Bir bakışı solduran zaman (24): Dilin çağrısı | Feridun Andaç

Ekim 6, 2020

Bir bakışı solduran zaman (24): Dilin çağrısı | Feridun Andaç

“Bütün aşırıya kaçan sözler,

Bütün aşırıya kaçan duygular

Elbette ki

Gülünç”                                                                                             

Pessoa      

Yola çıkmadan, yanıma, Umberto Eco’nun yeni çıkan kitabı Edebiyata Dair’i almıştım. Ahmet Hamdi Tanpınar seminerim var Nilüfer’de. Deniz otobüsünde Eco’yu okuyacağım. Gece başlamıştım bile. Kitabın sonundaki “Nasıl Yazıyorum” yazısını okudum önce. Sonrasında “Edebiyatın Bazı İşlevlerine Dair”e döndüm.

Bu tarz denemeler ilginize göre okunuyor.

Eco, edebiyatın dil ve siyasi birliğe katkısından söz ederken, Dante’nin önemine değinmesi dikkate değer benim için.

“Dante’nin halk dili herkesçe konuşulan bir dil haline gelmek için birkaç yüzyıl uğraştı, bu doğru, ama bunu başardıysa eğer, bunun nedeni edebiyata inananlar topluluğunun o modelden ilham almayı sürdürmüş olmasıdır.”

İz bırakan edebiyatın izinden gitmek etkileyici olduğu kadar düşündürücü. Önünüzde yeni düşünce kapıları açıyor.

Eco’nun düşünce yazılarını/denemelerini her zaman romanlarının önüne koyarım. Hatta bunlar da birer “düşünce romanı”dır benim gözümde. Ne “tarih”tir, ne de “tarihsel”; “tarih” bir malzeme/araçtır onun için.

Yazınsal bilgi/birikim olmadan bireysel (güncel) dilimizi geliştirebilir miyiz? Sanmıyorum!

Ara ara Wattpad gruplarının yazdıklarına göz atıyorum; dil savrukluğu, bilgisizlik yoğun. Ama bir şey var ki; insanlar yazarak kendilerini ifade etmek istiyorlar.

Edebiyat öncelikle işte bunun için gerekli. Doğru yazmak, doğru ifade edebilmek, düşünce/duyguların nasıl yansıtılabileceğini öğrenmek için…

Yeni iletişim mecrasını yadsıyamayız. Bununla oluşan yeni ifade/anlatım biçimlerini de.

İnsan bilincini, bilgisini daha fazla tahrip etmeden en doğru biçimde nasıl kullanabiliriz bunu, onun yolunu yordamını bulmalı bence.

                                                           ***

Yeni tanıdığınız bir insana doğru yürümeyi kapalı kitabı açıp okumaya başlamak gibi görürüm. Özen, sabır, kavrayış bilinci gerektirir. Bir de önyargısızlığı.

                                           ***

Bir an garibim Pessoa geliyor aklıma. Ona çektiren, hadi biz buna “süründüren” diyelim, Ophelia Queiroz var ki; dostlar başına!

Bir de bilirsiniz ki, ünlü Portekiz Mektupları vardır; hani şu “genç rahibe”nin Vikont de Chamilly adında gerçek kişiye yazdığı söylenen… Ne olursa olsun, etkileyici gelir bana bu yazılanlar da.

Yazarak Gitmek

“Yazmak, varlığın bütünlüğü için pek gerekeli 

olduğunuzu  kabul ettirebilmek için 

başkasının bilincine başvurmaktır.”

Jean-Paul Sartré/Bertan Onaran                                                                                    

Yazarak insan kendinden çıkar gider, başka bir şeye dönüşür. O gittiği yer(ler)de döner kendine bakar. İşte asıl sorgusu da orada başlar. Yüzleşme, kendi olma sanrısından doğar biraz da. Gitmeyi seçmek, bazı şeyleri de göze almaktır. Gitmek değişmektir de, yeni karşılaşmalarla buluşmaktır.

Yazarak bir ses yaratırız içimizde. Onun konuşmasını isteriz. Ama bu da bir ayar gerektiriyor. Dil duygusuyla düşüncenin buluştuğu yerde bunu sağlayabilirsiniz ancak.

                                                  ***

Size yazarken, az çok, bunca sessizliğe bürünebileceğinizi sezgilerimden çıkarsamıştım.

Yazdıklarınızın satır aralarındaki sizi görebiliyordum biraz! Bir yanı dışa dönük görünse de, öte yanı kapalı/sert bir kabukla sırlanmış.

                                                      ***

İnsan yaşamla ilgilenirken kendisiyle de ilgilenir. Bunu yaparken de bir dünya kurar kendine. Doğuştan getirip inşa ettikleriyle; yönelimlerini sonucunda edindiklerinin buluşmasından ortaya çıkan bir yaşama felsefesini yaşama dirliği olarak benimser.

Sonra, yazarak çağrıda bulunmaz mıyız? Bir duyguya, bir bakışa, bir öfkeye, sevince, kedere dönük değil midir her sözümüzdeki bakış. Öyleyse, yazın ki göreyim sizi.

Dindirilmiş duygular

Durduğumuz yerden, hayatın bu yüzünden bir ân kopup, yaşamak denen sevdalı bulutun görünmez yerine bırakırız kendimizi.

Bilincin kapıları kapanır; onca söz, onca ses, renk, koku, yaşanmışlık tek bir sesin ucunda gelip durur. Siz, kilitlenirsiniz o ân.

Bir ömrün kapanan yüzünün böylesine bir nefese bağlı olduğuna şaşarak bakarsınız… Hem de, yeni bir şeymişçesine, şaşkınlıkla…

Oysa insanın ilk nefesiyle getirdiği bu sessizlik gerçeğine yüzyıllardır kendini alıştıramadığının trajedisinin anlamını biliyorsunuzdur. Ama inanmak istemiyorsunuzdur. Uzak tutmaktan yanasınızdır kopuş çığlıklarını…

“Yaşamı onarmanın, onararak yaşamanın ne anlama geldiğini artık hissetmek zamanıdır,” diyerek; o sessizliğin kalbine doğru yolculuğa çıkıyorsunuzdur sevgili okurum.

Dokunduğunuz ten soğumaya yüz tutmuş, gözlerin feri solmuş, o ten bambaşka bir görünümde duruyor karşınızda. Siz, bir sese tutunuyorsunuz. Bir ömrü içinizde, belleğinizin en derin yerlerinde yaşatabilmenin imgelerini yakalamaya çalışıyorsunuz. Onda size yansıyan, kalıcı olan ne varsa bunlarla acınızın önüne set çekmeye çalışıyorsunuz.

Sessizlik zamanı olarak önünüze set geren, adını bile ele vermeyen ecelin yad-ı yabanda kalmasını siz de sözlerle karşılamaya çalışırsınız:

“Hani seninle olduğum

Şad olubanı güldüğüm

Ya son ucu yâd olduğum

Ah nideyim ömrüm seni” (Yunus Emre)       

Feridun Andaç – edebiyathaber.net (6 Ekim 2020)

Yorum yapın