“Bu Sene Okuyamadığım Kitaplar veya Bir Gecikme Poetiği Denemesi” başlıklı yazıyı yazma fikri aklıma nereden geldi, önce onu anlatayım. Polonya’nın Nobel ödüllü yazarı Olga Tokarczuk’u daha önce hiç okumamıştım. Zor beğenen bir eleştirmen ve yazar dostum, “okumalısın” diyerek yılbaşı hediyesi olarak kitaplarını gönderince, kapaklarına bakarken kendimi şöyle düşünürken buldum: Acaba kimler gibi yazmıştır? Hangi öncülleri bilmeden onun metnine giremem?

Kitap okumayı yazmak gibi bir sanat dalı olarak görenlerdenim. Dolayısıyla bu soru, basit bir meraktan çok, edebiyatın tarihsel katmanlarını fark etme ve okuma dinamiğini doğru bir yapı içinde kurma meselesine dönüştü benim için. Okudukça, Tokarczuk’un ironi, gönderme ve biçimsel oyunlarının yalnızca kendi metniyle değil; Polonya romanı, Avrupa modernizmi ve Kafka ile Dostoyevski gibi etik ve psikolojik derinliği olan öncüllerle kurduğu sessiz diyaloğu bilmeden tam anlamıyla kavranamayacağını gördüm. Tokarczuk’u okumak, yalnızca yeni bir roman okumak değil, edebiyatın geçmişiyle gecikmeli bir karşılaşmaya adım atmaktı.
Çünkü bazı metinler yalnızca kendilerinden önce yazılmış kitapları değil, o kitaplarla kurulmuş bir düşünme biçimini varsayar. Okur bu varsayımı karşılamadığında metin çökmek yerine geri çekilir. Anlam kaybolmaz; fakat askıda kalır.
Öncüller Okunmadığında Ne Eksik Kalır?
Nurdan Gürbilek’in Benden Önce Başkası’nda ısrarla gösterdiği şey tam olarak budur: Edebiyatta belirleyici olan etki değil, gecikmedir. Oğuz Atay’ı Dostoyevski’yle yan yana getirdiğinde yaptığı şey bir soy kütüğü çıkarmaktan çok, zaman farkını görünür kılmaktır. Yeraltından Notlar’daki aşırı bilinç hâlâ kendini ciddiye alabilecek bir metafizik zemine sahiptir. Tutunamayanlar’da ise bilinç, artık kendi yükünü bile taşıyamaz. Selim Işık, Yeraltı Adamı’nın devamı sayılamaz. O artık mümkün olmayan bir devamın enkazıdır. Dostoyevski okunmadığında eksik kalan şey Atay’ın ironisi değil, romanın konuştuğu tarihsel boşluktur.
Bu boşluk, James Joyce’un Ulysses’inde daha da belirgindir. Odysseia bilinmeden Ulysses okunduğunda kaybolan şey anlatıdır diyemeyiz çünkü orada biçimin neyi temsil ettiği gerçeği ile karşılaşırız. Joyce, Homeros’un epik yapısını modern hayatın sıradanlığına birebir geçirerek epik olanın artık yalnızca form hâlinde var olabildiğini gösterir. Leopold Bloom’un yolculuğu bir kahramanlık öyküsü müdür? Hayır. Kahramanlığın içinin boşaldığı bir dünyada dolaşan bir gölgedir o. Odysseia’yı bilmeyen okur bu gölgeyi “yenilik” sanır. Oysa roman yeniliğin değil, geç kalmışlığın kitabıdır.
Orhan Pamuk’un Laurence Sterne’ün Tristram Shandy’si için yaptığı “önce Gargantua okunmalı” uyarısı basit bir okuma tavsiyesi değil, doğrudan poetik bir konum alıştır. Sterne’ün anlatıyı sürekli ertelemesi, Rabelais’nin taşkın, bedensel ve ölçüsüz anlatısının artık doğrudan sürdürülemediği bir çağda yazılmıştır. Gargantua okunmadığında Tristram Shandy’de eksik kalan şey mizahtır diyemeyiz. Çünkü eksiklik, tarihselliktedir. Gecikmenin neden bir estetik stratejiye dönüştüğü anlaşılmaz. Metin kendi nedenini yitirir.
Türk edebiyatında Yusuf Atılgan’ın Aylak Adam’ı da benzer bir öncül talep eder. C.’nin aylaklığı bir karakter özelliği değil, tarihsel olarak mümkün hâle gelmiş bir boşluğun sonucudur. Bu boşluk, Avrupa romanında Stendhal’dan Camus’ye uzanan bireyleşme sürecinin tortusudur. Kemal Bilbaşar’ın Denizin Çağırışı’sı bu noktada yalnızca bir karşıt örnek değil, Aylak Adam’ın sessiz öncülünü açığa çıkaran bir metindir. Bilbaşar’ın dünyasında birey henüz kendi sıkıntısına sahip olabilecek bir zamansallığa ulaşmamıştır. Denizin Çağırışı okunmadığında Aylak Adam’da eksik kalan şey toplumsal arka plan değil, bireyin tarihsel olarak nasıl mümkün olduğudur. C.’nin aylaklığı varoluşsal bir jest değil, tarihsel bir ayrıcalıktır.
Tanpınar’ın Saatleri Ayarlama Enstitüsü Bergson okunmadan anlaşılır ama yanlış anlaşılır. Çünkü burada kaybolan şey zaman kavramından çok ironinin yönüdür. Saat, modernleşmenin simgesi olmaktan ziyade, zamanın yanlış kavranmasının nesnesidir. Roman modernleşmeyi değil, zamanı ölçülebilir sanma yanılgısını hedef alır. Bu ayrım gözden kaçtığında metin zarif bir taşlamaya indirgenebilir. Ancak Tanpınar’ın asıl meselesi geri çekilir.
Benzer bir yanlış okuma Milan Kundera’nın Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği için de geçerlidir. Nietzsche’nin ebedi dönüş fikri bilinmeden okunduğunda roman bir aşk ve siyaset hikâyesine dönüşür. Oysa romanda hafiflik özgürlükle değil, tekrarsızlıklarla anlatılır. Ağırlık zorunlulukla ilişkilidir. Nietzsche okunmadığında Kundera’nın ironisi tersine çevrilir. Roman anlaşılır ama yanlış yerden anlaşılır.
Marquis de Sade’ın Justine’i okunmadan Lawrence Durrell’in İskenderiye Dörtlüsündeki Justine’i okumak mümkündür. Fakat bu durumda kaybolan şey karakterin psikolojisi değil, adın taşıdığı ahlaki gerilimdir. Sade’ın Justine’i, erdemin dünyada korunaksız kaldığı bir evrende ahlak fikrinin deney alanıdır. Durrell’in Justine’i ise bu deneyin tersyüz edilmiş hâlidir. Sade bilinmediğinde Durrell’in Justine’i femme fatale geleneğine yerleştirilir. Oysa iki metin birlikte okunduğunda Justine adı, ahlaki kesinliğin tarihsel çözülüşünü işaret eden bir eşiğe dönüşür. Eğer daha da geriye gidecek olursak Sade’ın bu karakteri, 4. Yüzyıl başlarında İtalya’da yaşamış, erdem, iffet ve iman uğruna direnç temalarıyla anılan Hristiyanlık erken dönem azizesi Azize Justine’e atıfla kullandığı açıktır.
Metnin Muhatapları Değil, Gecikmiş Tanıkları
Bu örneklerde ortak olan şudur: Okunmayan öncül metinler, anlamı azaltmaz. Anlamın nerede durduğunu belirsizleştirir. Metinler konuşur ama neye cevap verdikleri duyulmaz. Okur, metnin içinde dolaşır ama onunla aynı tarihsel noktada durmaz. Son yılların ödüllü romanlarını incelersek, kendi çağdaş okurunu değil, edebiyatın tarihsel hatlarını da belirlediğini görürüz. Önceki metinler bilinmeden yeni yayınlananlar okunduğunda “anlam” vardır ama metnin neye yanıt verdiği anlaşılmaz, ironiler, göndermeler ve yapısal oyunlar eksik kalır. Gabriel García Márquez’in Yüzyıllık Yalnızlık ve Mikhail Bulgakov’ın Usta ile Margarita okunmadığında Salman Rushdie’nin 20. yüzyılın en iyi 100 romanı arasında sayılan Booker ödüllü Geceyarısı Çocukları yalnızca karmaşık bir aile hikâyesi gibi okunabilir. Eğer George Orwell’in 1984 ve Charlotte Perkins Gilman’nın Sarı Duvar Kağıdı’nı okumadıysanız Margaret Atwood’undistopik feminist anlatısıAhitler, ideolojik ve feminist eleştirinin ironik derinliği kaybolacağı gibi.
Gelelim bu yazıyı yazmama neden olan Tokarczuk’un Sür Pulluğunu Ölülerin Kemikleri Üzerinde kitabının öncüllerine. Bu konuda çağımızın mekanik okuma rehberleri bile, Dostoyevski’nin Suç ve Ceza’sı ile Kafka’nın Dava’sı işaret ediyordu.İçin için ‘’Yaşasın! Hali hazırda okuduğum eserler,’’ diye sevinirken doğal olarak aklıma ‘neden’ sorusu geldi. Aldığım cevap: Tokarczuk’un romanı, suç, adalet ve bireysel sorumluluk temalarını, Kafkaesk bürokrasi ve Dostoyevski’nin ahlaki sorgulamalarıyla birleştirir. Öncüller bilinmezse kitap bir polisiye veya gizem romanı olarak okunur; metnin ironik ve etik derinliği görünmez, şeklindeydi.
Yıl boyunca dilediği kadar kitap okuyamamış bu naçar lakin meraklı yazarınıza “okuyamadığı kitaplar” şunu düşündürdü: Okur çoğu zaman metnin muhatabı değil, onun gecikmiş tanığıdır. Bazı kitaplar yalnızca okunmayı değil, kendilerinden önce yazılmış olanın hatırlanmasını talep eder. O talep karşılanmadığında geriye yekpare bir metin kalır. Ancak edebiyatın katmanlı yapısı geri çekilmiştir.


















