Ayşe Kulin: “4 Gün 3 Gece, tarih tekerrürden ibarettir sözüne, selam durma hali!”

Mayıs 30, 2024

Ayşe Kulin: “4 Gün 3 Gece, tarih tekerrürden ibarettir sözüne, selam durma hali!”

Fotoğraf: Erkin Can Seyhan

Söyleşi: Aynur Kulak

Ayşe Kulin çağdaş edebiyatımızın önemli kalemlerinden. Külliyatının 39’uncu kitabı 4 Gün 3 Gece ile okurlarıyla yeniden buluşan Ayşe Kulin 27 Mayıs 1960 darbesinin yaşandığı birkaç güne, yine tarihi – sosyolojik fonu yaşanmış gerçekliğiyle ağır basan günlere bir kurgu hikâye ile götürüyor bizleri. Sokaklarda tanklar, radyodan yükselen bültenler, düşmeyen telefonlar, tek bir mekân ve bu mekâna sokağa çıkma yasağı ile sıkışıp kalan bir milletvekili eşi ile polisler tarafından aranan isyankar bir üniversite gencinin hikâyesi usta romancımız Ayşe Kulin’in kalemiyle tarihe ışık tutan bir metne dönüşüyor. 4 Gün 3 Gece odağında gerçekleştirdiğimiz, fakat tüm külliyatının oluşum süreçlerini de konuştuğumuz Ayşe Kulin söyleşimiz için buyurun lütfen.

39’uncu kitabınız itibariyle çağdaş edebiyat içerisinde zor yakalanır bir külliyattan bahsedebiliriz. Özellikle de son dönem Osmanlı ve Cumhuriyetin ilk dönemlerini, bu geçiş sürecini anlatan özgün metinleriniz düşünüldüğünde edebiyat nezdinde yaşadığımız çağın hafızası oldunuz desem ve söyleşimizi, edebiyat yoluyla hafızayı canlı tutmaktan bahsederek başlatabilir miyiz diye sorsam, ne söylemek istersiniz?

Öykü ve romanların sosyal tarihe ayna tuttuğuna inanırım. Yazarlar genelde kendi yaşam süreçlerini anlattıkları için, o yılların renkleri, kokuları ve siyasi atmosferi metnin içine sızar. Geçmişe dair yazıyorsa, benim VEDA romanımda olduğu gibi, yazar anlattığı dönemin ayrıntılarını kullanmak zorundadırlar. Ben çağımın yazarıyım ama bir ayrıcalığım var; Osmanlı döneminden kalma dede ve nenemle (anneannemin anne ve babası) on beş yıl yaşayabilme şansım oldu. Böylece ‘Osmanlı’ tabir edilen insanları çok yakından tanıdım ve yazar olarak bazı öykü ve romanlarımda bu birikimi kullanmak istedim. Ayrıca babam da Cumhuriyet aşkıyla dolu bir mühendis bürokrattı. Haliyle Ankara’daki baba evimde siyaset eksik olmazdı. Bu birikim de çoğu romanıma sızmıştır.

Yazmak istediğiniz hikâyeler elbette sizi tetikledi çağdaş edebiyat dünyamızda yer almanız adına fakat, bu kadar okunacağınızı, ödüllendirileceğinizi, kitaplarınızın birçok dile çevirisinin yapılacağını tahayyül ediyor muydunuz? Ya da hangi noktada doğru yolda olduğunuzu ve buradan devam edebileceğiniz kanaatine vardınız?

Ben yazım hayatına girmek için uzun yıllar çabaladım. Yirmi beş yıl sonra bir yayınevine girebilmem, ancak iki prestijli edebiyat ödülünü, tanınmamış bir yazar olarak kazanmam sayesinde oldu. 1995 yılında eşimin benden habersiz HALDUN TANER öykü yarışmasına yolladığı öykülerim olmasa belki de yazarlık içimde bir ukde olarak kalacaktı. O kitap basıldıktan bir yıl sonra da SAİT FAİK ödülünü kazanınca, REMZİ KİTAPEVİ bana kapılarını açtı. İlk romanım ADI AYLİN’in patlama yapacağı kimsenin aklına gelmemişti. Kısacası edebiyat dünyasına iki ödül, bir de çok satan kitapla girdiğim için, söz konusu endişeyi yaşamadım ama esas endişem unutulmamaktı. Bu nedenle ilk birkaç yıl art arda yeni birer kitapla çıktım okurun karşısına, sonra da bu bir alışkanlık haline geldi.

Metinleriniz sosyolojik, toplumsal ve siyasi tarih adına çok önemli. Sizin kurgu içerisinde verdiğiniz bazı bilgilerin ders kitaplarında olmadığını düşünüyorum. Bu söyleşinin odağında olacak kitabınız 4 Gün 3 Gece mesela. Yine o kadar detay ayrıntı var ki yakın dönem tarihi gelişmelerine dair. Bunlar ders kitaplarında okutulmuyor fakat çok önemliler. Bu önemi de ancak edebiyat bize verebiliyor.

Çok üzülerek söyleyeyim, ders kitaplarında yakın tarihimiz yer almıyor. Ne yazık ki orta okulu bitirmiş, liseye başlamak üzere olan bir öğrencinin, 1922 yılında işgal ordularına karşı verdiğimiz Kurtuluş Savaşımızdan haberinin olmadığını öğrendiğinde içimden ağlamak gelmişti. Bana hayretle “Ne işgali?” diye soran çocuğun, büyük babasının evi ise, Büyük Zaferi kazandığımız mıntıkadaydı. 1970’lerden Atatürk karşıtlığı aşılayan yozlaşmaya karşı bana düşen, tarihi ve siyasi gerçekleri romanlarıma döşemek oldu.

4 Gün 3 Gece romanınızı yazma fikrini tetikleyen sebepleri merak ediyorum. Neydi sizi bu romanı yazmaya götüren sebep veya sebepler? Bir de külliyatınızdaki diğer metinlerden farkının ne olmasını istediniz?

Her iki sorunun da yanıtı aynı: Tarih tekerrürden ibarettir sözüne, selam durma hali! ilk okulu Ankara’da bitirdiğim ve bürokrat çocuğu olduğum için siyaset soluyarak büyümüştüm. 1960 darbesine varan öğrenci yürüyüşlerine ise İstanbul’da yatılı okuduğum için, ancak hafta sonlarında katılabiliyordum. Durum aynıydı, atmosfer aynıydı, hapis cezasına çarptırılan gazeteciler, tartaklanan öğrenciler, Demokrat Partili olmayanların nefessiz kalması, adalet çarkının sadece Demokrat Parti taraftarlarına işlemesi, insafa sığmayan tutuklamalar, paramızın pul olması ve darbe sonrasında vicdanımızı kanatan üç idam ! Aradan geçen onca yıla rağmen üstteki paragrafı alta çeksem bugünün tarifi olur. Kemal Kılıçdaroğlu’nun cumhurbaşkanı seçilmemesi için gösterilen Alevi kimliğinden tutun, idam kalktığı için keyfi ve süresiz hapse mahkûm, mahkemelerin akladığı suçsuz insanlar da cabası! Bir arpa boyu yol alamamış bir toplum! 1960’ların siyasi ve ekonomik havasını soluduğumuz şu günlerden o günlere selam duracak halim yok, nanik yapmak istedim. Kısacası bu romanın yazılış nedeni benim açımdan sadece budur.

Fotoğraf: Erkin Can Seyhan

Romanınızın odağına yine bir kadın karakter yerleştiriyorsunuz. Bir demokrat partili milletvekili eşi Sevda. Bir yandan her şeyden bağımsız (eş durumundan, siyasi görüşlerinden, inançlarından, etnik kimlik olarak beyaz Türk oluşundan ve kadın oluşundan) olarak vicdanıyla var olan bir insan desem, bende böyle bir düşünce bıraktı desem ne söylemek istersiniz Sevda karakteri ile ilgili?

Sevda tam da tarif ettiğiniz gibi bir kadın. Bir üniversitede Sanat Tarihi dersi veren eğitimli, vicdanlı, görgülü, mutlu bir evliliği olan ve eşine sadık orta sınıf bir Türk kadını. Hükümetin icraatlarından rahatsızlık duyduğu için, milletvekili olan kocasının istifa etmesini, ki bu istifa düzenlerini bozacaktır, yine de isteyecek kadar duyarlı biri. Ama roman ilerledikçe göreceğimiz gibi, neticede o da bir insan, dolayısıyla insani zaafları var. Yaşadığı üç gecelik aşk bir erkeğin başından geçse, roman konusu olmaya değmezdi. Çünkü toplum erkekleri sonu gelmeyen küçük kaçamaklarına karşı bağışlayıcıdır. Sedat İsviçre’den evine bir gecelik kaçamağını yaşayıp gelse hiç sorun olmazdı. Ben burada ezber bozmak ve şartların yarattığı bu çok kısa heyecanı bu kez bir kadına yaşatmak ve Sevda’nın da kaçamak hakkını vermek istedim.

Yusuf karakterini çok genç ve tüm olayların fitilini ateşleyen gençliğin temsili olarak düşünebiliriz. Sağ sol çatışmasından ziyade gençliğin bir yol bulma çabası olarak var sanki Yusuf. Yani düzelmeyecek olan (böyle bir niyetin hiç olmadığı) siyasi ve toplumsal çalkantının içine çekilen ve kurban seçilen gençler oluyor hep. Gençlik neden sevilen değil de sırtına sopaların vurulduğu kurbanlar olarak seçiliyorlar?

Yusuf her devrin tipik genç öğrencisi, bence. Anadolu’dan okumak için İstanbul’a gelmiş, mühendis olmak isteyen, beğendiği kızı eylemeye cebindeki parası yetişmeyen ve çoğu akranı gibi iyi işlemeyen sisteme karşı tepkili bir genç. Baş eğme ve biat etme kültüründen gelmediği taktirde, aslında her genç kendi döneminin haksızlıklarını başkaldırır, kaldırmalıdır da. Ama romanda benim Yusuf’a yüklediğim misyon, bu değil, onun Alevi olması! Özellikle vurgulamak istediğim bu! Yusuf belki de sırf öteki olma halinden kurtulmak için, hükümete karşı duran diğer öğrencilerin arasına katılmak istedi. 70’li yıllarda Aleviliği öğrenmek bende bir isyan duygusu uyandırmış hatta bir vicdani travma oluşturmuştu. Ait olduğum bir inanç grubu nasıl bazı değişik ritüellerle ibadet eden bir başka inanç grubuna karşı bu kadar acımasızca iftira atabilir sorusunun uzun süre yanıtını aradım.  Bu kitapta Yusuf benim gözümde hükümet karşıtı yürüyüşlere katılan bir öğrenciden çok daha fazlası; vicdan sınırlarımı zorlayan iftiranın varabileceği en son ve en çirkin noktadaki kurbanına karşı, kendimce özür beyanım.

Fotoğraf: Erkin Can Seyhan

Bir mebus eşi olan Sevda’nın çok kötü dövülmüş Yusuf’u evine alması, tedavi etmesi, iyileştirmesi ve buradan 4 Gün 3 Gece içerisinde kısacık süren ama tutkulu bir aşkın oluşmuş olması tüm dengeleri değiştirmiyor, iş yine olacağına varıyor. Fakat  yaşamı aşk kadar güçlü bir şekilde niteleyen, düştüğü yerden ayağa kaldıran başka bir duygu yok sanırım, öyle değil mi? Mevzu bahis olan şiddet, olumsuz düşünceler, insan avının ve ölümün kol gezdiği bir ortam olunca özellikle.

Aslında evin içindeki atmosfer genç bir öğrenci ile annesi yaşındaki kadının üç gecelik bir çılgınlık yaşamasına pek de müsait değil. Kadın veya erkek olması fark etmeksizin, vicdan sahibi her insan zor durumdaki bir başka insana yardım elini uzatabilir. Bence dengeleri değiştiren bir gece öncesinde aldıkları aşırı alkol dahi değil, çünkü çok içtikleri o gecenin sonunda, sallana devrile yataklarına gidip uyudular. Ama ertesi sabahın köründe, tüm düzenlerini bozan bir olay oldu. Bir darbe! Onlar bugünün bizleri gibi askeri ve sivil darbeleri alışık olmadıkları için, bu ilk darbe ile dünyaları şaştı. Özellikle o gün kocasının evine dönmesini bekleyen Sevda adeta boşlukta kaldı. Yarınlarını göremeyen, bir eve hapsedilmiş iki kişi ki biri en ateşli diğeri en kırılgan çağında…Ben yaşananlara bir aşktan çok tutku demeyi tercih ediyorum.

Romanın tek bir mekanda, bir evin içinde geçiyor olması da çok önemli. Şiddetten, dayaktan, siyasi çalkantıdan dolayı bir evin içine sığınmak ve sonra darbe gecesi yaşandığı için bir eve / evlere hapsolmak. Pandemi oldu mesela yine evler/evlerimiz gündem oldu. Kriz, şiddet, siyasi çalkantılarda evler gözümüzü diktiğimiz yegane mekânlar. Romanı bu bakış açısıyla konuşursak ne söylemek istersiniz?

Bir mekâna sıkışıp kalmanın bunalımını hepimiz özellikle de biz 60 yaş üstü olanlar, aylarca yaşadık. Belki de sırf bu nedenle ben bu romanda evin banyo, mutfak hatta koridor dahil her bir köşesini değerlendirmek istedim. Sevda, Yusuf ve Selçuk evin içinde mekân değiştirdikçe sanki başka dünyalara geçiyorlarmış gibi bir his yaratarak, okuru eve hapsedilmiş duygusundan kurtarmak için yaptım bunu.

Klasik, modern, çağdaş edebiyatta en çok hangi dönem edebiyatını okumayı seviyorsunuz? Literatürünüzde tarih ve sosyoloji kitaplarının da olduğunu düşünüyorum. Aslında merak ettiğim başucu kitaplarınız; kitaplığınızda daima olan kitaplar.

Klasik edebiyatı özellikle Rus ve İngiliz klasiklerini okul yıllarından başlayarak, tekrar tekrar okudum. Özellikle tarih okumayı çok severim, hâlâ zevkle okuyorum ve zevkle yazıyorum. Yazarken en keyif aldığım kitabım Sultan Abdülaziz’in şaibeli ölümüyle ilgili olan HER YERDE KAN VAR oldu. Ne var ki edebiyat yaşamaya devam ediyor ve gelişimini takip etmek lazım. En son Zeynep Oral’ın yazdığı Anadolu’da Bir Devrimci Prenses adlı kitap. Başucumda bitirilmeyi bekleyen Osmanlı Hanedanının Yapısı (A.D.Alderson) ve bilim sanat ve edebiyatta aykırı kişilerin Melih Yıldız tarafından anlatıldığı Aklın Uçurumunda isimli kitaplar var.

Her ortamda yazabildiğinizi biliyorum Ayşe Hanım. Okuma ritüellerinizi merak ediyorum. Kapanarak mı okuyorsunuz yoksa her ortamda okuyabilip, kendi iç dünyanıza çekilebiliyor musunuz?

Nasıl her ortamda yazabiliyorsam, her ortamda okuyabiliyorum da. Evde televizyon açıkken, uçaklarda veya yurt dışında uzun tren yolculuklarında yanımdaki insanlar konuşurken, duymam onları. İç dünyam okur-yazar kişiliğimi konuk etmeye hep hazır!

edebiyathaber.net (30 Mayıs 2024)

Yorum yapın