Bu ‘yaralar’ kabuk tutmaz ‘rüzgâr’ değse de… | Burak Soyer

Temmuz 21, 2022

Bu ‘yaralar’ kabuk tutmaz ‘rüzgâr’ değse de… | Burak Soyer

Ceren Gündoğan 1983 yılında İstanbul’da doğmuş. Kocaeli Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Dramatik Yazarlık bölümünde eğitim görmüş. Devlet Tiyatroları’nda oyuncu ve reji asistanı olarak çalışmış. Yazıları ve öyküleri bazı dergilerde yayınlanan Gündoğan halen Ortaoyuncular Yayınları’nda editörlük yapıyor ve Artı Gerçek’te sinemayla tiyatro yazıları yazıyor. 

“Yaralı Rüzgâr”ı yazmaya başlamadan önce, huzursuz bir ruh hâlinde olduğumu hatırlıyorum. Adlandıramadığımız duyguların bizi huzursuz etmesi gibi bir şeydi yaşadığım süreç.” Bu cümlelerle anlatmış yine bu sayfalarda ‘İlk Kitap’ta Mesut Örs’ün konuk ettiği Ceren Gündoğan, Eksik Parça Yayınları etiketiyle yayınlanan ilk kitabı Yaralı Rüzgâr’ın çıkış öyküsünü. Okura da bu “huzursuz ruh halinden” çıkamayacağı bir roman bırakmış. Kitap, çocukluğundan beri içinde var olan tiyatro tutkusunu İngiltere’de gerçekleştirmek için yola çıkan Dersimli Roza’nın, burada karşılaştığı Angelica’yla yaptığı muhabbetin ardından ucu bu toprakların kadim yaralarına kadar uzanan bir hikâye anlatıyor.

Roza’nın, tipik “Türk aile yapısıyla” denk düşen, “önce ‘normal’ bir meslek sahibi olup sonra hobi olarak yapışması” biçiminde desteklenen inişli çıkışlı bir tiyatro macerası var. “Yıllardır aynı yerde takılıp kalıyorum. Sahneye dokunacak kadar yaklaşıyorum, sonra bir bakmışım ki tepetaklak yerdeyim. Herkese kolay, bana neden bu kadar zor? Trakya’dayken mücadele edebilmiştim, ayağa kaldırmıştım kendimi. Hatırlayıp üzülecek ne var bunda? Ne büyük yaraymış!” diyor. “Annemle babamdan daha çok destek görebilseydim. Sırf o zamanlar üniversite okumadım diye… İnanmadılar ki. Bazısının gözünü hırs bürür, ailesinin dudak bükmeleriyle kamçılanıp başarıya koşar. Bende öyle olmadı ama. Tutturdular önce üniversite oku, meslek edin, sonra yine yap tiyatroyu. Öyle olmuyor işte,” diye kendi kendine dert yanıyor ama bir yandan da ailesinin fikrine de anlayış gösteriyor: “Ne yapsalardı ki? Memur zihniyetleriyle ancak bu kadarı geldi ellerinden belki de. Tiyatro hiç bilmedikleri bir alan, ailede örneği yok. Korktular belki de? Bir tek ablam gönülden inandı, hep destekledi benim tiyatrocu olmamı. İsviçre’ye gitmeseydi yalnız hissetmezdim kendimi.” Ama bırakmıyor peşini tiyatronun ve bu heves (belki hırs) onu İngiltere’ye götürüyor. Ha deyince tiyatro işi olamayacağı için bir yandan dil öğrenecek bir yandan da para kazanmak için Dawling ailesinin çocuklarına bakacak. Dawling’lere alışması zor olmuyor Roza’nın. Onların ‘küçük canavarlarıyla’ muhabbet koyulaşıyor. Ama Roza’nın asıl dikkatini çeken kişi büyük anne Angelica. Yaşına rağmen hayli dinç duran ve görmüş geçirmişliği her halinden belli olan bu asil İngiliz kadın İstanbul’la ilgili sorular soruyor ona. 

Angelica’nın köpeklerini gezdirmeye çıkardığı bir gün çay içmek için onun evinde ufak bir mola veren Roza duvarda bir Türk subayının fotoğrafıyla karşılaşıyor. İlerleyen zamanlarda bir gün Dawling’ler bir konferans için şehir dışına çıktığında, Angelica da köpeğiyle beraber geceyi çocuklarla ve Roza’yla geçirmek için onlara misafir oluyor. Çocuklar yattıktan sonra Angelica ve Roza şarapla demlenen koyu bir muhabbete başlıyorlar. Kitabın ‘foyası’ da burada çıkıyor ve Angelica’nın hikâyesinin bir toplumun çok yakından tanıdığımız hikâyesi olduğuna şahitlik ediyoruz. Kitapta çok uzun bir yer kaplayan ve mevzuyu afişe ederek okurun merakını bir yazıyla giderme olasılığı hayli yüksek olan bu bölümü es geçip toparlamak istiyorum.

Ceren Gündoğan yine Mesut Örs’e verdiği röportajda, “Toplumsal travmaların birey üzerindeki etkisini ‘romanda sinema’ göstergeleriyle anlatmaya çalıştım,” demiş. Çok da doğru söylemiş. Yazarın, sinema ve tiyatroyla olan haşır neşirliği metnine de görsel olarak yansımış. Özellikle Angelica’nın evindeki Türk subayının ‘görev icabı’ yaşadıkları, satırların üzerine çıkarak gözümüzün önünde beliriyor. Yine aynı şekilde Roza, Dersim’e gittiğinde adeta bizi de yanına alıp akrabalarının yanına oturtuyor ve muhabbete ortak ediyor. Baştan aşağı kara kalemle çizilmiş gibi kafada canlanan Fate karakteri de ayrıca ele alınmayı hak ediyor. Gündoğan’ın “Toplumsal travmaların birey üzerindeki etkisi” tanımlaması da girişte yazdığım, “ucu bu toprakların kadim yaralarına kadar uzanan bir hikâye”nin hem sağlamasını yapıyor hem de özetini çıkarıyor. Son bir parantezle yazıyı bitirelim: Ceren Gündoğan’ın Yaralı Rüzgâr’ında anlattıkları yeni şeyler değil. Ancak kitabı önemli kılan yazarın “travma” olarak doğru bir şekilde adlandırdığı konuyu göz yaşartacak drama düşürmeden, olayların ‘inine girmeden’ sade ama vurucu şekilde anlatması. Daha da önemlisi ise bunu bir kadının gözünden ve kaleminden kağıda dökmesi… 

edebiyathaber.net (21 Temmuz 2022)

Yorum yapın