Muhtemelen insanın en temel korkularından biri ile başladı bu hikaye: Gördüğümüz şeyleri ‘normal’ sayıp yüzeye; göremediğimiz gizemleri de ‘anormal’ sayıp yerin altına attık.

Ayaklarımız, ölülerimizin üzerinde devindi ama kendimizi doğamız gereği yerin çekimine kaptırdık.
Altımızdakinden hep korktuk, bize hatırlattığı şeyleri derin bir kaos saydık. Haliyle Güneş’e taptığımız binlerce yıl içinde, biz kuru ve parlak; yer ve altı ise karanlık ve nemli kaldı.
Masallarımızda, hikayelerimizde ve şamanlarımızda dilden dile yayıldı ‘yer altı canavarları’, ‘ölüler diyarları’ ve türlü Hadesler. Bizi belirsizlik zehri ile öldüren yılanlar ile birlikte yeraltı, insana ekşi bir arzu ve Tanrı’ya ezeli rakipler yaratıp durdu.
Sözün edebiyatında yeraltı, bir doğa alegorisi, bir korku rapsodisi, bir katarsis görevindeydi.
Sonra yazıya mahzar olduk.
Düş ve düşünceler yazıya aktarılmaya başlandıkça, sınıfların izleri belirdi parşömen üzerinde.
Artık, yerin üstünde Wells’in Zaman Makinesi kitabındaki gibi uyuşuk Eloi‘ler vardı: Rahipler, aristokratlar, zenginler ve onların gündelik dertleri, gül kokulu hamamları, normlara sığmış rituelleri ve zamana meydan okuyan anları. Kültür diye günümüze kadar taşınmıştı bu üst sınıfların ‘boş zaman’ aylaklıkları. Hep İyi’yi arayan (ama ikiyüzlü) felsefeleri, dine bulaşmış ahlak taburları, yazıya ve insanlara aktarılan onlarca kuralları.
Ve bir yandan da Morlocklar vardı.
Üstteki Eloilerin yemeğini, sıcak banyo suyunu, boş zamanları dolduracağı efkarlarını yaratmak için; yerin altında balık istifi gibi yaşayıp, hınca hınç çalışan insansılar: İşçiler, köleler, dışlanmışlar, atılmışlar ve doğuştan damgalanmışlar.
Yerin üstündekiler ‘iktidar’ı ve haliyle normları yarattığından, yazılı edebiyat da onların hayatlarını kaydedip durdu. Homerosvari hikayeler, bu üsttekilerin değerlerini hem onların arasında yazılı olarak, hem de ‘alttakilere’ sokak ozanları ile sözel olarak yaydı.
Üsttekilere göre, yerin altındaki bu ‘avam’ tabaka, tıpkı bir yılan gibi sinsi, bir parazit gibi asalak ve bir Hades kölesi gibi arsızdı. Argo, kaba, varoş ve niteliksiz bu yeraltı insansılarının, üsttekiler gibi ‘eğitilmesi’ de mümkün değildi. Ama en azından mitler, didaktik hikayeler, sosyal yapışkanlık yaratan din ve tanrıların yardımı ile ‘yerin altında’ haşarelik yapmadan yaşayamayı öğrenebilirlerdi.
Edebiyatı zamansız yapacak yazı pahalı idi.
Hayal gücü boş zamansal bir lüks ve değer yaratma ise iktidarda olmak ile ilişkiliydi. Ve yerin üstündeki bu kalbur üstü insanlar ise para, zaman ve iktidara sahiplerdi. Haliyle kendi ‘literature’lerini yaratıp kaydedebildiler Şimdi binlerce yıl sonra bile, onların muntazam yaşamlarını, ahlaklı(!) hikayelerini ve ve erdemli mektuplarını okuyoruz.
Çağlar Orta’ya geldiğinde, üsttekilerin satırları dua ve günah korkusu (arzusu?) ile doldu. Aydınlanma’ya eriştikten sonra ise, bu temalar, ideal birey, vatandaş ve çalışan nasıl oluruz? konulu gelişim yaprakları, romanları, koçsal blogları ve TedX konuşmalarına dönüştü.
2024 yılında, birine nedir bu yeraltı edebiyatı? diye sorsak, muhtelemen üst sınıfın ‘bazılarına’ yaftaladığı sıfatları sıralar bize:
Küfür, uyuşturucu, fuhuş, tutunamama, aykırılık.
Çünkü yeraltı edebiyatı, eğer varsa, ‘yer üstü edebiyatının’ zıttıydı.
Çünkü yerin üstü edebiyatı, sokak dilinin o ucuzluğundan(!) uzak, hayat dışına çıkabilecek bir erdem ve felsefe gerektirirdi.
Çünkü üst sınıfların edebiyatı, kötülüğü değil, iyiliği; küfrü değil, güzel sözü; çok eşliliği değil, sarayın şövalye aşkını; uyuşturucuyu değil, keyif verici maddeyi olumlardı.
Çünkü edebiyat, arapça edeb’ten, yani iyi ve güzele davetten gelirdi ve yazı buna meylettirmeliydi.
Çünkü literature, üst-sınıfın erdem ve felsefeye ilişkin bilgi ve ilgi paylaştığı mektupları ve yazılı metinlerinden geliyordu (litteratura) ve yazı bu insanların değerlerini yansıtmalıydı.
Ve üst sınıftakiler öyle yaşamasalar bile, öyle yazarlardı. Felsefe ve dinin getirdiği onlara verdiği haklardan vazgeçmek istemez ama sınırlarının dışındaki bu ‘yeraltı’ zevklerini de merak ederlerdi.
Marqués de Sade yerin altına girip adeta kendisel bir deney-im yaşamak isteyen bir asildi misal. Decameron’un yazarı Boccaccio hem ünlü bir tüccarın oğlu hem de Floransa gibi yerlerdeki politik figürlerden biriydi. İnsandaki iyiliği olumlamaktan vazgeçip, kötülükten zevk alan karakterleri Uğultulu Tepeler gibi eserlerde yaratmaya başlayan Emily Brontë, Cambridge’li delifişek bir babanın kızıydı.
Yeraltı edebiyatının bu ‘bozuk dili ve norm dışı hayatını’ merak eden üst sınıftaki canı sıkılmış ve marjinal olmak isteyen macareperestleriydi belki de bunlar.
Halbuki (yeraltı edebiyatını üstten bakarak tanımlayanların) bu fanusunun dışına çıktığımızda daha bir gerçek oluyor yazılanlar.
Çünkü, tarih boyunca iktidara ve normlara, ortalamaya ve ana akım olmaya karşı çıkan onca insan, öyle pek de üst sınıflara ait değildi. Çoğunun ya bu itirazlarnı yazıya geçirecek gücü olamadı ya da geçirenlerin eserleri sansüre ve yok edilmeye maruz kaldı. Japonya’dan Anadolu’ya, Bahnamelerden Alamut Kalesi’ne onlarca yer ve şekilde ‘yer altında örgütlenen’ insanlar, hem yazılı hem sözlü olarak, gerek yaşamı gerek yazıları ile normallere isyan ettiler.
O namussuz düzene itiraz etmek ve değiştirmek istediler.
Ancak iktidarın ideolojisi onları ‘marjinal’ sayıp yok etmeye, suçlu sayıp hapsetmeye ve deli sayıp dışlamaya devam etti. Günahkarlardı onlar. Bu dünyada yerin 1 kat altında kalmalı ve Öbürü’nde ise 7 kat altında yanmalıydılar.
Ama matbaa ve okuma-yazma yaygınlaşıp, hayat ve düşlerini kaydetmeye başlayınca bu günahkarlar, işler değişti. Pikarolar ya da gotik edebiyat ile ‘yerin altı’ üstüne geldi ve yavaş yavaş da şehirlere girdi.
Son bir kaç yüzyılda ise bireyselleşen insan, alt ve üst sınıflar ile bağlantısını yeniden kurmaya başladı. Köyünden kopup şehre yerleşti. Bazısı daha da kopuklaştı, bazısı uyum sağlayıp yeni sınıfının alışkanlıklarını benimsedi. Ulu orta bu kültürel göçler yaşanırken, 1900’lerin en güçlü sosyal dış gücü Soğuk Savaş idi. Yakın dönemin meşhurlaşan Yeraltı Edebiyatı genresinin en önemli müsebbiblerinden biri de bu ideoloji savaşları oldu.
Önceden ezilen, sansürlenen, dışlanan bu ‘yer altı’ sınıfı, sol ideolojilerin koruması altına girdi. Sartre’sından Kadıköylü fanzincilere değin herkes yerin altını üstüne çıkarmaya girişti: Orospular seks işçisi olup Marksist metinlere dahil oldu. Argo, küfür ve deyimler ters yüz edildi, didiklendi, post-modern bir dönüşümle kendini evirdi. İyi/kötü, suç, kural, vicdan, görev, güzel/çirkin ve erdem gibi din ve devlet işlerince manipüle aracı kullanılmış değerler alaşağı edildi. Böylece üsttekilerin normlar ile alttakilerin anormallikleri aynı anda yok edilmek istendi.
Bir yandan da bu sosyo-ekonomik değişimde kendine yer bulamayan, kopuklaşan, kendini başarısız gören ve yalnızlaşan bir güruh, bir tür ‘tutunamayan sınıf‘ peydah oldu ve hayatları, düş ve düşünceleri yeni genreleşen yeraltı edebiyatı furyasına katıldı.
1950’lerden sonra parlayan Amerika’nın meşhur Beat Kuşağı misal. Fakirliğe sevecen, ölümle ve kimlik ile kavgalı, sisteme öfkeli ve belki de bu yüzden yeni bir kimlik bulmuş yazarlar ortaya çıktı. Kerouac şehre sıkışmış bireyi özgürleşsin diye kahramanlarını yollara vurdu misal. Burroughs ve Gingsberg sanayileşme ve üst sınıfları eleştirdi. Palahniuk bireyi ölüm ve yaşam arasındaki o şizofren anlam savaşına soktu.
Bir yandan da Camus, Dostoyevski, Sartre gibi entelektüeller, kah varoluşcu sorgulamalar etkisi ile yalnız, kopuk, nihilist, sistem karşıtı karakterlerin iç dünyasını açıyorlardı bize, kah da Tanrı’nın ölümünden sonraki ideolojik dengesizliklerle dolu onyılların sosyal iz düşümlerini anlatıyorlardı.
Bizim buralarda da malum tsunaminin etkileri görüldü.
Oğuzcuğum Atay, beyaz yakanın boğazına idam ilmeği olan kravatı anlattı. Adalet Ağaoğlu, Aysel’i sıkışmışlıklardan çıkarmak için otellere soktu. Hakan Günday, zengin bebelerin ağzında medeniyet karşıtı söylemleri aforizmalaştırdı. küçük iskender yasak aşkların adlarını ağzına alıp, gözlerimize baka baka mastürbe satırlar yazdı. Tanpınar, Batı ve Doğu, geçmiş ve gelecek arasına sıkışmış bireyin huzursuzluğunu aktardı. Murat Tol ve Niyazi Zorlu, küskün solcuların sürülmüş ve kimsesizleştirilmiş hikayelerini anlattı.
Velhasıl kelam, şimdiki zamanlarda altta kalan pek de bir şey kalmadı.
Bir yandan ideolojik sahiplenilme, bir yandan bereketlenen teknolojik imkanlar ile yer altı edebiyatı, yerin üstüne geldi. Sansürlenmenin devam ettiği ülkeler olsa da, Batı’nın dünyasında Bukowski, Sade, Günday veya küçük iskender kitapları bilinen ünlü yayınevlerinden basıldı ve basılıyor.
Bu yazarların yaşayanları birer Cesur Yürek timsali olarak, ünlü AVM salonlarında söyleşiler veriyor. Sistemi kontrollü ekranlarda en ağır söylemlerle eleştiriyor. Ölenlerinin ise, kitaplarından alıntılar tişörtler üzerine basılıp yok pahasına satılıyor ya da İnstagram’daki paylaşımlar arasında en çok beğenilen post-modern yaşam mottosu oluveriyor. Yerin altını dışlanmaktansa, onu yerin üstüne çıkıp ‘satılabilir bağzı şeylere’ dönüşmesinden gayet memnun olan yatırımcılar ise, Netflix’den Mubi’ye; kitap fuarlarından doktora tezlerine değin bilumum yeri fonluyor.
Hadi yazarları ve etrafına üşüsen kurumları bir kenara bırakalım. Işığı ötekinden kendimize döndürelim. Ki sahnede ya da sayfalarda ucube ve dışlanmış, arsız ve kuralsız insanları izlerken aldığımız zevki ve ayıplamaları düşünebilelim.
Belli ki edebiyat, demokratikleşen bir çok şeyle birlikte toplumun farklı kesimlerini sıkça yansıtmaya başladı.
Elbette ki bazı yazarlar eserlerinde eski hiyerarşik bağlara devam ediyor. Onlar için alt ve üst hep vardı ve olacak. Bazıları sistem karşıtlığı sorgulamalarını ergen bir sol kisvesi içinde yapıyor. Onların kimliği sadece eleştirmek, karamsarlık ve isyan olacak. Bazıları tutanamamasını anlarken sistemin kurbanı olmayı tercih ediyor. Bellki sorumluluk almaktansa, çağın narsist akımına kapılıp, yaşamları boyu dehanın ötekiliğine ve dışlanmasına oynayacaklar. Bazıları ise sistemin enkazı ya da uzayın boşluğu içinde ‘sesimi duyan var mı?‘ diye yazacak. Belli ki onlar, yaşam boyu benzerleri ile uçmak için kanat çırpacaklar.
Toplumun eski bağlarından giderek daha kopuk, ama güncel değerlere uyumlu, ya da arsız ya da ne bileyim epey tatavasız bireyler olarak biz de kendimize bir yol çizmeye çalışıyoruz bu hengamede. Yaşadığımız bu postun da postu modern çağda, üstü ya da altı darmadağın olmuş bu dünyada kendimize nefes alabileceğimiz güzel bir yer aradığımız aşikar.
Daha önce evimizin içine, elimize ve kalbimize hiç bu kadar yakın ol(a)mamış edebiyat ise, belli ki, ister altından ister üstünden gelsin fark etmez, bazen bir tür dost gibi kolumuza girecek, bazen oyunbazlaşıp bize çelme takacak, bazen de bize yakınsamış ruhlarla birlikte külliyen sorgulamalı büyümelere vesile olacak. Hangisi olursa olsun, farkında olan için 2000’li yıllarda edebiyat, ahlaka, iyiye ya da bazı sınıfların değerlerine çağrı değil, kendine ve bütünlüğe yolculuktaki bir arkadaşa dönüşmüş durumda.
edebiyathaber.net (10 Şubat 2025)