Bizim şu aşağılık toplumumuz | Serap Çakır

Haziran 1, 2015

Bizim şu aşağılık toplumumuz | Serap Çakır

vay----Front-1Yine kötülüğe bir bakmak istedim. Bu kez Özgecan ölmüştü ve ben aynı günlerde Philippe Djian’ın Vay’ını bitirmiştim. Üst üste bir sarsıntı ve çöküş! Oysa Betty Blue’yu size bir kez daha hatırlatarak yazıya başlayacak ve insanın içindeki yaratıcı gücü ortaya çıkaran bir Betty ile tanışma olasılığının düşüklüğünden, aşkın sarsıcılığından ve hayatımıza giren insanların kişiliğimizi olağanüstü bir değişime uğratabileceğinden bahsedecektim. Neyin iyi, neyin kötü olduğu üzerine biraz kafa yormamız gerektiğiyle ilgili birkaç kelam edecekken… Çünkü Betty kendine zarar veriyordu ve ruhu genelden farklıydı ve onu Zorg öldürmüştü. Vay’da Michelle, on altısında yetmiş çocuğun katliyle sarsılmıştı. Annesi ve babası ve ölümler… Philip Djian sürprizli merak uyandıran, sarsıcı sonları seviyordu. Francis’in kızı Alice gibi iflah olmaz ruhları iyi biliyordu, yaraları tanıyordu. Bireyden yola çıkarak yaratılışa ayna tutuşu çok akıllıcaydı.

Salt kötülük karşımıza çıkınca, yaşadığımız o sarsıcı gerçeklikle irkildik yine ve yeniden. İdeolojisi, fikri, temeli, amacı, niyeti, hedefi olmayan bir kötülükle karşılaştık. Anlayamadık ve kötücül eylemi gerçekleştirenin ölmesini, aynı acıları çekmesini, daha beterini yaşamasını istedik ama bir türlü anlamlandıramadık yapılanı. Kıyımın anlamsız salt kötülüğü tüylerimizi diken diken etti, ürpertti, midemizi bulandırdı, korkuttu, öfkelendirdi ama olmuşun nedenini kavrayamadık. Charlie Hebdo’da masum yazarçizerleri öldürenlerin kendince bir amacı vardı, hakarete uğradıklarını düşündüler ve yine “kötü” ama “nedeni” olan bir eylem gerçekleştirdiler. 11 Eylül 2001’de İkiz Kuleler’e saldırdılar, yine masum insanlar öldü ve üzerine onlarca teori geliştirildi. Boko Haram’ın Nijerya’da yaptıkları, IŞİD’in iğrenç katliamları, Sivas’ta ölen canlar, Roboski, Kobani’de olanlar, Hrant Dink cinayeti, Ezidiler… Hepsinin bir şekilde iyi/kötü, haklı/haksız bir sebebi vardı; en azından katliamları yapanlar bu eylemleri bir nedene bağlayarak gerçekleştirmişlerdi. Özgecan’ın ölümü… Hepsini geride bırakan bir soysuzluğa işaret, toplumda bir infial, vicdanları kanırtan bir çığlık oldu. Salt kötülüğün havada kalan ve sadece kötülüğüyle akıllarda yer eden fenalığı, duyargaları sonuna kadar açan, bir birey üzerinden toplumun belli kesimine, erkeklerine ve maalesef bir kısım kadınına seslenen bu ve benzeri nice vakanın fenalığını haykıran acı bir gerçeklik olarak karşımıza dikildi. Tam da Sartre’ın “bizim şu aşağılık toplumumuz” diyerek duyduğu yalın öfke misali…

Aslında bir eyleme kötü dediğimiz zaman onun anlayışımızın üzerinde bir durum olduğunu söylüyoruz. Var ola gelmiş kötülüğün anlamsızlığı sarsıyor bizi. Sadece kendisi için bir eyleme dönüşmüş olan o kötülük (tecavüz/tecavüze yeltenme) sadece kendisi için gerçekleşen başka bir kötülüğe zincirlenince (bıçaklama/şiddet) ve yine sadece kendisi için yazdığı kötülük kurmacasında gerçekleştirdiği bir başka bireysel kötücül eylem devamlılığı (yakma/cinayet) insan zihninin/vicdanının tanımlayamayacağı bir belirsizliğe dönüşüyor. Akıl ve mantıktan uzaklaşıyor, anlamını yitiriyor ve anlamdan uzaklaştıkça daha da kötüleşiyor. İşte bu nedenle Özgecan cinayeti vicdanları daha da fazla kanattı.

Kötülüğün zihinde katmanları var

Eylemin bir sebebi olduğu fikrinden yola çıkan zihnin bunu kabullenişi, zor olsa da bir şekilde gerçekleşebiliyor. Medyanın yönlendirmesi, politik söylemler, seçilen kelimelerin tercihi, toplumsal algıyı saptırıp yumuşatabiliyor. Benzeri gerekçelerle/tercihlerle kabule zorlanan cinayetler/katliamlar, belli bir sistematiğin içinde soğutularak kamuoyunun nabzı düşürülebiliyor. O gerekçeler, küçük de olsa bir sebep arayan toplumun bir süre sonra kabullenmesine, unutmasına ya da affetmesine katkıda bulunabiliyor. Tahrik zırvalıkları, dine hakaret gerekçeleri vs. ile eylemin toplumsal algıda kötücüllüğünün katmanları oluşturuluyor. Özgecan cinayetinde ise bu katmanların en üstüne bir saldırı gerçekleştirilmiş oldu. Mantık ve akıl dışına itilmiş bir edime tekabül etti ve kamuoyunda infial yarattı. Toplum her gün duyduğu haberlerin aksine bu kez travmatik bir yıkım yaşadı ve yeniden yapılanmanın yollarını arayan söylemler/yöntemler/yasalar geliştirmenin yollarını daha da fazla aramaya koyuldu. Her gün duymaya alıştırıldığı kadın cinayet/şiddet haberlerinin temelinde yatan gerekçeleri belki de ilk kez bir tehdit olarak algılamayı başardı. Töre, eş, namus cinayetlerinin ötesinde bireysel yaşamın her alanına yayılan bir baskılanmanın ayırdına vardı ve bunun erkek eliyle ve hukuksal boşluklarla senelerdir gerçekleştirilen sistematik bir kıyım olduğunu kamuoyu nezdinde anlamaya ve tartışmaya başladı. Ortaya konan fikirlere/açıklamalara göz atarken, kadının varlığına dair topluma nüfus etmiş ikiyüzlülüğün sarsıcı bir şekilde ayırdına vardı. Siyasette kadına yönelik politik ikiyüzlülüğün içler acısı durumuna (Meclis’te kadın vekil tartaklamanın üzerinden çok geçmedi), kadına yönelik şiddeti körükleyen ve her gün bir başka şekliyle pişirilip ortaya konan ayrımcı söylemlere karşı çok ciddi bir uyanış yaşadı.

İmam nikâhı sonun başlangıcı

Buna rağmen kadının üstüne çöken kâbusları bir türlü sonlandıramadık. İşte şimdi de Anayasa Mahkemesi kararıyla imam nikâhı için resmi nikâh şartı ortadan kaldırıldı. Bu kararın sonuçlarının nereye varacağını düşünmeyen resmi makamlar, işi kadere bırakacak binlerce insanın/kadının yolunu belirlemiş oldular. Kararın kazanılan onlarca hakkın üzerine çizilen kalın bir çizgi olduğunu göremeyecek kadar körleşmiş devlet… Küçük yaşta evliliğin, kadının temel haklarını çiğneyen uygulamaların önünü açacak dramatik bir son daha… Yazık! Bundan sonra olacakları kadın kişi sadece izleyecek mi, yoksa hayatını sürekli kadere yazgılayan resmi makamlara öfkeyle haykıracak mı hep birlikte göreceğiz. Bu durumun kadın haklarında gelinen noktada sonun başlangıcı olduğunu söyleyebilirim. Daha çok erkek elinin değeceği ruhlar istiyor iktidar. Kadının kalbini erkekler tutsun istiyor.

Geçelim Djian’ın “kötü”süne. Philippe Djian’ın Vay’daki hikâyesi bir tecavüz sahnesiyle başlıyor ve bir mezarlıkta son buluyor. Kırklı yaşlarının ortasındaki Michelle’i ilk görüşümüz yanağındaki yangın ve çenesindeki büyük acıyla oluyor. Kar maskeli bir adam kadına evinde tecavüz ediyor. Michelle polise gitmiyor, uzunca bir zaman bu durumu kimselere de anlatmıyor. Boşanmış ve bir çocuğu var. Önce eski kocasına, sonra da en yakın arkadaşı Anna’ya durumu anlatıyor. Tuhaf bir şekilde onun neden bu kadar güçlü durduğunu önceleri anlayamıyoruz. Kafasında adamın kimliğini, yaşadıklarını sorguluyor, eve girerken tedirgin oluyor mesela ama yine de çok güçlü. Sonra onun kişiliğinin altında yatan derin bir travmanın olduğunu kavrıyoruz. Babası Akitanya Canavarı! Okyanus ötesi bir tatil kampında tam yetmiş çocuğun canına kıymış bir cani. Michelle olaylar ortaya çıktığında on altısında bir genç kız. Annesiyle birlikte toplumdan müthiş bir baskı görüyor, dışlanıyor ve her fırsatta insanların tacizine uğruyor. Genç bir kız için yetmiş çocuğun katili bir adamın evladı olmanın nasıl bir duygu olduğunu tahmin bile edemeyiz.

İnsan biraz da yıkıntı demek

Michelle babasının hapiste kaldığı süre boyunca onunla görüşmüyor, annesinin kimi zaman hapishanede kocasını ziyarete gittiğini biliyoruz. Bu durum okuyucuda ayrı bir tiksinme yaratıyor. Nasıl olur da onlarca çocuğun katili bir adamın eski karısı olarak onu ziyarete gider ki? Hiç mi tiksinmiyor, hiç mi o çocuklara acımıyor, bu kadında hiç mi gurur yok? O katil yüzünden yüzlerine tükürdü komşuları, evleri taşlandı, işlerinden haysiyetlerinden oldular. Philippe Djian, sürprizleri seven, hayatı farklı açılarıyla göstermeyi bilen bir yazar. Affedilemeyenler’de de yapıyor bunu, Betty Blue’da da. Vay’da söylemeye çalıştıkları bundan farklı değil. Hayatın bir noktasında bir yıkıma uğruyor insan. Aşk, anne, baba, torun, yeğen, evlat, iş, kötü bir tesadüf, saçma adam ve kadınlar, uyuşturucu… Herkesin farklı bir yıkımı ve o yıkımın altından sıyrılarak kurduğu yeni bir hayatı var. Michelle hayatın içinden bir karakter olarak böyle yıkımlarla karşılaşıyor ve onlarla “bir şekilde” baş etmeye çalışıyor. Ölümler, babası, evliliği, oğlu Vincent, eski eşi Richard, gizli sevgilisi, yakın arkadaşı Anna, annesi Irene.

Michelle güçlü ama bir o kadar da kırılgan bir kadın olarak hayatındaki iyilikleri ve kötülükleri sorguluyor. Yazar Philippe Djian, kötülüğün ne olabileceğini ve ne olamayacağını Michelle yoluyla okuyucularına sorgulatmayı çok iyi başarıyor. Boşandığı eşiyle tanıştığı ilk zamanları düşündüğünde şimdilerde orta yaşlarını yaşayan bu kadının hayatındaki en güzel karşılamalardan birisinin eşi olduğunu, en azından uzun yıllar boyunca, anlıyoruz. Katil bir babanın kızı olarak herkesin ondan tiksindiği yirmili yaşlarında hayatına giren erkeği “yeniden satha çıkmaya çabaladığım sıralarda bana aşırı bir özenle göz kulak olmasaydı, delirirdim sanırım. Yeniden yaşamayı öğrenirken üzerime titredi, ayaklarım yere bassın ve teselli bulayım diye bana bir çocuk yaptı-gerçi Vincent’ın doğumunun beni şu ya da bu şekilde teskin ettiğinden emin değilim, hiçbir şey fark etmedim” diyerek anlatıyor.

Hayat kurallarıyla ilerlemiyor. Michelle’in bir tuhaf ilişkisi diyelim, sürprizi de kaçmasın, onu kendisini yeniden ve yeniden sorgulamaya itiyor. Hele de yetmiş çocuğun katlinden sorumlu bir babanın evladı olarak, kötülüğün ona ne kadarının geçtiğini bulmaya çalışıyor: “İblis bir bedene günün yirmi dört saati mi musallat olur, yoksa sadece belli zamanlarda mı? Babamdan ötürü, bu soru daha önce de zihnimi meşgul ediyordu. Her defasında doğru cevabı bulduğuma inanarak, bazen bir yana, bazen öbürüne meylediyordum.”

Salt iyi ya da salt kötü insanlar yok dünyada ama bazen de oluveriyor işte. Bir gün bir insan ortaya çıkıyor ve bir başka insana zulmediyor. Kötü ve iyi… Oysa insan bu iki tezatla yoğruluyor ve birey oluyor. Michelle’in içini kemiren İblis korkusu, babasına benzeme olasılığından kaynaklanıyor. Eğer kötülük genlerden geçiyorsa, onda mı yoğun, oğlu Vincent’ta mı yoksa yeni doğmuş torununda mı? Bir gün onun ailesinden birinin çıkıp yine yetmiş çocuğu katletme olasılığı var mı, yoksa korkunç bir cinayeti komşusu da işleyebilir mi? Kartopu oynayan bir insan neden öldürülür ve şiddet nezle gibi bulaşıcı mıdır? Bir kadını korumaya çalışan genç bir adamı linç ederek, bıçaklayarak öldüren zihniyetin temelleri nereye varır? Hükümetler şiddeti nasıl körükler? Nefret söylemi/ayrımcılıkla yoğrulan siyasal bir dilin bu cinayetlerdeki sorumluluğu ne kadardır? Ve en önemlisi kötülük cesaretini nereden alır? İşte bu soruların yanıtı için daha çok konuşacakmışız gibi görünüyor…

Serap Çakır – edebiyathaber.net (1 Haziran 2015)

Yorum yapın