
Mircea Cărtărescu,Nostalji eserinde ,çocukluk anılarından kent deneyimine, bilinçaltının karanlık imgelerinden kolektif belleğe kadar uzanan geniş bir iç alanı yazıya dökerken, metni kişisel bir yüzleşme sahasına dönüştürüyor. Yazarın kendisiyle hesaplaşması, burada iki düzlemde gerçekleşiyor; Birincisi, metnin sürekli katman değiştiren yapısı, anlatıcının kendi benliğini hiçbir zaman sabit bir noktada tutmasına izin vermez; bu hareketlilik, benliğin parçalanmasıyla yüzleşmenin edebi formudur. İkincisi, Cărtărescu’nun yazıya yüklediği ontolojik anlam, yani yazmanın kendisini bir tür varoluşsal teşhis aracı olarak kullanması, metni otobiyografik olmaktan çıkarıp düşünsel bir hesaplaşmaya dönüştürür. Böylece Nostalji, yazının yalnızca bir anlatı üretme eylemi değil, yazarın kendi geçmişi, arzuları, korkuları ve hayal kırıklıklarıyla giriştiği derin bir dialog olarak okunabilir.Kitabın girişindeki Eliot alıntısı da yaşamıyla yüzleşmenin yaratacağı gerilimin habercisi.Ve aslında şimdiye kadar kendi yazar evreninde geçirmiş olduğu evrelerin üzerinde bir bilanço yapmaya çalışıyor. Özellikle şu cümlesi çok önemli.’’Otuz yaşımdan bu yana yazdıklarım düzenbazlıktan başka bir şey değildir.’’
Cartarescu, edebiyatın kurmaca dünyasıyla,yani gerçeklik olmayan dünyasıyla bir hesaplaşma içine giriyor. Ardından devam eden şu paragraftaki anlam aslında bizim burada söyleyeceklerimize bir kılavuz niteliğinde.
‘’Burada koltuğuma uzanmış yaşlanırken dışarıda artık yavaş yavaş her şeyi kentleri, evleri, sokakları yüzleri yutan yalnızca o masif geceden sonsuz katran bloğundan, siyah sistem, başka hiçbir şey olmam düşüncesinden felç olmuşum. Evrende güneş denilebilecek tek şeyin o kuma lambası olduğu anlaşılıyor ve ışığının aydınlattığı bir ihtiyarın buluşuk yüzü.S.8
Carterascu burada okuyucuyu Proust’un Kayıp Zamanın İzinde’deki zaman-bellek ilişkisine götürüyor. Proust, Kayıp Zamanın İzinde’de belleği yalnızca geçmişi hatırlama aracı olarak değil, “benliğin yeniden inşası” olarak kullanır.Cărtărescu da Nostalji’de benzer bir biçimde anıların fiziksel mekânlara, duyulara ve imgelerle dolu içsel odalara dönüşmesini sağlar.Proust’un ‘’madlen’’ efekti Carterascu’da ‘’mekan’’ efektine dönüşür. Dildeki müzikalite, duyusal yoğunluk, ayrıntıya gösterilen takıntılı özen..Bizi Proust’un ‘’kayıp zamanlar’’ dehlizlerine götürür.
Yazar,kendi yazarlık serüveninde işlediği kurmaca ve karakterlerle bir yeniden yüzleşme içine girer. Ve bu yüzleşmeyi de belki de Slav halkının özellikle Rus kültüründe önemli bir karakter olan rulet oyunundaki kahramanlarla yeniden yüzleşerek işe koyuluyor;”hayır, onun hakkında gerçekçi konuşmam mümkün değil. Et ve kandan oluşan bir simge nasıl betimlenir ki? Bana uzaktan da olsa edebiyatı anımsatan her mecaz, her üslup, aracı, her türlü hile ya da otomatizm, bütün bunlar hasta ediyor beni, ilgilendiriyor. Şunu da belirtmek istiyorum.Tahliye olduktan sonra içkiye başlamış, bir yıl içinde tamamen çökmüştü, işsizdi. Ona rastlamak için en garantili yer 3. sınıf meyhanelerdi. Oralarda geceliyordu galiba.S.12
Cartarescu’nun o kendine özgü betimlemeleriyle,bodrum katlardaki rulet sahneleri,adeta bir filmin görüntüsündeki duyguyu yansıtır;”İlk kez yer altına indiğimde beni yüreklendirmek için yalnızca ilk oyunun güç katlanılır olduğunu, daha sonra ruletin anatomik yanının artık eğlenme duygusu yaratmadığını, bu oyunun neredeyse gerçek tatlı çekiciliğini oluşturduğunu söylediler.İnsan bir kere alıştı mı artık şaraba kadına duyulan düşkünlük gibi onun bağımlısı olur dediler. İlk gece gözlerimi bağlayıp sokaklarda çekiştirecek bir araçtan başka bir araca bindirdiler. Öyle ki sonunda nerede olduğum bir yana kim olduğumu bile söyleyemeyecek durumdaydım. Sonra beni bir sürü dolambaçlık koridordan sürükleyip ıslak taş ve kedi leji kokan merdivenlerden indirdiler.Zaman zaman üstümüze geçen bir tramvayın gümbürtüsünü duydum. Gözlerimdeki bağı çözdüklerinde mumlarla hafifçe aydınlatılmış tonozların altında birkaç sardalya fıçısının masa küçük sandıkların ya da ağaç kütüklerinin de tabire olarak kullanıldığı bir bodrumdaydım.”S.15
Mircea Cartarescu’nun romanlarında Rus ruleti ve diğer slav mitolojik unsurları kullanmasına neden olan motivasyonun Rusya’nın Balkanlar üzerindeki kültürel hegemonyasına karşı gösterdiği bu refleks olabilir.
Aslında bu girişimi Mircea Carterescu’da genelde bulmak mümkün. Çünkü Carterescu özellikle Romanya’da Çavuşesko’nun devrilmesinde sonra yazar serüvenini kentin varoluşlarından, şehrin arka sokaklarından, meyhanelerden terk edilmiş yaşamları gözlemler ve yazar. Travesti ve Orbitor romanlarında da bunları sık sık görürüz. Carterescu mahallenin gerisindeki yaşamları yazar. Sınıfsal çatışmaların en derin ve mikro ilişkilerini ustalıkla aktaran bir yazardır.
Bir yazarın kendi yazdıklarıyla hesaplaşması, yalnızca geriye dönük bir otobiyografik yüzleşme değildir; aynı zamanda yazının yaratıcı süreçte üstlendiği ayna ve çatışma alanı işleviyle de ilgilidir. Cărtărescu’nun Nostaljide yaptığı da budur. Metni kendi bilinçaltının, çocukluk yaralarının, büyümenin getirdiği parçalanmış benliğin bir yansımasına dönüştürür. Metin ortaya çıktıktan sonra bile tamamlanmış sayılmaz; yazar onu zihninde yeniden kurar, eleştirir, hatta reddeder. Borges’in “asıl metin üzerine yazılmış sonsuz taslaklar” fikri bu durumu iyi anlatır. Yazar kendi yazdığına bakarken, aslında kendi düşünsel yolculuğunun bir muhasebesini yapar. Yazar yazarken çözemediği sorunları, bastırdığı korkuları ve kimlik çatışmalarını tekrar tekrar masaya yatırır. Bu yüzden bazı yazarlar için yazmak, bir tür “psikanalitik kazı” işidir.
Yazar,yazdığı öykülerde olayın akışından uzaklaşıp zaman zaman metin hakkında okuyucuyla bir eleştiri yolculuğuna çıkar.
‘’Burada öyküye bir an olsun ara vermek zorundayım. Artık bu öykünün dibinden yüzeye çıkarak biraz hava almak gerektiğini duyuyorum. Zaman zaman hatta sıkça yaptım da bunu ama özellikle şu bulunduğum yerden biraz bir an öne çıkmalıyım.Yelesi uçuşan kafamı dalmış olduğum o yazki jölemsi akıntıdan çıkarmak istememiş ve aşırı süre kalmış olabilirim. Şimdi ise böylesi altın parlaklığından ve pıhtısından gözlerim yanıyor. Ama daha başka daha önemli bir nedenden ötürü de böyle soluk soluğa kaldım. Yani bu metni sizin aranızda okumak isteyeceğimden pek emin değilim.Edebiyat açısından hiç yeterli değil ve giderek daha da başka bir şeye dönüşüyor. İki haftadan beri yazıyorum ve yazdıkça daha önce sözünü ettiğim kronikin içine attığım kimi şeylerin yesiz olduğunu gittikçe daha çok duyumsuyorum. Yazmanın zamanla insanı yani beni değiştirdiğini dübediz fark ediyorum.’’
Cărtărescu’da belirgin bir Proust yansıması görülür. Cărtărescu’nun dünyası çok daha barok, fantastik, halüsinatif.Proust duyuları derinleştirirken Cărtărescu duyuları genişletir; Proust, benliğin zamanla parçalanmasını, yeniden kurulmasını, tekrar çözülmesini anlatır.Cărtărescu ise bunu daha metafizik bir seviyeye taşır: benlik yalnızca parçalanmaz, ayrışır, çoğalır, kopyalanır, başka gerçekliklerde yankılanır.
Ama temel mesele aynıdır: “Ben kimim ve zaman beni nasıl dönüştürdü?”

















