“Bizler zenciyiz Tituba! Tüm dünya bize karşı!” | Hatice Balcı

Ocak 20, 2022

“Bizler zenciyiz Tituba! Tüm dünya bize karşı!” | Hatice Balcı

“Ve suç ortaklarının asla kiliseye gitmeyen iki yaşlı kadın olduğunu ona söylediklerinde, suçlanan kadın bir anda suçlayana dönüştü ve parmağıyla o iki şeytani kadını işaret edince artık kamçılanmadı.

Ve daha sonra başka suçlananlar da başkalarını suçladılar.

Ve darağacı hiç durmadan çalıştı.”* E. Galeano 

Tarihsel Arka Plan 

Karayipler’deki çoğu İngiliz sömürgesi, İspanyol askerleri Avrupa’da Otuz Yıl Savaşları ile meşgulken ortaya çıkmış. O tarihlerde Karayip sömürgelerinin çoğunda tütün veya pamuk yetiştiriliyormuş ve başlangıçta bu işlerde çalıştırılanlar beyaz hizmetkârlarmış. Zira Avrupa’daki savaşlardan, dini çalkantılardan uzaklaşmak isteyen parasız pulsuz beyazların bir bölümü, zorla askere gönderilmektense yeni kıtada sözleşmeli işçiliğe rıza gösteriyorlarmış. Küçük suçlar işleyenlerin, müflislerin, işsizlerin ülke dışına gönderildiği başlıca bölgeymiş Karayipler. Arada bir hizmetçiler ve yoksullar da “barbadoslanırlar”mış (kaçırılmak ve sömürgelere gönderilmek anlamına gelen argo bir terim). Gel zaman git zaman bölgede şeker kamışı üretimine geçilmiş ve bu yeni durum sözleşmeli işçiliğin ve adam kaçırmanın karşılayabileceğinden çok daha büyük çaplı bir işçi talebi yaratmış. Bilhassa şeker üretimi ancak geniş ölçekte yapıldığında kâr getiriyormuş ve beyaz plantasyon sahipleri topraklarında köleleri çalıştırırlarsa kârlarının kat be kat artacağından eminmiş. Köle ticareti gün geçtikçe büyümüş. Sömürgeciler bir adadan diğerine göç ediyor, yeni sömürgeler kuruyor veya diğer ülkelerin sömürgelerini ele geçiriyorlarmış. 

1580’lerden önce, Afrika’dan Amerika’ya kaçırılanların sayısı yaklaşık olarak 75.000. Aynı dönemde başta İspanya ve Portekiz olmak üzere Avrupa’dan Amerika’ya giden insanların sayısı ise 225.000. 1580-1770 aralığında ise, Avrupa’dan Amerika’ya geçen yaklaşık 1 milyon insana karşılık Afrika’dan Amerika’ya 1,5 ila 2 milyon insan kaçırılmış. Tropik ürünlere talebin arttığı XVIII. yüzyılda köleleştirilen Afrikalıların sayısı 5 milyona yaklaşırken aynı dönemde Avrupa’dan Amerika’ya göç edenlerin sayısı yarım milyonmuş. Köle ticaretinin egemen olduğu tüm dönemleri hesaba katarsak kölelerin yaklaşık yüzde 40’ı Brezilya’da, diğer yüzde 40’ı Karayipler’deymiş. Kalan yüzde 20 Amerika kıtasına dağılırken bunların yüzde 4’ü de Kuzey Amerika’ya getirilmiş.  

Özgürlük

Afrikalılardan bazıları çalıştırıldıkları plantasyonlardan kaçmayı başarabilmişler. Kendilerine maroon adı verilen bu kişiler sömürge yetkililerinin ulaşamayacağı dağlarda, bataklıklarda, ormanlarda; beyazların yaşamadığı bölgelerin sınırlarında yerleşimler kurmuşlar, topluluklar oluşturmuşlar. Bunlardan bazıları o kadar büyümüşler ki bulundukları bölgeleri yönetmişler. Hatta sömürge yetkilileri, tıpkı komşu devletlerle imzaladıkları gibi onlarla da anlaşmalar imzalamış. Maroonlar, plantasyon köleliği boyunca süren köle ayaklanmalarında başroldelermiş. Çoğu isyan yerel ve küçükmüş ama yine de birkaç tanesi geniş alanlara yayılabilmiş. Beyazlar isyanlardan her daim korkmuşlar. Çünkü XVIII. yüzyıl sonlarına gelindiğinde, Karayipler’de, nüfusun çok büyük çoğunluğunu Afrika’dan getirilen köleler oluşturuyormuş. 

 Zamanların En Kötüsü

Bilgi Yayınevi’nden geçtiğimiz ay çıkan Maryse Condé’nin “Ben, Tituba” (Salem’in Kara Cadısı alt başlığıyla) adlı romanının konusu yukarıda bahsettiğimiz Antiller bölgesi köle ticaretinin tarihlendiği dönemlerde geçiyor. Kahramanımız Tituba’yla 1600’lerin son çeyreği ve 1700’lerin ilk on yılı boyunca birlikteyiz. Eser Karayipler’in minik adalarından Barbados’la açılıyor, Boston ve Salem’e (günümüzdeki adı Danvers) uğruyor; sonra yine Barbados’a dönüyor. İçerdeki ve dışardaki yangınlar Tituba’nın büyük bir özlemle ve zar zor dönebildiği vatanında da eksik değil; hızla alev alıyor, ardından sönümleniveriyor.

Yao ve annesi Abena’nın yanında, güvendiği bir çatı altında (bir köle barınağına ne kadar çatı denebilirse) sevgiyle büyüyen Tituba daha küçücükken bile kölelerin yaşamının, “mutluluğun kıyıya köşeye savrulmuş kırıntılarıyla yetinmek” ten ibaret olduğunu biliyor. Yedi yaşında annesini ve Yao’yu kaybediyor. Çocuğu koruması altına alan Man Yaya, Barbados’un şifalı bitkilerinin sırlarını öğretiyor ona fakat kahramanımız gencecikken ölüyor. Artık Tituba’nın hayattaki tesellisi tesadüf eseri tanışıp âşık olduğu Kızılderili John’la geçirdiği tutkulu geceler ve pek az sayıda insanla kurabildiği sıcak ilişkiler oluyor. Ne var ki, erken yaşlarda kaybettiği yakınlarının varlığını da hissetmeye ihtiyaç duyuyor Tituba. Ortaya çıkmakta direndikleri zamanlarda karşısında belirivermeleri için kurban törenleri düzenliyor. Yao, Abena, Man Yaya böyle böyle ona eşlik ediyorlar (bkn: halüsinasyonlar). 

Bir süre sonra Tituba ile Kızılderili John onları satın alan Peder Samuel Parris ve ailesiyle birlikte yolculuğa çıkıyor. Boston’a ve oradan da Salem kasabasına taşınıyorlar. Pederin kızları ve karısı gizemli masallar, hikâyeler anlatan, hastalandıklarında topladığı bitkilerle onları iyileştiren Tituba’yı seviyorlar, Tituba da onları. Bu genç, hayat dolu kadın onca becerisi yetmezmiş gibi zeki ve güzel; üstüne üstlük zenci. Ah nasıl da dikkat çekiyor gittiği her yerde. Üstelik püriten ahlâkın katı kurallarıyla donanmış Salem kasabasının insanlarının haset ve nefretini elle tutulurcasına hissediyor Tituba. Onların yüzünden başına bir şeyler geleceğini de; ve çok geçmeden cadılıkla suçlanıyor.

Condé Neyi Başarıyor? 

Bazı eserlerle, hele de biyografik romanlarla karşılaşmalarımız hafıza mekânlarına süzülmeye benzer. Bu türden romanları okurken bir yandan dönemin toplumsal gerçeklerini, dinamiklerini iyiden iyiye merak eder, merak ettikçe araştırır, kendi gerçekliğimizi bir süreliğine unutup başka çağlara dalarız. Condé bizi üç yüz yıl öncesinin Amerika’sından Tituba’yla tanıştırıyor ve sonra da ona emanet ediyor. Tituba hikâyenin anlatıcısı, ama aynı zamanda olan bitenlerin birinci elden tanığı, sanığı, yorumcusu, kısacası her şeyi. Tituba’nın yaşamını izlerken duyularına da, iç görüsüne de, bedenine de o derece aşina oluyoruz ki o üç yüz yıl buharlaşıyor. Yazar romanını bu mesafeyi sıfırlamayı hedefleyerek yaratmış ve bana sorarsanız amacına da ulaşmış. Nitekim anlatının bir yerinde, onlarca kadınla zincirlenmiş Tituba ümitsizlik içinde yakınırken kendini yankılıyor: “Sanki tümüyle kayboluyor gibiydim. Üzerinde çok kez yazılıp çizilecek, gelecek nesillerin merakını ve acıma duygularını körükleyecek ve herkesin gözünde batıl inançlı ve barbar bir dönemin en sahici kanıtı olacak Salem Cadıları davasında yalnızca önemsiz bir rolde anılacağımı hissediyordum. Orada, burada Antil Adaları’ndan gelen ve görünüşe göre ‘kara büyü yapan bir köle’ diye bahsedilecekti benden. Ne yaşımla ne de kişiliğimle ilgileneceklerdi. Beni görmezden geleceklerdi. Yüzyılın sonundan itibaren imza kampanyaları yapılacak, bu davanın kurbanlarını temize çıkaracak ve soylarından gelenlere mallarını ve şereflerini iade edecek kararlar çıkartılacaktı. Ama ben asla onlardan biri olmayacaktım. Yalnızca Tituba sonsuza kadar mahkûm edilecekti. Hayatıma ve çektiğim azaba ilgi gösteren, bunları anlatan hiçbir kitap yazılamayacaktı!” 

Norman Davies, Avrupa Tarihi adlı eserinde cadılık kovuşturmalarını anarken “Tarihçiler Rönesans ve Reformasyon Çağının sözümona Karanlık denen çağlardan neden bu kadar kötücül olduğunu, hümanizm ve bilim devriminin sözümona karşıt yönde çalıştığı bir zamanda hurafelerin bu kadar güçlendiğini açıklamak zorundadır” der.  Ama belki de asıl hayret etmemiz gereken şey, -ta antik çağlardan cadı avlarına gelene kadarki insanlık tarihi boyunca-, kadınları kamusal hayattan dışlama kararlılığının binlerce yıl sürebilmiş olmasıdır. Söz gelimi bilim, sanat, politika gibi akla gelebilecek zihinsel uğraş alanlarının hiçbirinde kadınlar yoktu. Gündelik yaşamda bile sokak kadınlara büyük ölçüde yasaktı. Kadınlar kendilerini giyimleriyle kuşamlarıyla da görünmez kılmalı, öyle de kalmalıydılar. Eril kodlar düşünce evrenine tamamıyla egemendi ve bu kodlara göre kadınlar önemsiz, zekadan yoksun, tehlikeli/tehditkâr mahluklar olarak görülüyorlardı. Birinci Dünya Savaşı’na kadar bu tablo pek de değişmedi (Avrupa sanayii, erkekler cephedeyken fabrikalarda kadınları çalıştırmak zorunda kalır. Kadınlar esas manada iş hayatına savaş yıllarında dahil olmuştur.) 

Geçmişin bu örümcek ağlarından, kir ve pasından ürkmeden kendi tarihimizi arayıp tarama işini ancak yeni yeni başarabiliyoruz. Üstelik incelemelerimiz sırasında, Aydınlanma çağı filozoflarının bile, hatta ve hatta Darwin’in bile, kadınları kendileriyle eşit görmediklerini okudukça travmalarımızın boyutları son derece tuhaf haller alabiliyor. Adları, sanları günümüze kadar ulaşabilen Sappho, Aspasya, Hypatia, Hildegard von Bingen, Leydi Anne Conway, Olympia de Gouges, Mary Wollstonecraft, Jane Austen, George Eliot, Emily Dickinson  gibi entelektüel kadınların zihinsel uğraşlarını/işlerini sürdürme yönündeki kararlılıklarını düşündükçe insan onların bu olağanüstü çabalarına hayret etmeden duramıyor. Talihlerini büyük ölçüde aile yapılarına ve yokluk çekmeden yaşayabilecek olanaklara sahip olmalarına bağlayabiliyoruz elbette; fakat akıl almaz olan şu ki, aralarında, düşük toplumsal statülerine rağmen parlayabilenler de var. Dünyanın kadınların üzerine ördüğü, onlar yıkmaya çalıştıkça tekrar tekrar yükselen duvarlara rağmen gerçekleşmiş bu olağanüstü parıldamalar. Cinsiyete dayalı dışlamanın, hele de zenci ve/ veya yoksul kadınlar söz konusu olduğunda ne denli katmerlendiğini idrak etmek zor değil çünkü. Hal böyleyken, Condé ve onun gibi yazarlar, eserleriyle, geçmişimizin hüznünü çok çeşitli yanlarıyla algılayabilmemize, ama bir yandan da bunu yaparken duyarlıklarımızı korumamıza yardımcı oluyorlar. Kaybolmuş/kaybedilmiş hemcinslerimizi bulup bize tanıştırıyorlar. Onları sevgiyle anmamızı; yüzlerce, hatta binlerce yıl sonra bile olsa kabul görmelerini ve böylece onların kendi kişiliklerinden gelen değerlerini öğrenmemizi, takdir etmemizi ve dinginlikle uğurlayabilmemizi sağlıyorlar.

***

Tituba XVIII. yüzyılın ilk çeyreğinde öldü. O yüzyılın ortalarında, Fransa’da Diderot ve D’alembert  “Ansiklopedi”yi yayımlama işine girişmişlerdi. Eserin YKY tarafından seçilmiş kimi maddelerinin yer aldığı 1996 tarihli Türkçe baskısında K maddesini açtığınızda kadınlarla ilgili herhangi bir başlığa rastlayamazsınız, ama S maddesinde Sömürge başlığına rastlarsınız.  Burada sömürgeciliğin sağladığı kazançlardan bahsedilir. Maddede yazılanlara göre bir sömürge nüfusça ne kadar kalabalık ve toprakları ne kadar çok işlenmişse o kadar yararlıdır. Aman ha sömürgelerinizi ihmal etmeyiniz der maddemiz, aksine ticaretini teşvik ediniz.

Açıklamalar:

– Yazının başlığı romandaki bir diyalogdan alıntılanmıştır.

*Kadınlar, Galeano, Eduardo, Sel, Çev: Süleyman Doğru, 8.baskı, 2020, Tituba, Syf.10

-İlk iki alt başlıkta yer verilen bilgiler şu kitaptan derlenmiştir: 

Erken Modern Dönemde Avrupa, 1450-1789, Merry E.Wiesner-Hanks, Çev: Hamit çalışkan, İş Bankası Yayınları, Temmuz 2009. 

-Yazıda bahsi geçen diğer yazarlar ve eserleri için sırasıyla bknz:

Avrupa Tarihi, Davies, Norman, Çev: Burcu Çığman, Elif Topçugil, Kudret Emiroğlu, Suat Kaya, İmge Kitabevi, Mart 2006, syf. 612.

Ansiklopedi ya da Bilimler, Sanatlar ve Zanaatlar Açıklamalı Sözlüğü (Seçilmiş Maddeler), Diderot&D’Alembert, Çev: Selahattin Hilav, Yapı Kredi Yayınları, Temmuz 1996,

Ek bilgi: Galeano’nun yukarıda bahsi geçen Kadınlar kitabından:”Charles Darwin  kadınların, mesela sezgi gibi bazı erdemlerini kabul ediyordu, ama bunlar ‘aşağı ırkların karakteristik özellikleriydi.” (age, Kadın İşleri, syf.171)

edebiyathaber.net (20 Ocak 2021)

Yorum yapın