
Bir eseri hissederek okumak edebi bir ibadettir benim için. Bu Cenazeyi Bana Lütfeder misiniz? benim için böyle bir okuma oldu. Eser, temelde gündelik hayatın içindeki küçük anlardan, gözlemlerden, keşiflerden, geçmişin izlerinden ayıklanmış, polisiye unsurlar taşıyan, farklı nitelikler barındıran bir roman. Edebiyatın gücüyle kurulmuş, psikolojik ve sosyolojik tespitlerle örülmüş hem ironik diliyle gülümseten hem trajik olaylarla sarsan, meraklı bir okuma vaat ediyor. “Her kötülüğün başı can sıkıntısıdır.” Kierkegaard’dan yapılan bu açılış alıntısı, en başta bir fikir veriyor ve doğrusu bu sözün akışta da yerini bulduğunu görmek heyecanlandırıyor.
Roman, Esin karakteri aracılığıyla hem bir iç hesaplaşmanın hem de dedikodunun eşlik ettiği bir suç izleğinin içine çekiyor okuru. İstanbul’un kalabalığından, gürültüsünden, fiyatları ve fay hatlarından kaçan anlatıcımız Esin, Ege’nin sakin bir kasabasında “yavaş hayat” düşüne sığınıyor. Ancak verandasındaki kalabalığa, bahçe kapısının dinmeyen çıngırtısına, kısaca yalnızlık ararken yeni komşularına yakalanan anlatıcımız böylece hem bir cinayetin hem de kendi gerçekliğinin peşine düşüyor. Bu kaçış aslında bir yüzleşmeye, bir yeniden doğuşa dönüşüyor diyebiliriz. Kahramanın hem iç hem dış dünyasını böylesi bir kurgu içinde veren Didem Ünal Demir, bilinmezliği kitabın sonlarına kadar saklayan, katili bize lütfetmeyen bir yazar.
1. Bölüm: İlk 6 Ay
Eserin zamansal açıdan iki bölümde yazılması, incelemenin de bölümler halinde ele alınmasına fırsat veriyor. İlk bölüm, Esin’in bunaldığı ortamdan duyduğu rahatsızlıkları gösteren; aynı zamanda kaçtığı yerin de kendi rahatsızlıklarını barındırdığını anlatan bir atmosferle başlıyor. Ege’de sakin bir kasabaya yerleşme fikri, benim de içinde olduğum geniş bir grubun iyileştirici fantezisi sanırım. Ama bu bölümde bunun hayal ettiğimiz gibi olmayabileceği, çok güzel örneklerle işlenmiş. Bunu yaparken de yazar köy hayatının karikatürize edilmesine mahal vermemiş. Şehirdeki yalnızlık “kaybolmak”sa, köydeki yalnızlık “yabancı olmak”tır. Lakaplar, mezar taşlarındaki yaşlar, soba yakma uğraşları, pazar günü bile dinlenme fırsatı vermeyen haftalar… Bunlar hep yerli ve tanıdık. Ve tabii Ege insanı gözlemleri… Özellikle de “İş, oluş, hareket bildiren fiillerde bile durmak var illa.” diyen Esin’in yaşadığı kültür şoku, gündelik yaşamda ve şivelerde karşımıza çıkıyor. Eğlenceli ve öğrenmeye açık bir ironiyle kurduğu dil, tarafsız ve yargısız gözlemlerle gülümsetiyor. Karakterin kendini “kirpi”ye benzetmesi bu açıdan çok anlamlı geliyor: “Kendi kendimin komşusu olsaydım, belki kendimden de hoşlanmazdım.” “Gerçek bir kötü gün dostuyum ben ama bari iyi günde bana ilişmesinler.” Öze ve çevreye yöneltilmiş bu ifadeler esasen bayağı ağır ama elzem tespitler. İnsan bazen gerçekten kendisine de katlanamıyor, diye düşündürüyor satır aralarında. Hele içe dönük insanların kendi hayatına sığamayışının bir özeti adeta. Esin’in kaçış motivasyonundaki gibi, “insan, kendisinin bile olmadığı bir yalnızlık” istiyor bazen. Kendinden bile sıkılabilen insanların, kibirden uzak olduklarını düşünürüm hep ki Esin de böyle çizilmiş. Öte yandan, “Bana ‘Nasılsın?’ deseler de ağzımı açıp ‘Dün doktora gittim, midem yanıyordu,’ desem misal, geçmiş olsun bile demeden atlayıp, ‘Ayy bende de aynısı, hatta kanama geçirdim bak,’ diye yine kendi anılarına bağlanıyorlar. Ölsem ‘Daha dün ben de ölüyordum!’ diyecek çoğu arkamdan…” cümlesiyle iletişim düzeyine ve sohbet algımıza da harika bir işaret fişeği gönderiyor yazar. Çağımızda unutulan bir şey bu. Karşılıklı sohbet etmenin ne demek olduğunu bilmemeye dair çarpıcı bir çıkarım. Kendi konuşma sıramızı bekleyerek çene çalmayı sohbet etmek sanıyoruz maalesef. Esin’in de böyle hissetmesi onun huysuzluğunu değil, doğru insanlarla birlikte olmadığını gösteriyor.
Esin okurun özdeşim kurabileceği bir karakter, en azından hisleri büyükşehirde yaşayanların duygularını yansıtıyor. İstanbul’un yükünü kaldıramayan pek çok insan vardır elbette. Ama bu yükün etiketinde yalnızca “ekonomik sebepler” ya da “beton yığını” değil de “romantik travma”, “alışkınlığa yabancılaşma” ve “kendin gibi hissetmeme” gibi hislerin yazılı olduğu kaç kişi vardır ki? Zannedilenden de fazla sanırım. Şehrin “Kaç-bur-dan!” dercesine atan nabzı da her gün kalabalık metrobüslerde hissedilenlerin bir yansıması değil midir?
Esin’in çevreye bakışı yapaylıktan uzak. Oldukça gerçekçi betimlenmiş ve bu da siyah ve beyaz gibi uçlar yerine gri olanı gösteriyor. Kent-köy arasındaki farkları ve karakterleri bu yapıda okuyunca dikkat çekici bir esere girdiğimizi anlıyoruz. Komşuların da kendi hallerinde olan hayatları ve Esin’in onları gördüğü halleriyle düşüncelerini anlatması çok hoş. Çizilen profiller süsten uzak ama karakterlerin anlatılış biçimi ve hayvanlarla benzeştirilmesi bir teknik olarak zihinde üç boyutlu canlandırma açısından etkili. Henüz ilk bölümde karakterlerle de bağ kurmamıza olanak vererek okuru çok hızlı bir biçimde içine alan roman, edebi terapi olarak nitelendirilebilecek bir atmosfer sunuyor. Nasıl ki bir cümle vurucu olabiliyorsa kısa bir bölüm de aynı etkiye sahip olabiliyor. Kısa bölümlerle tempolu bir kurgu yapmış Demir.
Eserin Dili
Samimi bir dil: Eserin samimi bir dili var. Öyle ki, “Benim de göründüğüm gibi olmak gayretim yok doğrusu.” ya da “Kim hayatı için böyle bir özet ister ki?” gibi cümleler sanki doğrudan yazardan gelmiş gibi duran, dördüncü duvarı kıran bir nitelikte. Çokbilmiş bir tavırda değil, yaşanmış ve hissedilmiş olana dair bir iç döküş gibi okuyoruz. Esin’in annesiyle olan ilişkisi de çok açık ve yine özdeşim kurulabilecek türden. Yazar, bu iletişimi de okura gerçek ve samimi bir duyguyla naklediyor. Esin, annesiyle yaşadığı ilişkinin dinamiğini, “Anne, senden de uzak olmak istiyorum.” ifadesini içine atarak harika şekilde özetliyor. Okurken, annelik olgusuna bir bakışla, dünyaya bir hayat getirmiş bulunmanın sorumluluğu belki de o hayatın kendine ait bir doğası olduğunu unutmaya yol açıyordur, diye düşündürüyor.
Yeni bir dil: “İnsanlardan nefret ediyorum evi” tarzındaki anlatımlar ise eserin dilinin güncelliği açısından beni sevindirdi. Roman deyince birbirinin benzeri ağdalı anlatımlardan kaçınanlar için keyifli, yeni nesil yazarlar için ilham verici bir üslup bu. Yoğun ama minimalist, tempolu ve güncel referansları korkmadan kullanan bir yapıda olduğunu söylemek gerek.
Yaratıcı bir dil: Betimlemelerle ve kelime oyunlarıyla ritmi yükselen romanda, keyifli tespitleri olan, gözlem yeteneği güçlü bir karakterimiz var. Bu noktada her kelimenin yazar tarafından kullanılma sebebini sorguluyorum ve satır aralarından bir şeyler söyleniyor gibi hissediyorum. Bu heyecanın yanında hâlâ gerçeklik bağı güçlü akışı görmek de ilham verici. Yürümesi zor bir çizgide etkileyici bir anlatım sunuyor bize roman: Esin’in çevresindeki insanlardan detaylar almasını sağlayan sosyalleşmesini görebiliyoruz. Terapistinin “takip et” sözleri onun motivasyonu oluyor. Öte yandan Esin’in terapisti hakkında söylediği “Her psikolog, danışanına karizmatik gelir.” ifadesine de şapka çıkarıyoruz. Yaratıcı dil ve metafor kullanımını, zeki ve esprili bir içgörü cümbüşü olarak niteleyebiliriz.
2. Bölüm: 10 Gün
İkinci bölümde Esin, artık sadece geçmişe değil, dedikodulara, detaylara, küçük ipuçlarına odaklanan bir çözümleyiciye dönüşüyor. Bu, zorlamadan yapılan bir dönüşüm. Gündelikten taşan bir cinayet, merak duygusuyla birleşince, Esin’in içedönüklüğü ve detaycılığı sosyal bir güce evriliyor. İkinci bölümde işlenen cinayet, ölüm karşısında bile aynı tonda sürdürülen saptamalarla karşımıza çıkıp düşündürüyor ve eserin sarkastik dili gittikçe daha çok çekiyor okuru: “Neden ölmüşse bu sanki onun hatasıydı. Biz bunu öğrenirsek o hatayı zinhar yapmayacaktık. Sanki hepimiz ölümsüzmüş gibi, aramızdan birinin ölmesine şaşırıp tarifsiz üzülüyorduk ilk anda. Oysa o sadece bizden önce ölmüştü ve nedeninin bir önemi yoktu.” Ya da “Daha sabah havlıyordu, hayat işte.” cümlesindeki mesafeli benzetme ölüm karşısındaki tutumumuzun zaman zaman ne kadar saçma olabildiğini gösteriyor. Cenaze sonrası yemek âdetiyle iğnelemeleri sürdüren bakışın ışığında Anadolu irfanının bireyselliğe karşı ve özellikle her zaman önce “elâlem”i düşünen yapısını hatırlıyoruz. Merakın karakteri nasıl dönüştürdüğünü görüyoruz. Sakin Ege kasabasına gelen bu yerel heyecan, teknik açıdan evrensel bir bilgi avını içinde barındırıyor. Şüpheleri herkesin üzerinde homojen şekilde gezdiren Esin’in gözleri, böylece bizim gözlerimiz oluyor.
Esin’in ipuçlarını toplarkenki iç sesleri gerçekten başarılı verilmiş. Psikoloji ve iç sesler eserde kullanıldığında tadı bir başka güzel oluyor; niyet okumayı bilen karakterlerle bağ kurmak kolaylaşıyor. Romantik bir heyecanla karşısına çıkan Metin karakterine verdiği iç yanıtlar, karakteri çok sahici kılıyor. “Konuşma şehvetinden mi sık sık kapımda beliriyordu yoksa sadece şehvetinden mi, emin olamıyordum.” Esin’in gözünden de Metin’in bu hallerinin görülmesi hoş. Daha da hoş olan, yazarın bu durumları anlıyor olması. Erkek bir okuyucu olarak kadınların kimi hareketlerimizin farkında olduğunu sezerek aydınlanıp gülümsediğimi söyleyebilirim.
Ve sonra Esin, şüphelerini, ipuçlarını deftere yazıyor. Bu notlar okurun da işini kolaylaştırıyor, kalabalık bir kurguyu yolumuzu kaybetmeden izleyebiliyoruz; böylece hem karakterin hem de okurun olaylar üstündeki hâkimiyeti artıyor. Kurgu, her şeyi bilen bir üstün kahraman tarafından değil; yanılmalar şaşırmalar eşliğinde gerçekçi bir şekilde, dikkatli bir göz tarafından çözülen bir yapı sunuyor. Bu da böyle yavaş bir açılımla, kitabı “bir bölüm daha” diyerek okumamıza sebep oluyor.
Kitabın zaman kullanımı kadar dikkat çeken bir diğer unsuru ise bölüm başlıkları. Her biri çok etkili olan bölümlerden örneğin, kapıyı çalan kargocunun ölen birinin ismini söylemesi, “Dünya Malı Dünyada Kalır” başlığına cuk oturuyor. Hele “Çehov’un Silahı” başlığı göndermeleriyle tam bir oyuna dönüşüyor.
“Aysız bir gece; fırtına var, görünmüyor ama duyuluyor. Gök cam bardak gibi çatladı resmen; gökkubbe boyunca upuzun çatallanarak çakıyor şimşekler. Uzak evlerde tek tük mumlar yakılıyor birer birer, titreşiyor camlar. Bu karanlık fotoğrafın negatifi gibi görünen İstanbul’un gece manzarası geliyor aklıma önce, önceki hayatım. Sikkeli, ölüp geldiğim yer, yağmurlarında yıkanıp reenkarne olduğum köy; ruhumun yeniden bedenlendiği, bedenimin yeniden ruh kazandığı… Yeni öleni Müslümanca yıkayan, yeni doğanı Hıristiyanca vaftiz eden, Musevice arındıran, Budist usulünce zihni başlangıca hazırlayan su…” gibi ara geçişler de yazarın edebi bir denemesi gibi. Hikâyenin içine yerleştirilmiş, Esin’in ağzına iliştirilmiş bir dışavurum hissiyatı veriyor. Merakla sürüklendiğimiz olaylar arasında Esin’in hissettiklerine ve düşündüklerine edebi bir pencere açıyor; hikâyenin içinde düşünme ve nefeslenme molası verme imkânı sağlıyor.
Psikolog Ayhan’la olan terapi seansları, rüyalar, Esin’in kararsızlıkları, köydeki ilişkiler ve karakterlerin karmaşık tarihleri… Her şey özenle örülmüş. Ve işte sona yaklaşırken, taşlar yavaş yavaş yerine oturuyor. Kitapta sakince yapılan her açılım okurda heyecanlı bir ilerleyiş şeklinde karşılığını buluyor ve nihayet “adım adım çıkılan merdivenin sonunda beklenmedik bir manzara” bekliyor. Son birkaç sayfada gösterilen katil, büyük bir “Neee?” dedirten sürprizle geliyor. Bu bölüm neredeyse film gibi canlanıyor. Yine film gibi düşünürsek, jenerik sonrası diye tarif edebileceğimiz “after credits” havasındaki veda da çok dikkat çekici. Suç romanları ve masumiyet karinesi üzerine düşündürüyor. Buradaki detaylar, suçu ve suçluyu algılayış biçimlerimiz üzerine, insan doğasına dair ince bir gözlem içeriyor. Belki de kendi içimizdeki sırlardan, belki de insana inancımız kalmadığından fazla masumluğu ve içten hareket etmeyi de şüphe ile yorumluyoruz. Empatik bir dil kurulduğundan, kitap karakterlerini tanıyoruz hissine de kapılabilir, hatta arkadaş belleyebiliriz.
Sonuç
Merakın dönüştürücü ve iyileştirici gücünü keyifli bir serüven eşliğinde izliyoruz. Esin asosyal, depresyonda bir büyükşehir kaçkınıyken, kendi deyişiyle “İyi bir kötü gün dostu” iken, cinayet çevresinde gelişen olaylarla, kendisine de iyi bir kötü gün dostu oldu; uyum sağladı, sağaldı. Ayhan ile seanslardaki tutumu ve rüyalar da Ramazan’ın ölümünün ardındaki sırrın yanında, Esin’in sırlarını izlememize olanak veriyor: Çok boyutlu bir tasarımın bu denli sindirilebilecek parçalar halinde anlatılması da okurken zihnimde, filmlerdeki gibi bir tahta ve iple işaretlenmiş bulgular oluşturarak takip etmemi sağlıyor.
Bu sürükleyici roman bana, insanın kendini inşa edebilmek için hayatını bir oyuna çevirmesi gerektiğini hatırlattı. Edebi terapi yönüyle, içinden kopan cümleler, zaman zaman sesli duyulmak istenen duyguları söylemesiyle güçlü bir bağ kurdu. Bu Cenazeyi Bana Lütfeder misiniz? yenilikçi diliyle günümüz Türkçe edebiyatına ilham verici bir ses oluyor aynı zamanda. Kitap boyu süren merak, son sayfada yerini başka bir soruya bırakıyor: “Yazarın bir sonraki romanını ne zaman okuyabileceğiz?”


















