Edebiyatın en duyarlı cadısı: Füruzan | Necla Akdeniz

Şubat 12, 2024

Edebiyatın en duyarlı cadısı: Füruzan | Necla Akdeniz

11 Şubat’ta yitirdiğimiz Füruzan’ın anısına saygıyla…

Not: Bu yazı ilk kez 20 Eylül 2021’de yayımlanmıştır.

Edebiyat Cadıları, serisinin on üçüncüsüne geldik. Bu bölümde, Türk Edebiyatının  gelmiş, geçmiş ve gelecek en iyi öykülerini yazmış bir ahir zaman cadısından, bir büyük öykücüden, yani Füruzan‘dan bahsedeceğim. Ve üstünden 50 yıl geçmesine rağmen etkisini, canlılığını, güncelliğini yitirmemiş “Parasız Yatılı” isimli unutulmaz eserinden. Zaten yazarları “büyük” yapan da bu değil midir? Yazdıklarının üzerinden ne kadar yıl geçerse geçsin hâlâ ilk günkü gibi okunması değil midir? Üstelik Füruzan, ardı ardına çıkardığı üç öykü kitabıyla adeta tescillemiştir büyük yazar olduğunu. 1971 Parasız Yatılı, 1972 Kuşatma ve 1973 Benim Sinemalarım. Elbette sadece öykücü değildir Füruzan. Aynı zamanda romancıdır, şairdir, denemecidir, tiyatrocudur. 68 kuşağı devrimci hareketini, onlardan biri olan Emine’nin belleğinden anlattığı 47’liler isimli romanı Türk Edebiyatının önemli eserleri arasındadır. (Bu kitabıyla 1975 yılı Türk Dill Kurumu roman ödülünü almıştır.) Benim Sinemalarım adlı müthiş öyküsünü -ki en sevdiğim öykülerin başında gelir-  senaryolaştırmakla kalmamış, Gülsün Karamustafa’yla birlikte yönetmiştir de. Kısaca, tüm edebiyat cadıları gibi, on parmağında on marifet olan sanatçılardandır Füruzan. 

 Sözcüklerle büyü yapan cadılardandır o. Önlenemez bir güçle, içinden taşan kelimelerle, kimselerde olmayan parlak içgörü, derin sezgi ve eşsiz duyarlılıkla yazanlardan. Tıpkı döneminin en özgün ve ayrıksı yazarları olan Sevim Burak ve Leyla Erbil gibi, üç yüz bin yıllık kadim kadın sesini, hiç ziyan etmeden yazıya dökenlerden.  Ancak Füruzan, dil ve üslup olarak epeyce farklıdır onlardan. Sevim Burak, gündelik yaşamda karşılığı olmayan karakterler, diyaloglar, öyküler yazdı. Her iki yazar da, kesilip kırpılmış sözcüklerle, bölünmüş cümlelerle, arada esler vererek, farklı işaretler kullanarak dilin kemiğini sıyırıp sözün keskinliği kırmayı başardı. Böylelikle on bin yıldır süren eril söylemi yerle bir ettiler. Füruzan ise bambaşka bir yol izledi. O, sözünü hiç sakınmadan sürekli anlattı. Uzun uzun karakterleri, mekânları, olayları betimledi. Tabii önemli bir farkla: O güne kadar kimselerin bakmadığı, baksa da görmediği insanlık hallerini gördü, kimselerin işitmediği sessiz çığlıkları duydu, koklamaya cesaret edemediği kokuları çekti içine, denenmemiş  tatları, dokunulmamış kuytuları keşfetti. İşte Füruzan’ı Füruzan yapan en özgün yan budur. Kelimenin tam anlamıyla bir “ayrıntı ustası”dır o. Olayların değil durumların, mekânların değil görüntülerin, duyguların değil duyarlılıkların yazarıdır.

Öykü konuları bilindik hatta sıradandır Füruzan’ın. Bugüne değin sürekli yazılagelmiş olan yoksullar, göçmenler, kimsesizler, yersiz yurtsuzlar, işsiz güçsüzler, tek başına kalmış kadınlar, babasız büyüyen çocuklar, kenar mahallelerde yaşayanlar, terk edilmişler, arayıp sorulmayanlar, görülüp duyulmayanlar, sesleri çıkmayanlar…

Üstelik aynı konuları, benzer kurgularla sürekli işler cadımız. Fakat her defasında başka açılardan, farklı köşelerden, görülmedik kıyılardan bakar. Füruzan’ı büyük öykücü yapan, tam da budur işte. O eşsiz gözlem yeteneğiyle, dantel gibi ilmek ilmek işler ayrıntıları. Onun öykülerini okuyup da unutmak imkânsızdır bu yüzden. Çünkü onun kahramanları sözlerden çok görünüşleriyle, eylemlerden çok davranışlarıyla, duygulardan çok ifade etme biçimleriyle belleğimizde canlılığını korurlar. Benim Sinemalarım’da Nesibe’nin yaşadığı içler acısı hayata rağmen sinemaya olan içten tutkusunu kim unutabilir? Ya Edirne’nin Köprüler’inde, onca yoksunluğa karşın, kabartılmış yün yataklarda, ak çarşafların, çivitle durulanmış maviliğinde uyunan çocuk uykularını? Yaz Geldi’de sevgiye, ilgiye, bakıma muhtaç o küçük kızın, sokağa atılmış akranı bir çocuğu mutlu etme çabasını? Ya da İskele Parklarında isimli öyküde, kocası aniden ölünce küçük kızıyla ortada kalıveren kadının, rengi atmış yılan derisi çantasının ve modası geçmiş elbisesinin avaz avaz yoksulluğunu haykırmasını? Kitaba adını veren Parasız Yatılı’da, sınava geç kalma korkusuyla “Geciktik mi acaba?” diye soran anneye, hademenin verdiği yanıtı unutmak mümkün mü? “Parasız yatılı imtihanlannın çocuklan hep erken gelir. Hiç gecikmezler.”

Nursel Duruel’le yaptığı bir söyleşide şöyle der Füruzan:

“İlginç konularla değil, tarihin ilk çağlardan beri kayda düştüğü acılarla ilgileniyorum. Bunların çok bağıra çağıra anlatılması da gerekmiyor bana göre. Susmak zorunda bırakılmış olanlara karşı vicdan sahibi olmak yeterli.” Onun öykü karakterleri, acı çektiklerinin farkına varamayacak kadar örselenmiş kadınlardır, intihar etmeyi bile bilmezler. Aynı zamanda çocuklardır. Babasız, sevgisiz, ilgisiz, terk edilmiş çocuklar. Bakışları henüz eskimemiş, mutluluğu mutsuzluğu, varlığı yokluğu bilmeyen çocuklar. Onlar ki öğretilmiş, ezberlenmiş davranış kalıplarıyla hareket etmezler. Olup biten her şeye, tüm değer yargılarından azade, salt “çıplak gözlerle” bakarlar. O çocuklardan biri de Füruzan’dır. Küçük yaşta babasız kalmış ve oldukça yoksul bir çocukluk geçirmiştir. Parasız Yatılı’da bir anlamda kendini anlatır Füruzan. İlkokulu pekiyi ile bitirdikten sonra  parasız yatılı sınavlarına girmiş, kazanmış ancak kefil bulma zorunluluğu yüzünden öğrenim hayatına devam edememiştir.

1950’li yıllar köyden kente göçlerin hızlandığı, 1960’lı yıllar ise Almanya’ya göçlerin başladığı yıllardır. Bu zorunlu göçlerin getirdiği acı, pişmanlık, özlem, yurtsuzluk, yabancılık, ötekilik kaçınılmaz olarak öykülere, romanlara, şiirlere konu olmuştur. Çünkü çağının sesidir aynı zamanda yazarlar. O dönemin eserleri -genellikle- Toplumcu Gerçekçilik denilen türün içinde yer alır. Köylerde ağalar tarafından, şehirlerde patronlar tarafından sömürülen insanların hikâyeleridir anlatılan. Ama her şeye egemen olan eril anlayış, dile de egemendir maalesef! Yazılanlar erkeklerin hikâyeleridir, yazanlar ise erkeklerdir. Kadınlar hep ikinci plandadır, deyim yerindeyse öyküyü çeşitlendiren bir yan karakter, bir tip olarak öyküye dâhil edilirler. İşte bu geleneksel eril anlatıyı bozan, yerine dişil sesi getiren öncü yazarlardandır Füruzan. Suat Derviş, Sevim Burak, Leyla Erbil; Nezihe Meriç gibi. Sonrasında çığ gibi çoğalır kadın yazarlar. Selçuk Baran, Adalet Ağaoğlu, Sevgi Soysal, Tomris Uyar, Tezer Özlü…

Memet Fuat’ın “Edebiyatımızda bir olay” olarak nitelendirdiği “Parasız Yatılı”yla o zamana kadar hiçbir kadın öykücüye verilmeyen Sait Faik Hikaye ödülünü kazanır Füruzan. 1971 yılında basılan ve döneme damgasına vuran kitapla 1972 Sait Faik ödülünü alan ilk kadın yazar olarak geçer tarihe. Oysa 1966 yılında Sevim Burak’ın eşsiz Yanık Saraylar’ından esirgenmiştir söz konusu ödül. (Mehmet Fuat, bütün ısrarına rağmen ödülü Sevim Burak’a vermeyen jüri üyelerini protesto eder ve jüri başkanlığından ayrılır o yıl.) 1969 yılında ise Leyla Erbil’in müthiş Gecede’sine de verilmemiştir. Her iki öykü kitabı da, Türk Edebiyatının ölümsüz eserleri arasındadır.

Devlet dersinde öldürülen çocuklar’ın şairi Ece Ayhan, parasız yatılı çocukların yazarı Füruzan ile bir söyleşi yapar ve sorar: “Elbette, hayatın orta ikisinden ayrılan insanlar, çok sevecekler Parasız Yatılı’yı. İstanbul’da ve bütün kentlerde bunun bir anlamı, bir nedeni olmalıdır.”

Şöyle yanıtlar Füruzan: “Parasız Yatılı, almayı değil vermeyi içeriyor. Sofaların loşluklarında, arka bahçelere bakan odalarda çapaklı uykular uyuyan çocuklar var. Bu çocuklara almayı öğretmiyorlar. Her şeyde olduğu gibi, örneğin, parasız yatılılık bir lütuf olarak sunuluyor onlara.(..) Bayram yerleri ellerinden tutulup götürülmeyen çocuklarla dolu. Yaşları ne olursa olsun kendileri giderler. Bir türlü bitmez üşütmelerinin sümüklerini yalayarak. (..)  Apartmanların bile girişinde kunduralarını çıkaranlar. Çeşitli işlerde çalışanlar. Yani “her işi yaparız” diyenler. Türkiye’nin hemen bütün kentlerindeki görünüşler bunlar… Çünkü biz kazanamadık.”

Şüphesiz her öykü güzeldir Parasız Yatılı’da. Ancak benim için “Haraç” sadece Füruzan’ın değil, okuduğum tüm öykülerin arasında apayrı yeri olan öyküdür. Başyapıtlarımdandır o. Dönüp dolaşıp okuduklarımdan. Ve her okuyuşta ayrı bir tat aldığım, farklı bir hüzünle sarsıldığım hikâyelerden. Bir kadının, Birinci Dünya Savaşı’ndan başlayıp 1960’lara kadar süregelen hayatını, bir gün gibi kısa bir zaman diliminde aktarmayı başaran olağanüstü öyküdür Haraç. Arka planda, Osmanlı İmparatorluğu’ndan Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişin yarattığı ekonomik, sosyal, sınıfsal değişimler aktarılır. Yaşlanmıştır artık kadın, yaşadığı yoksul mahallede “Deli Saraylı” olarak anılır. Hayatı  onun ağzından, geçmiş ve şimdi aynı anda, aktarılır. Büyük, gösterişli bir konağa getirilip alelacele bırakılmış ve tüm çocukluğunu, gençliğini, kadınlığını, bir besleme olarak, o evde tüketmiştir. Boğaz tokluğuna çalıştırılan, her türlü sömürüye sessizce boyun eğen  Servet’in, yürek burkan hayatıdır anlatılan. İsmini bilmediği bir köyden, ismini bilmediği bir kadından ayrılmıştır. Yaşını da tam olarak bilmez. Fakat ömrü boyunca hiç unutmaz, memesini sayısı hep değişen çocuklardan birine veren kadını. “Yoğurt mayası kokan, ocağı isli, loş mutfaklardan birinde saçı örgülü bir kadın duruyor. Kadının çevresinde irili ufaklı çıplak ayaklı çocuklar var, bez entariler giymiş. Kadın içlerinden birini kucaklayıp emziriyor. Mavi damarlı memesi taşkın süt dolu. Yüzü belli değil.”

Konağın sahipleri “velinimetleri” olarak tanıtılır çocuğa. O köşkte yaşadığı yıllar  boyunca, canla başla hizmet eder velinimetlerine Servet. İlk zamanlar iri yarı bir vücut yapısına sahip olduğu, ele güne çıkacak inceliklerinden yoksun olduğu için yukarı katlara çıkması ve gelenlere görünmesi yasaklanır. O da koca evin tüm kaba temizliğini, getir götür işlerini üstlenir. Ülkede ve dünyada yaşanan savaşlardan, ölümlerden, yokluklardan hiç etkilenmiyormuş gibi günlerini davetler vererek geçirir Dizdar Hanımla Rusuhi Bey. Paşa kızı Dizdar Hanım güzelliğine, lüksüne, eğlencesine pek düşkündür. Kocasıyla ayrı odalarda yatar, miralay sevgilisi ile konakta istediği gibi yaşar ve her fırsatta “asri”liğe övgüler düzer. Rusuhi Bey de evin diğer beslemesi Şemsitap’la geçirir gecelerini. Fakat günün birinde Şemsitap bir arabacıya kaçar ve üst kattaki odası mecburen Servet’e verilir. “Büyük temizlik günü gibi bir ağır işti bu yapılması gereken,” diye düşünür başına geleni  Servet. Asla itiraz etmez, çünkü bilmez karşı gelmeyi. Lakin her gece, Rusuhi Bey gelmesin diye dualar eder, üstelik işlediği büyük günah için Allah’ı işin içine sokarak ikinci bir günah işler. O korkunç gecelerden ona, yaz-kış demeden soğuk sularla bedenini kanatırcasına yıkamak ve daima üşümek kalır.

Yorum yapın