Bir Miras Meselesinden Çok Ötesi | Berrin Yelkenbiçer

Nisan 14, 2025

Bir Miras Meselesinden Çok Ötesi | Berrin Yelkenbiçer

Bir miras meselesiyle başlıyor hikâye. Anneyle henüz sağ olan baba, Norveç Hvaler’deki iki kulübeyi, ederinden düşük bedelle en küçük iki kızına bıraktıklarını, büyük kız kardeş ve ağabeye bildiriyorlar. Ağabey buna itiraz ediyor ve itiraz sebeplerine büyük kız kardeşi de dahil etmek istiyor. Öyle ya; iki kulübenin yarımşar hisseyle dört kardeş arasında bölüştürülmesi ve dördünün de çocuklarıyla beraber doğadaki bu kulübelerden faydalanmasının sağlanması en doğru ve haklı paylaşım olacaktır.

Büyük kız kardeş Bergljot’un ağzından okuyoruz tüm hikâyeyi. Kendi hayatımızdaki ve etrafımızdaki miras meselelerinden yola çıkarak, aman diyoruz içimizden, amma trajedi yaşıyorsunuz, sizinki de dert mi yahu, biz ne aile meselelerinden sağ çıkmışız, oturun işte dağ evlerinizde, yağan karı seyrederken şömineye karşı şarabınızı yudumlayın.

Bu iç ses sadece romanın çok başlarından dile geliyor ve sonra hemen susuyor. Okudukça rahatsız edici bir şeyler sezinlemeye başlıyoruz, karanlık ve iç acıtıcı bir şeyler. Bergljot’un rüyasında, babasının ağabeyi Bart’ı demir çubukla dövdüğünü görünce belli belirsiz bir rahatlama hissediyoruz. Bir çocuğun dövülmesini, hatta demir çubukla dövülmesini daha kötüsüne neredeyse tercih edeceğiz.

Daha kötüsü Bergljot’un başına gelmiş. Beş yaşından yedi yaşına dek babasının taciz ve tecavüzüne uğramış bir çocuk o. Yıllar önce bunu ailesine itiraf etmiş ama baba kabul etmemiş, anne ve diğer iki kız kardeş de hikâyeye inanmamış ya da birtakım kişisel sebeplerle inanmamayı tercih etmiş.

Baba sağken kulübeler yüzünden başlayan miras meselesi, babanın ölümüyle yasal bir gerçeklik kazanıyor ve hiç istemese de Bergljot aile üyeleriyle bir araya gelmek zorunda kalıyor. Yıllar süren psikoterapi seanslarıyla iyileşmese de birlikte yaşayabilir hale geldiği yarası tekrar açılıp fena halde kanamaya başlıyor.

Babası yedi yaşında tecavüzlerine son vermiş ama sonrasında belki yaşadığı pişmanlık ve suçluluk duygusuyla kızından uzak durmuş ve büyürken çok ihtiyacı olan sevgiyi ondan esirgemiş. Annenin taciz ve tecavüzlerden şüphelendiği kısacık bir an var ama çok sürmüyor, içinde ensest olan bir evliliğe devam edemeyeceği için bu şüphelerinden hemen vazgeçiyor ve hiçbir şey olmamış gibi davranmayı seçiyor. Kızının itirafını dikkat çekmenin bir yöntemi olarak değerlendiriyor.

Romanda ağır bir baba travması ama belki de ondan da ağır bir anne travması var. Babası öldüğü için Bergljot artık onunla hesap göremez ama anne yaşıyor ve kızını yalancılıkla suçlamaya devam ediyor.

 Artık babasıyla hesap göremeyecek olmasından çok yıllardır ona inanmayan annesi ve iki kız kardeşin onu görmemeye, duymamaya, böyle bir şey hiç yaşanmamış gibi davranmaya devam etmeleri yüzünden Bergljot’un canı çok yanıyor.

Gerçeklere sırt çevirmeye ve yüzleşmeyi reddetmeye dair romanda iki müthiş metafor var; Tel Aviv’den bahsediliyor bir bölümde. Yüksek binaların, lüks restoran ve butiklerin, sahil kulüplerinin, gökdelenlerin yer aldığı Tel Aviv, sırtını az ötesinde yükselen duvara dönmüş. Duvarın arkasında Gazze var. Oradaki yoksulluğa, yalnız bırakılmışlığa, şiddet ve ölüme Tel Aviv’in gözleri kör, kulakları sağır.

Bir başka bölümde Sırp performans sanatçısı Marina Abramovic var. Bergljot, en yakın arkadaşı Klara’yla birlikte Marina’nın 1973 yılından altı saatlik bir performansının video gösterimini izlemeye gidiyor. Uzun bir masanın üzerinde yetmiş iki nesne sıralanmış, bir tüy, bir tabanca, bir zincir, bir gül…Masanın önünde duran seyirci bu nesneleri Marina’nın üzerinde kullanabilir, ona onlarla istediğini yapabilir. Sanatçı o altı saat boyunca yalnızca orada duracak, ne denenirse denensin kabul edip anlayışla karşılayacak. Seyirci ilkin sakin ve çekingen, onun başlamasını bekliyor, sonra biri belli belirsiz yaklaşıyor, sonra bir diğeri, üçüncü yakınlık sınırını aşıyor, bir diğeri daha da yakınlaşıyor, sonraki ona dokunuyor, giderek daha cesur davranmaya başlıyorlar, bluzunu yırtıp parçalıyorlar, birbirlerini kışkırtıyorlar, birbirlerinin pervasızlığını körüklüyorlar, tehlikeli olmaya başlıyorlar, paramparça olmuş bluzunu sırtından çıkarıp onu aşağılıyorlar, saldırganlaşıyorlar.

Onun pasifliği ve belki de bu nedenle hissedilen güçlü varlığı kışkırtıyor.

Biri tabancayı eline verip ucunu kafasına dayıyor fısıltıyla “ateş et” diyor.  Performans bittiğinde, saat çaldığında Marina sonunda hareket ediyor, seyirciye doğru bir adım atıyor, izleyenler korku ve tiksintiyle geri çekiliyorlar.

“They could not stand my person because of what they had done to me!”

“Bana yaptıklarından dolayı bana tahammülleri yoktu.”

Belki de bu cümle Bergljot’un yaşadıklarının özeti.

Yaşadıklarını ailesine anlatıyor, arkadaşı Klara’ya anlatıyor, kocasına, sevgilisine, çocuklarına, arkadaşı Bo’ya anlatıyor. Galiba bu onun hayatta kalma yöntemi. Kendini “İnsanlar dramatik olayların bu şekilde üstesinden gelirler, tekrar tekrar anlatarak yani.” diyerek savunuyor.

“Acı çekerek iyi biri olunmaz. Acı çekerek genellikle kötü biri olunur. Kimin acı çektiğini tartışmak çocukçadır. Baskı gören çocuk genellikle sakatlanır, duygusal yaşamı zarar görür, baskı gören genellikle baskı yapanın düşünce yapısıyla yöntemlerini benimser, baskı görmenin en vahim sonucu budur; bu baskı göreni mahveder ve onun kendini kurtarma olanaklarını azaltır. Acıyı işe yarar kılmak büyük uğraş gerektirir, özellikle de acı çeken kişi için.”

Annesi ve kız kardeşi Astrid’in tutarlı ve net olmadıklarını düşünüyor. “Net olan insanlarla ilişki kurmak net olmayanlara, belirsiz konuşanlara, laf kalabalığı yapanlara, bir şey deyip başka bir şey demek isteyenlere ve bir söyledikleri bir söylediklerini tutmayanlara kıyasla daha kolay.” 

Oslo Enseste Karşı Destek Merkezi’ne başvurduğunda, ailesiyle yüzleşenleri neredeyse tamamının ailelerini kaybettikleri gerçeği önüne konuyor.

Bergjlot canı yana yana her şeyi göze alıyor.

1959 doğumlu Norveçli yazar Vigdis Hjorth, felsefe, edebiyat ve siyaset bilimi eğitimi almış. Thomas Berhnhard, Bertolt Brecht, Proust, Henrik Ibsen, Soren Kierkegaard gibi filozof ve yazarlardan çok etkilenmiş. Miras romanında da sık sık Freud ve Jung’dan bahsediyor.

Yazmayı kendisi için bir hayatta kalma yöntemi olarak tanımlıyor, okuyarak ve yazarak hayatta kaldığını söylüyor. 22 yaşından beri yazıyormuş. Çocuklar ve yetişkinler için yazdığı ve otuza yakın dile çevrilen kitapları var.

Bir söyleşisinde bu romandakine benzer bir hikâye yaşadığını itiraf ediyor. Yazarak hayatta kaldığını söylerken belki de bu hikâyesine gönderme yapıyordur.

Romanın bir yerinde geçen “unutma denizi” ifadesini İncil’den alıntılamış.

“Öncelikle düşmanlarınızı affedin, affedemezseniz acılarınızı unutma denizine atmalısınız.!”

“Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin bilmediği yerdir!” demiş Fars kökenli şair Hallac-ı Mansur.

Görülmenin, duyulmanın, bilinmenin insanı hayatta tutan en önemli haller olduğunu, okuru taraf tutmaya mecbur bırakmadan ve duygularını sömürmeden anlatan Miras romanı, belki kendi travmalarımızla yüzleşme cesaretini önümüze koyacak, unutuşun denizlerinde boğulmadan cehennemlerimizden çıkış yolunu gösterecek, seçimi de bize bırakacaktır.

edebiyathaber.net (14 Nisan 2025)

Yorum yapın