‘Bir ömür’ Márquez

Haziran 5, 2012

‘Bir ömür’ Márquez

Gerald Martin’in kaleme aldığı yaklaşık yedi yüz sayfalık Gabriel Garcia Márquez biyografisi, sonundaki soyağaçları, notlar, kaynakça, fotoğraf ve bilgi metinleriyle, romancı hakkında bugüne kadar hazırlanmış en kapsamlı kitap. Ancak bu çalışmayı özel kılan ‘ağırlığı’ değil, Martin’in biyografi sanatındaki ustalığı…

Her yazar ve biyograf, kaleminden en kolay  çıkan ‘itirafların’ aslında en zor olduğunu bilir. Bir hayat hikâyesi anlatmanın, yazı sanatının en meşakkatli tezahürlerinden biri olduğunu çoktan yaşayarak ve yazarak öğrenmiştir. Hayatını hikâye etmek isteyen herkes, hafıza denilen o gölgeli bahçede biriken hatıralarının etrafında bilinçsizce dolaşır. Notlar alır, günlük tutar, kendine bile itiraf edemediklerini başkalarına en çıplak haliyle anlatmayı dener. Bazen umutsuzluğa kapılır, unutmak istediklerini karanlık kuyulardan çıkarmak için orasını burasını çizer, ruhunun derinliklerine giden yolda ha bire tökezler, uçumundan aşağıya bakınca başı döner. Utandığını saklar. Anlatabilmek için sadece cesaret ve sabır da yetmez. Kendi hayatının şiirini yazabilmek, resmini yapabilmek nitelikli bir içe bakış, samimiyetin ötesine geçen sarsılmaz bir hakikat bilinci ve hikâye etmeyi tutkuyla seven özel bir yazı sezgisine, güvene ihtiyaç duyar.

ANI KİTABI NEDEN BAŞARILI DEĞİLDİ?

Sanırım okurunu ve yazarını heveslendiren bir çaba, her zaman arzulandığı gibi karşılığını bulmuyor. Anlatmak İçin Yaşamak bu anlamda bende biraz hayal kırıklığı yaratmıştı. Evet tüm zamanların en çok okunan ve hayranlık duyulan yazarı, hatırlayabildiği yıllara giderek anılarını ayrıntılarıyla anlatıyordu ama baharatı unutulmuş bir yemek gibi önemli ‘bir şey’ eksikti sanki. Belki sevdiğim yazarlarla ilgili beklentilerimi yüksek tuttuğum için anlatım dili beni tatmin etmemişti. Yıllar sonra pek merak etmediğim sorunun cevabını Gerald Martin’in hacimli biyografisinde buldum. Yazar, yedi yüz sayfalık bu dev kitabın sonuna doğru olanca açık sözlülüğüyle neden o anı kitabının pek başarılı olmadığını da anlatmış: “Márquez’in belki de yazı türü olarak otobiyografinin kendisiyle başı hoş değil. Yazar olarak, dışa dönük; hem bildirici, hem güldürücü. Fakat kendi hayatını anlatırken, taşıdığı psikolojik ihtiyaç, ortaya sermektense saklamak yönünde. Dahası, bir anı kitabında bilmediğin şeyleri bildiğini iddia etmek (ki mesela Yüzyıllık Yalnızlık’ın içindeki mizah tam da buradan gelir) ve çelişkili bilgiler ortaya koymak tam bir felaket olabilir. Bunun gibi Márquez üslubunun alâmet-i farikaları olan mübalağa, antitez, özdeyişlerle konuşma ve yer değiştirme, otobiyografik bir eserde çok daha sorunlu duruyor”.

Aslında bu yazıda Márquez’i bir kenara koyup daha ziyade Martin’in anlatımından, niyetinden, dilinden hatta kendisinden bahsetmek isterdim lakin yayınevi ve/ya editörü, yazarına dair bilgi koymamış nedense. Halbuki Martin’in önsözünde yazdığı gibi bu kitap tam on yedi yıllık bir çalışmanın ürünü. Üslubu, gözlemleri, psikolojik tahlilleri, kaynakları, röportajları ve niyetiyle son yıllarda okuduğum en çarpıcı biyografinin yazarı, neyse ki süreci başında kendisi anlatmış. Márquez’in dünya basınına ‘resmî’ biyografi yazarı olarak tanıttığı Martin, onun profesyonel bir gazeteci ve tanıdığı insanların hayatlarını kendi kurgularında kullanan bir yazar olarak sabırlı olduğunu yazıyor. 1990’da Havana’da ilk buluştuklarında teklifine bir şartla rıza vereceğini söylemiş: “Kendi işini bana yaptırma”. Gerçekten yaptırmamış Martin. Bu biyografiyi oluşturmak için yaklaşık üç yüz röportaj yapmış.

Doğrusu bu kadar ayrıntılı bir biyografiyi okumak Márquez hayranlarını bile başta biraz ürkütebilir ama bence kesinlikle değer. Dünyanın en çok okunan ve sevilen yazarı eğer ‘hayat anlatıcısına’ aklıyla değil de kalbiyle güveniyorsa ve ona “Sen sadece gördüğünü yaz; sen ne yazarsan yaz, ben o olacağım.” diyorsa bu bir biyografi yazarı için çok önemli bir ayrıcalıktır.

Peki, 1950 ile 2000 yılları arasında, dünyanın hemen her ülkesinde, her kültürde şöhret olan, hakkında yüzlerce kitap, makale, eleştiri yazılan, yaşadığı yüzyılın en önemli birkaç şahsiyetinden biri ‘Gabo’yu bu kitapta farklı kılan ne? Her şeyden evvel dürüstlüğü ve samimiyetle kuşatılmış bir duygusallığa rağmen mesafeli duruşu bence. Yirmi yıllık bir çalışmanın neticesinde hiç acımadan kendini eleştirebilmesi onu okurun gözünde daha da ‘halktan biri’ yaparken yüceltecek de muhtemelen. Bir romancı olarak Márquez’in ‘uydurma düşkünlüğüne’ hiçbir okuru şaşırmaz kuşkusuz ama ciddi ve tutkulu bir biyografi okuru, hangi hikâyenin doğru olduğunu bilmek isteyebilir. Yani anılarını anlattığı kitabın epigrafında söylediği gibi, “Hayat insanın ne yaşadığı değildir, ne hatırladığı ve anlatmak için nasıl hatırladığıdır.” cümlesiyle yolun sonuna gelen büyük bir yazarın, aslında ‘kim’ olduğunu dünyaya gösterebilmek ve bunu edebiyatın, gazeteciliğin imkânlarını kullanarak yapabilmek.

Oldukça iddialı bir serüven tabii ama hedefine ulaşmış görünüyor. Bir sonraki sayfada neler olacağını merak edeceğiniz belgesel bir roman gibi başlayan cümlelerle hep aynı tonda ilerlemiyor ancak okura araştırma çabasının sadece bilgiden ibaret olmayacağını en başında hissettiriyor: “1930’ların başlarında sıcak, boğucu bir sabah, Kolombiya’nın kuzeyindeki tropik kıyı bölgesinde, genç bir kadın United Fruit Company treninin penceresinden, geçip giden muz bahçelerine bakıyordu”. Martin’in kitaba ismini veren koca ‘bir ömrün’ şahitliğini gözeten sinematografik yaklaşımı sadece bilgiyle okuru boğmamak için tercih edilmemiş; yazar, okuyanın yirminci yüzyıla damgasını vuran bir çocuğun, gencin, olgun bir adamın ve nihayetinde bir ihtiyarın hayatına eşlik etmesini istemiş.

Annesinin Gabo’yu bir yaşında terk etmiş olması, babasının yerine hayatı boyunca dedesini koyması herkesçe bilinen bir gerçek belki ama Martin, bunun onda bıraktığı izi romanlarıyla ilişkilendirerek neredeyse profesyonel bir psikanalist gibi yazarın anlatamadıklarının izini sürmüş: “Albay küçük erkek torununa bayılıyordu. Küçük Napolyon’unun doğum gününü her ay kutluyor, onun bir dediğini iki etmiyordu. Lakin Gabito savaşçı olmayacak, hatta sporcu bile olmayacak, ömrü boyunca korkularının (hayaletler, bâtıl inançlar, karanlık, şiddet, reddedilme) etkisinde kalacaktı. Bunların hepsinin kaynağı, Aracataca’da geçen kederli, zor çocukluk yıllarıydı”.

Yaklaşık yedi yüz sayfalık biyografi, sonundaki aile ağaçları, notlar, kaynakça, fotoğraf ve bilgi metinleriyle bugüne kadar hazırlanmış en kapsamlı Márquez kitabı, ama dedim ya, onu özel kılan ‘ağırlığı’ değil. Kitabı herhangi bir yerinden açıp, dünyanın Nobel ödüllü en popüler yazarının sporcularla, film yıldızlarıyla yarışan ama aslında hiç de onlara benzemeyen hayatını kurcalayabilirsiniz. Gerald Martin sayesinde onu derin ve incelikle analizlerle anlamaya çalışabilir ya da sadece bir film gibi uzaktan izleyebilirsiniz ama büsbütün kayıtsız kalamazsınız. Kitabın sonlarına doğru, “Biliyor musun, bazen içim sıkılıyor, hüzünleniyorum.” diyen Márquez’le birlikte biraz ağırlaşırsınız. Pencerenin dışındaki dünyayı işaret edip biricik hayat hikâyecisine “her şeyin sonuna geldiğini’ söylediğinde içiniz burkulur muhtemelen. Sonra o kalın kitaba bakıp onun sadece bir nesne, bir ‘kitap’ olmadığını, ona dair merak ettiğiniz, saklamak istediğiniz,  koca bir ömrün manasının avucunuzun içinde olduğunu fark eder derin bir nefes alırsınız belki. Sonra büyük bir yazarın hikâyesiyle dönüp içinize de bakarsınız. Kendinizi daha iyi anlamak için hayatınızın haritasındaki kıvrımlarda gezinirsiniz. İyi biyografi yazarları biraz da bu işe yarar ama galiba en çok da ölümsüz yazarların ‘ebedi yolculuklarını’ taçlandırmak için yazarlar. Öyle değil mi?

A. Esra Yalazan – kitapzamani.com.tr 

edebiyathaber.net (5 Haziran 2012)

 

Yorum yapın