Bugünün Normali ve Normalliğin Deliliği | Sibel Ağlamaz

Aralık 18, 2025

Bugünün Normali ve Normalliğin Deliliği | Sibel Ağlamaz

Eski toplumsal kuralların ve bağların paramparça olduğu bir dünyada, kendimizi keşfetmek artık yeni bir norm hâline geldi. Ama bu tatlı bir norm değil; biraz Foucault vari, biraz sistemsel baskılarla, biraz da neoliberal yorumlarla yoğrulmuş bir norm.

Mark G. E. Kelly’nin Bugünün Normali kitabı tam da bu noktaları derinleştiriyor.

Marka’a göre geçmişimiz, ailemiz ve içimizdeki bastırılmış karanlıklarla dolu bir dünyadayız. “Gerçek kendilik” ve ‘Kendini gerçekleştirmek’ gibi arayışlarla narsist aynalarda dolaşıp duruyoruz. Ya da dolaştırılıyoruz. “Ayna, ayna söyle: Benden başka var mı bu dünyada?” yalnızlığı içindeyiz; üşüyoruz. Güzellik bile kaybolmuş; öyle ki çirkinleşemiyoruz.

“Ben kimim?” sorusunun yükü, baskısı, stresi hiç kolay değil. “Başarı” üzerindeki belirsiz sıkıntılarla ilerleyemiyoruz. Bir yandan çoğunluğu dijital olan bu karmaşık kitlenin kaçınılmaz baskısı altındayız. Arada bir o sosyal ağlara veda ediyor, “şöyle bir bakmak için gelmiştim” deyip çıkıyoruz. Yakın dostlarla konuşmuyoruz; ama her türlü bedensel ve ruhsal ihtiyacımızı gidermek için, yardım çığlıkları atar gibi içimizdekileri bu tür platformlarda paylaşıyoruz.

Herkese “Ben geldim”, “Ben gidiyorum” ya da “Ben bunu yaptım” diye ilan veriyoruz çünkü çok önemli olduğumuza inandırılmış bir çağın çocuklarıyız.

Bir yandan da bildiğimiz o eski toplum yok artık.

“Cuma’ya gidiyorum, döneceğim” tabelalarını asabileceğimiz kürkçü dükkanlarımız artık kapandı; bazen bu kural ve sorumluluklardan gelen rahatlama bile bizi terk etti. Önceden dört duvar arasına girince “dışarısı”nın kaosundan kapıyı bir nebze kapatabilirken, şimdi dışarısı ile içerisi bir olmuş durumda. Velhasıl ayva boğazımızda takılıyor; bırakın ‘kendimize ait bir oda’, nefes alacağımız bir alan bile yaratamıyoruz.

Öyle ki ‘nefes tutma’ kurslarıyla, yaşadığımızı zaman ve ölümü hissetmeyeceğimiz bir formatta tersinden “hissetmeye” çabalıyoruz.

Ama sadece ‘ben’e ait olduğunu düşündüğümüz bir dünya yaratılıyor.

Adam Curtis’in HyperNormalisation, The Century of the Self ya da All Watched Over by Machines of Loving Grace gibi belgselleri bu durumu en vurucu haliyle inceliyor.

Bu sanrısal dünyadan çıkmak için bazen Diyojen’in fıçıya sığdığı gibi bir şeye cesaret etmek gerekiyor. Zira, biraz iç karatıcı ama “nefes kesici” bir sorgulamaya giriyoruz.

Sorguluyoruz. Sorgulanıyoruz. Soruyoruz. Cevaplar zor.

Maskeler, baskılar ve “normal” olmak için gösterilen tüm çabalar, bu dünyada ötekileştirme ve küçümseme iştahını besliyor.

Artık eski ideolojilerden ‘Biz’ler biraz form değiştiriyor; birey olarak kendimizi pohpohladığımız bu dünyada suçlayacak kimse kalmıyor. “Her şey senin elinde” yeni mottosuyla birlikte, 2026 ajandanızla Everest’i aşamayacağınızı sanıyoruz.

Arno Gruen’in Normalliğin Deliliği, bu ruhsal kuduzluğu enfes bir açıklıkla anlatıyor. Bastırdıklarımız sıkıntıya, sıkıntılarımız derinleşen çığlıklara, çığlıklarımız ise çeşitli psikolojik tanılara dönüşüyor.

İnsan, sadece Freud’un karanlık tarafını psikanaliz gibi yöntemlerle kontrol etmeye çalışmakla bitmiyor; aynı zamanda tüketim endüstrisi ve kimlik üzerinden kendini anlamlandıracak kadar basit de değil.

Belki de Yunus’un dediği gibi:

Beni bende demen, ben de değilim.
Bir ben vardır bende, benden içeru.

Bu kaos ve duvarsızlık içinde, içeriye doğru yolculukta görüşürken, dışarıda buluşmayı diliyorum hepimize.

Yorum yapın