Bir bakışı solduran zaman (9): “İnsan yaşadığı yere benzer” | Feridun Andaç

Haziran 9, 2020

Bir bakışı solduran zaman (9): “İnsan yaşadığı yere benzer” | Feridun Andaç

“Soğuk yokluklarda yakamıza yapışan

bu ateşli hastalığı, bu bilinmeyen ülkenin 

özlemini, bu merak bunaltısını bilir misin?”

Baudelaire

Bilirdim ki, kar yağıp yollar kapansa da, gene onlar bana gelecek.

Sobayı alevlendirir, güğüme su ekler, odunların kurularını seçip yazı tahtasının ucuna, kapı arkasına istif ederdim…

Gözüm yollarda izlerde kalırdı.

Önlerinde sakolu bir adam, art arda el ele tutuşarak o ak örtünün içinden çıkıp gelirlerdi.

Sonrası bana şenlik, bana üzünçtü.

Günün neredeyse ilk iki saati onların üzerlerini kurutmak, iki saatlik yolu aşıp gelmelerinin soğukluğunu çözmekle geçerdi.

Derse başladığımızda ise, dünyalar onların olurdu.

Bense, bu dağ köyünde, onlara her gün ışık taşıdığıma inanırdım. Onların bu hali, beni bu uğraşa daha bir bağlamıştı.

Benim için hayat buradaydı. İlk adımı belli, sonrası belirsizlik çınarı gibi karşımda dursa da; hayatın değiştirilebilirliğine olan inancımı onlara iyi eğitim verebilmekle pekiştiriyordum. Beni hayata dair ülkülerim buraya sürüklemişti. Kendimi ayaklanmış bir ordunun neferi gibi hissediyordum.

İki “dört mevsim”e sığdırdığım ve bana bir aşk acısı kadar uzun gelen Andırın’ın o dağ köyündeki öğretmenliğimin her bir ân’ı gözlerimin önünden bir bir gelip geçiyordu, Yavuz Turgul’un Gönül Yarası filmini izlerken.

Hayatın, yaşadığımız günlerin seyrinden devşirdiği birçok insani durumu/olayı filmine konu olarak seçen Turgul, incelikli bir dille kurduğu dünyanın doğru okunması gerektiği bilgisini de bu yapıtının içine sindirerek veriyor.

İyi bir filmde olması gerekenleri en ince ayrıntılarına değin düşünüp tasarlayan yönetmenin bakış açısının ne olduğuna, filminde neyi/nasıl/niçin anlatmak istediğine gene filmi doğru izleyerek/okuyarak erişebiliyoruz.

Turgul’un sinematografisinde iz bırakan Muhsin Bey, Gölge Oyunu, Eşkıya filmlerinin uzanımında Gönül Yarası’na bakarsak; her yanıyla farklı, ama bir o kadar da yönetmenin (anlatıcı/gösterici demek daha yerinde) dünyasından izleri geliştirerek taşıdığını söyleyebiliriz.

Filmlerinin senaryolarını da kaleme alan Turgul, her şeyden önce iyi bir anlatıcı, ‘hikâye edici’, usta bir kurgucu.

Sinemayı büyülü kılan, en az bir roman okumak kadar heyecanlandıran bu ögeleri öylesine dengeli kullanıyor ki; filmin/öykünün kahramanları adım adım karakter/tip/kişi/yan figür olarak filmin ana örgüsünde işlevsellik kazanıyorlar.

Turgul, öyküsünü üç katman üzerine kurup geliştiriyor.

Nâzım öğretmen, Dünya, Halil bu katmanın ana figürleri, olay/durum öykülemenin açımlayıcı kişilikleri.

Filmin dramatik yapısını bu ‘sahici’ kişilikler üzerine kuran yönetmen, hem yaşadıklarımıza, hem de geçmişte kalanlara yönelik dokunaklı bir söyleyiş geliştiriyor.

Söylenilenleri yer yer kişilerin diyaloglarında, birkaç yerde de Nâzım öğretmenin ‘iç ses’inde buluruz. Sözün durduğu yerde yüzler, mekânlardır konuşan.

Görselliğin diliyle ördüğü öyküsünü bir o kadar da dokunaklı kılan, anlatıcının/yönetmenin bakışıdır.

Turgul, bir romancı gibidir karşımızda. Kamerası bin bir hünerli/renkli kalemdir. Onun gözüyle bakar, düşünür, hissederiz. Oyuncularının yüzlerine sinen, davranışlarında beliren gerçekleri okuma bilgisini verirler bize.

Sinemanın, bütün sanatlardan daha etkili, verimli, sarsalayıcı olduğunu bir kez daha hatırlatıyor bizlere, Turgul.

Şunu açıklıkla söylemeliyim ki; asıl hayatı okuma/anlama/kavrama bilgisini bize veren edebiyat (özellikle de roman) olmasaydı, sinemanın görsel gücü bu denli etkileyici düzeye erişemeyecekti belki de!

Yavuz Turgul’un her bir filmini dikkatle izleyip okuduğumuzda, onun her şeyden önce iyi bir ‘edebiyatçı’ olduğunu, dağarcının bu birikimle beslediğini gözleriz.

Salt sinema bilgisi ile bu noktaya vardığını düşünmüyorum; Yavuz Turgul’un Gönül Yarası, onun bu yanının güzel bir örneğidir.

Tutunamama, savrulma, aydın eleştirisi, çözülme, yozlaşma, dayanışma, aidiyet duygusu, kimliksizleşme, çatışma, değer yitimi, aşk, tutku, sevgi/sevgisizlik, geçmişin izleri, inanç/bağlanma/ideal, değişim gibi birçok izleği kurduğu dünyanın içine sindirerek veren; bunları da yer yer içselleştirip, bazen de dışavurarak gösteren usta bir yönetmendir, Turgul.

Bu filminde de beliren simgesel anlatıcılığının figürlerini göz ardı etmemek gerek… Karanlıkta beliren dolunay, güvercinler, yalnızlığın simgesi iç mekânsal görüntüler, ‘ötekileşme’ durumunu yansıtan renkler, simgeler… Elbette ki ezgiler… Hayatın değişip akan bütün renklerini duygu dünyamıza taşıyan müzik, Turgul’un filmlerinin başlı başına bir ‘kahraman’ıdır.

Çünkü hayatın kanayan yerindedir o ezgiler. Çünkü bizleri, duygu haritamızı en iyi anlatandır bunlar. Çünkü; “insan yaşadığı yere benzer / O yerin suyuna, o yerin toprağına benzer.” (Edip Cansever)

Yavuz Turgul, bu toprağın insanlarının öyküsünü anlatıyor. Anlattıklarıyla insanlığın en temel sorunlarına, vazgeçilmez tutkularına değiniyor… Acının hayatın neresinde saklı durduğunu gösteriyor… Sürekli kanayanın ne olduğuna bakıp kendimize ‘yeni hayat’ biçmenin nasıl bir değişimden geçmesi gerektiğini derinden hissettiriyor.

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (9 Haziran 2020)

Yorum yapın