Derya Sönmez: “İnsanın ‘bir başkasıyla’ kurduğu ilişki üzerine düşünürken hayvanlar önemli bir duraktı benim için”

Mayıs 12, 2025

Derya Sönmez: “İnsanın ‘bir başkasıyla’ kurduğu ilişki üzerine düşünürken hayvanlar önemli bir duraktı benim için”

Söyleşi: Göksu N. Çakır

Derya Sönmez’in öykü anlayışı, dile getirilmeyenle kurulan bir yapı öneriyor. Bu söyleşide, anlatının eksiltilmiş bölgelerine, açıkta bırakılan sorulara ve söylenmeden bırakılanlara dair bilinçli bir tercih öne çıkıyor. Fazlalıktan uzak durma çabası, öykülerin taşıdığı gerilimi sözcüklerden çok suskunluk anlarına yüklerken, yazarın metinden adım adım çekildiği bir alan açılıyor. Bu tutum, okurun katılımını teşvik eden bir ortaklık gibi görünse de, kimi zaman anlatının yükünü tek başına taşımasına neden olabiliyor. Hayvanlar, kaybolan köyler, kimliğini yitirmiş insanlar… Hepsi bireysel olandan toplumsala uzanan, ama hiçbirini doğrudan sahiplenmeyen bir bakışın içinden geçiyor. Bu söyleşi, öykünün tanıdık biçimlerini yerinden oynatan, ama anlatının sınırlarını da titizlikle koruyan bir yazınsal yaklaşımı tartışmaya açıyor.

Öykülerinizde sessizlik güçlü bir anlatım aracı olarak öne çıkıyor. Bu “sesten çok sessizlikten yana” tercihinizin ardında nasıl bir yazınsal tavır yatıyor?

Sanırım öyküden ne anladığımla ilgili bir şey bu. Bana kalırsa, fazla konuşan öykü bütün cazibesini yitiriyor, şöyle de diyebiliriz fazla bilgi öykünün ateşini söndürüyor. Tabii burada bıçaksırtı bir denge var. Sessizlik kararında olmalı. Biraz fazlası yazarın eksik anlatması anlamına gelir. Öyle olunca öykü sakatlanır, okura da haksızlık etmiş oluruz. Bana göre iyi bir öykü okurun hayal gücünü harekete geçirir, onu boşlukları doldurmaya iter. Bu elbette ki okurun dikkati ve katılımıyla mümkün. Öykü okuru bu oyuna katılmaya razıdır. Öykünün yazarla okurun birlikte inşa ettikleri bir şey olduğunu, her okurda biraz farklılaşarak başka anlamlara varabileceğini bilir. Okurun katılımına müsaade etmeyen öykü katılaşmış gibi gelir bana, bir anlamda ölüdür. En ufak çağrışıma bile izin vermez. Yazar anlatmak istediğini anlatmış, söylemek istediği her şeyi söylemiştir. Öyle öyküler kitabın kapağını kapattığımız anda aklımızdan uçar gider.

Hayvanlar, özellikle ‘öteki’ olanlar, kitapta hem bireyin hem toplumun dışlanmışlığını yansıtıyor. Hayvanları bu şekilde bir anlatım aracı olarak kurgulamanız nasıl gelişti?

İnsanın “bir başkasıyla” kurduğu ilişki üzerine düşünürken hayvanlar önemli bir duraktı benim için. Elbette mesele sadece hayvanlar değil, insanın eşit bir ilişki kurmayı bir türlü becerememesiydi. Bu neden böyle olmak zorunda, diye düşündüm, anlamaya çalıştım. İnsan kendisinden biraz farklı olanı, önce yabancılaştırıp sonra düşmanlaştırıyor. Düşmanlaştırmak ötekiyi yok etmenin, ona ait olanı elinden almanın etkili bir yolu.  İnsanlık tarihi dediğimiz şey, bir anlamda bu yabancılaştırmanın da tarihi.  Her türden ilişkiyi düşündüğümde, iki insanın yan yana durmasının, biraz alıp biraz vererek eşit bir ilişki kurmasının çok zor olduğunu görüyorum. Ya hükmeden ya hükmedilen tarafta oluyoruz. Bütün bunların nedenini anlamaya çalıştım. Okuru da benimle bu konuda kafa yormaya çağırdım. Her öyküde bir hayvan olsun diye düşünmedim. Her bir öyküyü özerk olarak kurguladım. Kendi bütünlüğü içinde, anlattığı şeyi en iyi ifade edebilmesi için ne gerekiyorsa onu yaptım. Kurgusu ve anlattığı konu gereği bir hayvana gerek yoksa sırf bütüne uyum sağlasın diye dışarıdan bir şey eklemenin öyküye zarar vereceğini düşünüyorum. Bu tarz zorlama metinleri sevmiyorum. Fakat ilginç bir şekilde, öyküler birikmeye başladığında ayrı ayrı söylediklerinin dışında, bir araya gelişleriyle oluşturdukları başka bir katman oluştu.

İstimlâk edilmiş bir köy, teker teker ölen civcivler, sansar ihtimali… Tüm bunlar bir tür belirsizlik, hatta tekinsizlik hissi yaratıyor. Belirsizliği yazıya taşıma konusunda ne düşünüyorsunuz?

Burada şöyle bir tavır var. Bir yeri belirsiz bırakmak (bu öykünün merkezindeki bir olay olsa bile) bu hikâyeyi aslında başka bir şeyi işaret etmek için anlatıyorum, demek. Michael Haneke’nin çok sevdiğim filmi “Cache” bu tarza iyi bir örnek bence. Filmin ana karakterleri, Georges ve Anne adında Paris’te yaşayan bir çifttir. Bir gün kapılarına üzerinde kendi evlerinin dış cephesinin uzun uzun çekilmiş görüntüleri olan bir video kaseti bırakılır. Ardından başka kasetler ve ürkütücü çocuk çizimleri gelmeye başlar. Film boyunca bu kasetleri kimin gönderdiği sorusuna yanıt aranır. Bu sırada gelişen olaylar Georges’un geçmişine dair bastırdığı bazı sırların yüzeye çıkmasına neden olur, onu tanımaya başlarız. Film, karakterleri derinlemesine inceleyerek asıl istediği şeyi gösterir ve sonunda bu “önemli” soruya bir yanıt vermeden biter. Birkaç saat boyunca kasetleri kimin gönderdiğini anlamaya çalışan izleyici için, yönetmenin filmi bu konuda hiç yorum yapmadan bitirmesi şaşırtıcıdır, üstelik cevabı bulabileceğimiz ipuçlarını bile esirgemiştir bizden. Elbette bu tercihin bir sebebi var. Klasik Hollywood Sineması’nda ortaya merak uyandıracak bir soru bırakılıp filmin sonunda cevaplanması klasik bir tekniktir. Böylece izleyici sinema salonundan tatmin olmuş bir şekilde çıkar, sonra da filmi unutur gider. Bana kalırsa, Haneke’nin yapmak istediği bu değildi. O sinema salonundan kafamızda sorularla ayrılmamızı ve filminin zihnimizi bir süre daha meşgul etmesini istiyordu. Benim de öykülerimde belirsizliği kullanırken böyle bir tavrım var. “Öteki Hayvanlar” öyküsünde civcivleri kimin öldürdüğünü soruyorlar bana; sansar mı yoksa Hidayet mi? Yanıtı bilmiyorum. O öykünün arka planında bambaşka bir hikâye akıyor. Burada önemli olan Hidayet’in nasıl biri olduğu. Onu yeterince tanıyabildiniz mi; sizce bunu yapabilecek biri miydi? Üzerinde düşünülmesi gereken şey bu bence.

Kitabınızdaki dil fazlalıklardan arınmış, sade ve samimi olarak tanımlanıyor. Bu sadeliği kurarken nelere dikkat ediyorsunuz?

Öykü fazlalığa da eksikliğe de tahammülü olmayan bir tür bence. Bu yönüyle şiire yakın duruyor. Öykülerimde farklı anlam katmanları olmasına gayret ediyorum. Anlamdan taviz vermeden sadeliği yakalamak epey zamanımı alıyor. Aylarca o hikâyenin içinde kalıp beklemem gerekebiliyor. Olabildiğince derine, hikâyenin kılcal damarlarına kadar inmek, fakat bunu sanki hiçbir şey söylemiyormuş gibi hafiflikle yapmak istiyorum. Öykülerimde bu dengeyi kurmaya çalışıyorum.

İnsan ilişkilerinin karanlık ve yalnız taraflarını işlerken, anlatının dozunu nasıl dengeliyorsunuz? Melankoliyle didaktiklik arasında bir sınır kuruyor musunuz?

Bu kavramlar öykünün iki büyük düşmanı gibi geliyor bana. Her ikisinden de olabildiğince uzak bir yerden yazmaya çalışıyorum. Dolayısıyla bunlar arasında bir denge kurma çabam yok. Hikâyemi tarafsız bir şekilde, bütün gerçekliğiyle ortaya koymak isterim. Yanıtlar sunmaktan ziyade sorular sormaya çalışırım. Yorum yapmaktan, kendi duygumu yansıtmaktan kaçınırım. Duygulardan bahsetmek yerine okurda o duyguyu açığa çıkarmak isterim.  Çünkü aşktan ve korkudan bahsetmek aşkı ve korkuyu hissetmekle aynı şey değil.

Bazı öyküleriniz doğrudan insanı merkeze alırken, bazıları doğa ve hayvanlarla insan arasında kurulan geçişli anlatılar… Bu dengeyi kurarken sezgi mi, kurgu mu ağır basıyor?

Çoğu zaman sezgilerimi takip ederim. Kurguda da dilde de öykünün matematiğini kurarken de en büyük yol göstericim o. Edebiyat sezgisinin edebiyatın iyi örneklerini okuyarak gelişen, bilgiye dayalı bir şey olduğunu düşünüyorum. Bilgiden çok daha derine ulaşabiliyor. Bana bu iyi bir öykü dedirten şey sanırım bu.

“Öteki Hayvanlar”da yer alan her öykü, bağımsız bir anlatı sunsa da aralarında görünmez bağlar var. Bu öyküler baştan beri bir bütünün parçaları olarak mı düşünüldü, yoksa sonradan bir araya mı geldiler?

Kitabı bir bütün olarak kurgulanmadım. “Sırça Kanatlar”dan sonraki süreçte üzerinde düşündüğüm, beni etkileyen, yanında yöresinde dolaştığım mevzular kendiliğinden öykülere sızdı. O üç yıl boyunca aklımı meşgul eden şeyler bunlardı demek ki. Öyküler birbirinden farklı olsa da onları birbirine bağlayan şeyin üslup olduğunu düşünüyorum. Üslup denilince sadece dil ve anlatım tarzı anlaşılmasın. Olaylara bakış açısı, hikâyenin neresinden tutup anlatıldığı, tıpkı bir fotoğrafçı gibi objektifin nereye yerleştirileceği, bunların hepsi yazarın üslubuna katkı sağlar. Öyküleri bir araya getirip onları görünmez bağlarla birleştiren şey, bir anlamda yazarın damgası da olan üslubudur bence.

Köyün taşınması ve istimlâk edilmesi gibi konular, doğrudan politik çağrışımlar taşıyor. Sizin için bireysel olanla toplumsal olanın kesiştiği nokta neresi?

Bireysel dediğimiz şeyin, politik ve toplumsal olanın yaşamımızdaki iz düşümü olduğunu düşünüyorum. Dolayısıyla kesişmeden de öte ikisi birbirine sıkıca bağlı bence. “Öteki Hayvanlar’daki öykülerde bu bağı göstermeye çalıştım. Son yıllarda, sanki bireyler içinde yaşadıkları toplumun bir uzantısı değilmiş gibi davranılıyor. Yoksulsanız, işsizseniz, cahilseniz bunun en önemli sebebi sizsiniz, deniliyor. Böyle bir algı bile isteye yayılıyor. Toplumsal olanı göz önünden uzakta tutma çabası, oldukça politik bir tavır tabii. Son zamanlarda bu konu çok dikkatimi çekiyor. Umarım bir gün öykülerime de sızar.

Kısa öykü yazarken sizi en çok zorlayan şey nedir? Sığmamak mı, fazlalık mı, yoksa eksiklik mi?

Fazla anlatmak tarzıma pek uygun değil. Öyküdeki fazlalıklar hemen gözümü tırmalar. Fakat acaba bir şeyleri eksik anlatmış olabilir miyim, diye çok düşünürüm. Okura ne hissettirmek için yola çıktıysam bunu tam olarak aktarabildiğime emin oluncaya kadar tekrar tekrar yazarım. 

Bazı öyküleriniz sanki bir yaraya parmak basıyor ama sonra geri çekiliyor, üstünü örtmeden… Acıyı anlatırken sınırlarınızı nasıl belirliyorsunuz?

Gerçek hayatta yaralarımızın üstünü çabucak, iyileşmesine fırsat tanımadan örtüyoruz. Bu yok sayma, aynı yaraların tekrarlamasına sebep oluyor. Edebiyattan öte sanat, kendimizle ve içinde yaşadığımız toplumla yüzleşmemiz için ayna vazifesi görür, temel amacı budur bence. Öykülerimi böyle bir motivasyonla yazıyorum. Bu yaraları çok fazla tanımlamadan sadece göstermek istiyorum. Harper Lee’nin “Bülbülü Öldürmek” adlı romanında “sıfatları kaldırırsan geriye gerçekler kalır,” diye bir cümle geçer. Benim yapmak istediğim de bu. Acıyı acıdan bahsetmeden, olduğu gibi anlatmak istiyorum. Acı üzerine konuşmak çok zor çünkü. Ne desek ona yaşandığı haliyle nüfuz edemiyoruz.

Kitabınızda hayvanlar kadar yer değiştiren, yersizleşen insanlar da var. Mekân ile kimlik arasında nasıl bir bağ kuruyorsunuz yazarken?

Mekân kimliğimizin önemli bir parçası. Yersizleşmek ya da yer değiştirmek çağımızın temel sorunlarında biri. Bunu her anlamda söylüyorum. Göçmenlik, sürgün edilmek, şehirlerin yıkılıp yeniden inşa edilmesi, kentlerin kimliğini kaybetmesi bu sorunun farklı veçheleri.  Televizyonlarda göçmenleri izliyoruz, bir gün biz de gitmek zorunda kalır mıyız sorusu aklımızın bir köşesinde. Büyük bir şantiyenin içinde yaşıyoruz sanki. Bildik, tanıdık hiçbir şey yok. Şehirlerimiz sürekli yıkılıp yeniden yapılıyor, sokakların, köprülerin, meydanların adları değiştiriliyor.  “Bir yere ait olmak” bugün artık hiçbirimizin bilmediği bir şey sanki.

İlk kitabınızla bu kitap arasında nasıl bir içsel ve yazınsal değişim yaşadınız? Sizi dönüştüren metinler veya anlar oldu mu?

Okuduğum her metinle ve yaşadığım her yeni gün kalbime ve aklıma minik çentikler, küçük darbeler aldığımı hissederim. Bunlar gitgide birikir ve sonra bardağı taşıran son bir damla gibi, küçücük bir şey beni bir anda değiştirir. Ne mutlu ki böyle. Hayattaki en büyük korkum, bir gün kendimi artık dönüşemeyecek kadar tamamlanmış hissetmek. Andrey Tarkovski’nin “Stalker” adlı filminde şöyle der; “İnsan doğduğunda zayıf ve esnektir, öldüğündeyse katı ve duyarsız. Bir ağaç büyürken, yaşken yumuşak ve eğilip bükülebilir bir durumdadır; fakat kuruyup katılaştığında artık büyümez, ölür. Katılık ve güç, ölümün yoldaşıdır. Esneklik ve zayıflık ise varlığın tazeliğinin, hayat doluluğunun ifadesidir.” “Sırça Kanatlar”dan sonra “Öteki Hayvanlar”ı yazdığım dönemde değiştim tabii. Ama neden ve ne kadar değiştiğimi söylemek güç. Öykülerimdeki değişimi okurlar daha iyi değerlendirecektir.

Okurlarınızın kitabınızla kurduğu ilişki üzerine sizi en çok etkileyen ya da şaşırtan geri dönüş neydi?

Her okurun beğendiği öykü başka oluyor. Okur yorumlarına baktığımda “kitabın en iyi öyküleri” başlığı altında adı anılmayan öykü yok. Kimisinin adı daha sık kimisinin daha az anıldı ama hepsi bir şekilde okurla bağ kurabildi. Bu benim için önemli.

Öykü yazarı için ‘boşluk’ nedir sizce? Yazarken neyi yazmamak gerektiğini nasıl bilirsiniz?

Özellikle öykü türünde boşluk kurgunun önemli bir parçası. Boşluk derken kastettiğim orayı es geçmek, anlatmamak değil tabii. Yazıyla sınırları iyice belirlenmiş, yazarın bile isteye yaptığı, varlığıyla metne anlam katan bir şeyden söz ediyorum. Boşluk bir yanıyla okuru kışkırtan, harekete geçmeye, metni tamamlamaya zorlayan bir şey. Bir yanıyla da yazarın öyküyü hangi niyetlerle yazdığının ipuçlarını taşıyor. Okur ister istemez bunu sorguluyor çünkü. Neyi, ne kadar yazmak gerektiğine karar verirken yol göstericim her zamanki gibi sezgi.

edebiyathaber.net (12 Mayıs 2025)

Yorum yapın