamıyla ideal evliliğin temsilcisidir. Ona göre evliliğin temeli, eşler arası aşk ve uyumdur. Mutluluksa ancak birbirini seven eşlerde bulunur. Fehame ise zorla gerçekleştirilen aşksız evliliğine, maddi nedenlerden ve çocukları yüzünden katlanmak zorunda kalan çilekeş bir kadındır. Bir mektupta şöyle sitem eder Mehabe’ye: “Sizin evliliğiniz mutluluk sözleşmesi, bizimkisi bir geçim kontratıdır.” (s:6) 

Mehabe’nin ideal ama gerçeklikten uzak, Fehame’nin gerçek ama edilgen ve kaderci fikirlerinin yarattığı kısır döngüyü, Sabahat karakteriyle kırma yolunu gider Fatma Aliye. Dönemine göre son derece cüretkâr fikirlere sahiptir Sabahat. Kocasıyla kendi isteğiyle evlenmiş fakat zaman içerisinde ona karşı büyük bir hayal kırıklığına uğramıştır. Bunu kabullenmek yerine kocasından boşanmayı ister ve ve şöyle yazar Fehame’ye: Ben senin gibi hayata küsmüş, dünyasından vazgeçmişlerden değilim. Bu dünyaya bir kere daha gelecek değilim. Sen ömrünü fedakârlıkla geçirmeye razı olmuşsun, lakin ben hayatı da severim. Fedakârlığı beni seven adama edeyim. Fakat beni feda etmekten çekinmeyen bir adamın uğruna fedakârlık! Oh! Bu artık fazla!”(s. 34)

Romanın evli karakterlerinin dünyasında bu tartışmalar devam ederken bekar iki karakteri de evlilik bağlamında kadının eğitimi ve bağımsızlığı konularını tartışırlar. “Hep düşünüyorum. Evet, bu eğitim ve öğretim, bu emek ne için? Bir gün eş, yoldaş olacağımız bir adama kendimizi beğendirmek, dinletmek, onun takdirine ulaşmak için değil mi? Ablam da böyle çalıştırıldı. Şimdi kendini kime dinletiyor, kime beğendiriyor? (s:47 )diye soran  Nebahat’i şöyle yanıtlar İtimat: İnsanın kendisinin tam insan olması, insanlığı anlaması, içinde yaşadığı dünyayı öğrenmesi için, yani kendiniz için değil mi?” (s:49)

edebiyathaber.net (19 Ocak 2021)

Yorum yapın