Ayla Burçin Kahraman’ın tarçın kokulu öyküleri | Neslihan Hazırlar

Mart 6, 2023

Ayla Burçin Kahraman’ın tarçın kokulu öyküleri | Neslihan Hazırlar

Çiçeği burnunda öykü kitabı ONUNCU AY, İthaki Yayınları tarafından Ocak 2023 baskı tarihiyle raflarda yerini aldı. Yazarın, babasına ithaf ettiği kitabı on yedi öyküden oluşuyor. Yurt içi ve yurt dışı yarışmalardan ödüllü öykülerin de yer aldığı kitabın ismi doğumu, başlangıcı simgeliyor. 

Gündelik yaşamda insanların sıkışmışlığını gösteren yazarın öykülerinde kadınlar önemli bir yer tutuyor. Karakterlerinin kaos anlarında, içlerindeki diğer “Ben”i ortaya çıkarmalarına şahit oluyoruz. Sürpriz sonlar, okuru şaşırtan trajikomik izler taşıyor. Hayatta hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığına dikkat çekiyor yazarımız.

GAİP adlı ilk öyküde, kapısı kırık tahta bir evde yalnız yaşayan bir garip kadının iç seslerini dinliyor, düşüncelerine ortak oluyoruz. Karakterin hayal kırıklıklarını zaman sıçramalarıyla anlatan   yazarın akıcı bir üslubu ve sade dili dikkat çekiyor. Betimlemelerde kültürel ögelere yer verilmiş. Ana karakter Hurinur’un tenekelere ektiği çiçekleri tek tek yoklaması umuda bir dokunuş, hayata bir yaprakla tutunuş gibi. Komşunun getirdiği yöresel kurabiye olan kömbenin kokusu bu öyküyü ısıtıyor, insanı baştan çıkaran tarçın ve baharat kokulu bu Antakya kurabiyesi, Havva’ya uzatılan elma. 

Korku dolu düşlerinin, hayal kırıklıklarının bahçedeki kuyudan geldiğini varsayarak, kuyuya döktüğü çimentoyla üstünü örtüyor geçmişinin ve yüzleşmekten korktuklarının Hurinur. Sürpriz sonlu bu öykünün finalinde, öykü boyunca kocasını arayan Hurinur’un sırlarına ortak oluyoruz. İnsanın gerçek yüzünün görünenin çok altında olduğunu, dileğinin, bekleyişinin, göstermelik olduğunu gösteriyor yazar. 

“Benimki kömbe diye tutturduydu kaç zamandır. Atıverdim fırına iki tepsi.” Getirdiği tabağın içinden bir tane alıp ısırdı. Kopardığı lokmayı ağzında çevirdi, sesli yutkundu. “Karakola mı gittin yine sen?” dedi dilini dişlerinde gezdirerek. (sf.11)

ISSIZ TARLADA BİR SİYEÇ öyküsündeki dikenli çalılık anlamına gelen siyeç kelimesi halk ağzında döl vermemiş kadın anlamına geliyor. Yarım günlük bir zaman diliminde çocuğa hasret gündelikçi bir kadının çocuğu olsun diye harcadığı zaman, emek ve paranın hiçe döndüğü dünyasına baş kaldırısını dışarıdan bir gözle, zaman zaman karakterin içine girerek aktarmış yazarımız. Kahramanın hayatındaki sıkışmışlığa bulduğu çare onu başka bir çıkmaza sürükler mi sorusunun cevabını okuyucuya bırakıyor yazar. 

“Sessizliği, yalnız televizyon gürültüsünün bozduğu bir odanın penceresinden dışarı bakarken, kadın kısmı çeşit çeşit, diye düşünecek Zeliha. Kimi Meral gibi yediveren kimi de benim gibi ıssız tarlada bir siyeç.” (sf.20)

İJALA’NIN PAŞASI ben anlatıcı diliyle yazılmış bu öyküde olayları bir çocuğun sesinden okuyoruz. Yaz tatilini dedesinin bağ evinde geçiren çocuğun gözünden sevgiyi, bağlanmayı, sınırları aşmayı, kayıp karşısındaki duyguları aktarmış yazarımız. Kişi betimlemeleri diğer öykülerde olduğu gibi sağlam bir duruş kazandırmış öyküye. Defne kokulu bu öykü, doğanın unsurlarından ilham alarak okuru kendi çocukluğuyla da yüzleştiriyor, toprağın enerjisini okura hissettiriyor.  Karakterin kuşla, halası arasında kurduğu ilişkiyle iç dünyasını okura açıyor. 

“Gençti. Uzun saçları defne, kucağı pamuk şekeri kokardı. Karnına kadar dimdik inen bir çizgi vardı göğsünde. Kalın, pütürüklü, beyaz. Onu böylesine üzgün yapan şey o çizgiydi bana göre. Gece gündüz kesilmeyen hırıltısının, tuttu mu bırakmayan öksürüğünün de sebebi oydu. Emindim. Bu nedir, diye sormaya cesaret edemedim hiç. Kaybettiklerini, vazgeçmek zorunda kaldıklarını hatırlatan bir izdi o vücudunda taşıdığı. Çok sonra anladım.” (sf.24)

HEM TATLI HEM EKŞİ öyküsünün adıyla işaret ettiği elma, Türk halk edebiyatında soyun devamlılığının simgesi. Tatlı mı ekşi mi bilinmeyen ferik elmalar yerlerde yuvarlanıyor öyküde. Kısacık bir zaman aralığında geçen öyküde, karakterin evin içindeki kısılıp kalmışlığını izliyoruz. Evliliğini sonlandırmak zorunda kalmış, genç bir kadının boşanma tazminatı karnındaki bebek. Doğurganlığın bir yüke, bir prangaya dönüşümüne bir baş kaldırı, toplum normlarına ve bürokratik kurallara bir isyan çığlığı bu öykü.  Anlatıcının karakterin zihnini okura nasıl ustaca açtığına tanık oluyor, sıkışmışlığına çare düşünerek sürece dahil oluyoruz bu öyküde. 

“Gözlerini kapadı, burnundan aldığı uzun soluğu içinde tutarak arkasına yaslandı. Göz kapakları ağır, yorgun. İş çıkışları erkenden eve kapanmasına rağmen günlerdir neredeyse hiç uyumadı. Hamile olduğunu öğrendiğinden beri.” (sf.33)

EMANET öyküsü kadının sıkışmışlığına başka bir örnek. Engelli kardeşine bakmak zorunda kalan bir genç kızın, çevre baskısıyla buna mahkûm edilişi ve duygularının yok sayılması ile okuyucuya muhakeme yaptırıyor yazarımız. Genç kızın düşünceleri, hayatı yaşama arzusu, zihnindeki gelgitleri bir trafik ışığı kırmızıdan yeşile dönene dek geçen sürede geçiyor. Diyaloglarla zenginleşen öykü, umutsuzluk tellerine asılı.

“Annesinin ölümüyle bir anda ağırlaştı omuzları. Başın sağ olsun, mekânı cennet olsunların arasına sıkıştırılan, “Kardeşine artık sen, abla anne yarısı, mükafatı büyüktür kızım,” sözlerine usulca baş salladı. Bir daha hiç bozulmayacak bir sessizlik büyümeye başladı evlerinde” (sf.39)

KÖSE öyküsü, 2020 Fakir Baykurt Öykü Yarışması’nda mansiyona layık görülmüş.  Mahalleye yeni taşınan genç bir kadının güzelliği ve özgüveni mahalledeki avare namus bekçilerinin dikkatini çeker. Kahvede bu işsiz güçsüz takımının oyun oynarken diline doladığı Nergis’in ne yapsa yaranamayacağı bellidir. Kahve çalışanı Köse lakaplı adam herkesin itibar etmediği alaya aldığı bir karakterdir ve Nergis ona yoldan geçerken posta kodunu sormuştur.  Kadının masumiyetine inandığı için söylenenlerden ilk başta rahatsız olan Köse, karşı çıkma cesaretini gösteremez ve nihayet kendini akışa kaptırarak çoğunluğun yanında yerini alır. Hem de bayrağı devralıp hayattan adeta intikam almak istercesine büyük atışlar yaparak kendine itibar satın almaya çalışır uydurduğu yalanlarla. Toplumun küçük bir kesitine örnek veren yazarımız, eril baskıya buradan trajikomik bir gönderme yapmış. 

Anlatım erkeğin gözünden, tanrı bakış açısı devrede, dil ve üslup erili yansıtıyor. Mekan olarak kahveyi seçen yazarımız, bir okey elinin döndüğü zaman diliminde konuşulanları, atılan taşlarla birlikte izletip, okeyle birlikte oynanan çirkin zihin oyunlarını da gösteriyor bize. Hiç kimse göründüğü gibi değildir diyor.

“Burnumuzun dibinde hem de. Evlerimizin içinde neredeyse yosma.” Lastik gibi uzattı sözün ucunu Zeki. Tek taşını kaldırdı, tutan taşlarına göz gezdirdi. Açsa mıydı? Bir el daha beklese belki okeyin yerine çekerdi. Dönmeye karar verdi” (sf.43)

GÜL AÇIMINDA öyküsünü yazar İshak Edebiyat’a ithaf etmiş. Doğanın üç temel elementine dokunan bu öykünün girişi hava, su ve toprağın insan eliyle çiçeklenişini anlatıyor. Annesini kaybetmiş bir garip gencin yüreğinin naifliği ile yaşadığı dünya arasındaki zıtlığa işaret ederken hayatın içinden diyaloglarla besleniyor öykü. Tanrı anlatıcının gözünden duygu ve düşüncelere nüfuz ediyor, bir garip işçi olan karakterin öykünün sürpriz sonunu hazırlamasına tanıklık ediyoruz. 

Kalbi göğsünü dövdü Cemal’in. Üzerine üç beden büyük pantolonun içindeki bacakları titredi. Nasırlı parmakları sızladı. Kara bir bulut geçti gözlerinden. Hızlı hızlı yürüdü. Çınar’ın gölgelediği çim sahadan geçti, toprak yola saptı. Yolun sonunda durdu. Tam karşıda sıvası dökülmüş, badanası isli dükkân. İçeri girmeden baktı uzunca.” (sf.49)

BİTMEYEN SENFONİ, huzurevinde yaşayan Alzheimer hastası yaşlı bir müzisyen gazete haberinde okuduğu Berlin Filarmoni Orkestrası’nın konser haberiyle harekete geçiyor.  İzin ister doktordan. Sonrası hastanın diğer boyuta geçtiğinde yaşadıkları. Tanrı anlatıcı ile başlayıp, ben anlatıcıyla devam eden öykü, monologla son buluyor. Yazarımız sürpriz sonla bitiriyor yine öyküyü.

“Schubert’in bitmemiş Senfonisi’yle başlıyor müzik. Notalar seslere dönüştükçe efsunlu bir hava dağılıyor salona. Titreşen keman yayları, piyanistin tuşlarda gezinen parmakları zihnimin derin karanlıklarına götürüyor beni.” (sf.57)

7 NOKTA1 öyküsünün mekânı bir kuaför dükkânı. Kapalı mekânda kadının sıkışmışlığının ben anlatıcıyla aktarıldığının güzel bir örneği. Diyalogların beslediği öyküde dil ve anlatım sıradan insanların yaşamından uzanan bir dal. Tarım işçisi bir ailenin daha iyi bir yaşamı olur beklentisiyle, kızlarını kuaföre çırak olarak vermelerini geri dönüşlerle anlatıyor yazarımız. Çocuk işçi olarak başlayan ana karakter, manikürcü genç kızlığa giden yolda yaşadıkları bir film şeridi gibi aktarılıyor.  Olayın geçtiği mekânda, bir manikür zamanı kadar geçen sürede yaşananları konu alıyor. Çalışanın yüzüne bakmayan müşteri kitlesi, sadece kendi dertlerini kuaför salonuna döküp saçar, rahatlar. Emeği sömürülen insana duvara baktığı gibi bakar, egosunu da orada bezendirir kendince.

“Ellerini nereye koyacağını, gözlerini ne tarafa sabitleyeceğini bilemedi Ayten. Ufaldıkça ufaldı. Varlığı yokluğa karıştı.Az önce bulantısını bastırdığı yer yeniden buruldu. Midesinde yıllardır birikip taşlaşan tortular yerinden oynadı, hiç olmadığı kadar hareketlendi.” (sf.62)

GERİDE KALAN, kardeşinin ölümünden kendini suçlayan ana karakterin gözünden olayları aktarıyor. Ailedeki bağların kayıpla birlikte onarılamayacak şekilde koptuğunu hissettiriyor yazar. Ben anlatıcının gözünden olaylar geriye dönüşlerle netleşiyor. Bir pilavın hazırlandığı andan sofraya gelinceye kadar geçen zaman aralığında düşünceler, sorgulamalar, geriye dönüşler ve diyaloglar metnin omurgasını oluşturuyor. 

“Her şey benim iyiliğim içinmiş. Çocuğunu düşünen bir aile ne yaparsa onu yapmışlar. İyi okullarda okumamı istemişler, iş güç sahibi olmamı, kendi ayaklarımın üzerinde durmamı. O okula gidişimin Beyza’nın ölümüyle de bir alakası yokmuş. Babam beni evden uzak tutmaya falan çalışmamış. Aramızdaki kalın duvarların tek sebebi benmişim. Benim hastalıklı varsayımlarım.” (sf.68)

YIL DÖNÜMÜ, iki koldan ilerleyen bu öyküde, an ile yakın geçmişin birlikte anlatımına tanık oluyoruz. Bir ağacın iki dalının aynı meyveyi vermesi gibi çiçeklenip meyveye duran öykünün olgunluğunu okura hissettiriyor yazarımız. Hayatın içinden anları, kırılma noktalarını, ilişkilerdeki umutsuzluğu ve kadının çıkmazlarını okura gösteriyor

“Tam arkamı dönecekken birden, “Siz…Siz beni biliyor muydunuz.” diye soruyorum. Duralıyor. Sonra sırtını dikleştiriyor hemen. “Evet”diyor, “Ama hiç merak etmedim.” (sf.77)

DİLSİZ UŞAK’ta sessizlikle anlaşmış bir evi mekân tutmuş yazarımız. Yılların giderek büyüttüğü boşlukta var olmaya çalışan evliliklerin sancılarını aktarıyor yazar. Evliliklerde alışılmış mağdur kadın klişesinin tersine mağdur koca tarafından bakıyor yazar. Karakterin özgürlüğe giden yolu seçme şekli yazgısına bir baş kaldırı olabilecek mi okurun kararına bırakılmış. Ben anlatıcının gözünden aktarılan öyküde, ilişkilerde duygusal olanın kaybedeceği inanışının alt üst edilişine tanık oluyoruz. Gece yarısı çok kısa bir zaman aralığında geçen öyküde insanın arafta oluşunu zaman kavramıyla eşleştiriyor.

“Başını o ekrandan kaldırma. Şizofren dünyanda yarattığın kahramanlarından başkasını görmesin gözlerin. Kocalık vazifelerini unut. Her şeyi unut. Tek derdimiz senin öykülerinin sonu zaten.” (sf.80)

ONUNCU AY, bilinç akışıyla ortaya koyuyor hikâyeyi. Yeni doğum yapmış bir annenin ruhsal karmaşasına işaret ediyor. Düşle gerçek bir arada yer alıyor. Dokuz ay karnında taşıdığı bebeğinin doğumdan sonra bir aylık oluşu ile süre on ay ediyor. Onuncu Ay ismini buradan alıyor diyor yazarımız. Edgar Allan Poe öykülerindeki Gotik unsurları bu öyküde de görüyoruz.

“Odaya girdi. Pencerenin karşısındaki etrafı beyaz tüllerle çevrili beşiği gördü. Yaklaştı, üstündeki örtüyü çekti bir hışım. Ellerinden damlayan kan, tüllerin üzerinde bir tarafı yuvarlak diğer tarafı kavislenen kırmızı lekeler oluşturuyor, bu lekeler saniyeler geçtikçe genişliyor, devleşiyor, her şeyi içine alıyordu.” (sf.87)

RUJ LEKESİ, Nazan Bekiroğlu’nun, “Geçmişin telafisi gelecektedir.” alıntısıyla başlıyor ve ilerleyen satırlarda epigraf alınan kitaba atıflarla devam ediyor.  Karakterin çocukluğunda yaşadığı anne kaybının yarattığı içe kapanma ve zihin karmaşasını, yazarımız ben anlatıcıyla ortaya koyuyor.  Bir gün sessiz sedasız yuvayı terk eden karakter, kökleri saksısına sığmayan çiçek gibidir.  Yazgısı onu annesinin izinden götürür.  Doldurulamayan duygusal boşluğun yarattığı travma yalnızlıkla perçinlenir. Bu durum karar eşiğini aşmasına mani değildir. 

“Karışmış bir yün çilesi gibiyim. Ucumu bulup da açan yok. Şu deniz ve gökler nasılsa içim de öyle benim.” (sf.91)

ANNEMİN BABASI, bir arayış hikâyesi. Betimlemelerden ve adresten anladığımız üzere öykünün geçtiği yer, kitaptaki pek çok öyküde olduğu gibi yazarın doğal güzellikleriyle bilinen memleketi Hatay. Karakteri bir mektubun izini sürmeye iten şey, zihnindeki soruların cevabına ulaşmak için bir ipucu bulma isteğidir. Kapalı mekândan doğaya bir uzanış bir soluk alış var öyküde. Karakterin aile sırlarının olduğu sandığa doğru yol aldığı bu öyküde sandığın anahtarı öykünün gizemi anlatıcısıdır. Kilit açılır, trajedisi büyük olsa da sırlar düğümünün çözülmesiyle sonu mutlu ve daha sıkı bir düğümle bağlanmış. 

“Köyün içine girmeden yokuş yukarı yürümeye başladım. Dağ eteğinden kıvrılan yolda yüksek çamların, geniş gövdeli dut ağaçlarının içinde ilerledim. Ağaç dibindeki bir çeşmeden su içtim. Dirseğimden süzülen suyla paçalarım ıslandı, orman böceklerinin sesine su şırıltısı karıştı.”  (sf.99)

BOZUK SAATİN ZEMBEREĞİ, dış mekân tasviriyle başlıyor. Bu arada yazarın atmosfer tasvirlerindeki başarısına değinmeden geçemeyeceğim. Gözlem yeteneğinin kâğıda ustaca aktarıldığı kitapta, tüm öyküler sinematografik yönden çok kuvvetli. İstanbul’da geçen öyküde kalabalıklar içinde yalnız bir müzisyenin yarım kalmış aşkını okurken terk edilmişliğin acısını bütün çıplaklığıyla okuyucuya hissettiriyor yazar. Kürk Mantolu Madonna’daki Raif Efendi kadar bile ayakta duramıyor Nedim. Bir erkeğin gözünden izliyoruz olayları, acıyı, yoksunluğu kaybı. Hüznünü dalgalar gibi notalara vuran kahramanımız, klarnetinin dostluğu ile biraz umuda tutunuyor. Arafta kalmış bir insanın dengesini bulması, kaybettiği aşkını bulmasına bağlı. Biraz Aziz Bey Hadisesi tadı veriyor. Bu öykü bir novellaya dönüşse nasıl olurdu diye düşündürüyor. Öyküde bir akşam vakti geçen olaylar, geriye dönüşlerle besleniyor. Gece bitmeden sona ulaşılıyor. 

“Meliha mıymış neymiş adı. Ne önemi var abi? Karı kızıl afet, gerisi hikâye.” Duyduklarıyla zihninin akortsuz perdeleri titreşti Nedim’in. Gecenin ayazında sırtından soğuk ter boşandı. Saç dipleri ıslandı. Lokması taş oldu ağzında.” (sf.106)

TUHAF BİR HİKÂYE, diyalogla başlayan, ben anlatıcıyla devam eden bir öykü. Yazlıkta geçen öykünün meselesi, ilginç hırsızlık olaylarının peşine düşen ana karakterin şüphesi ile ortaya çıkan gerçeğin trajikomik hali. Bir gün içinde geçen olayların sürpriz sonla bitmesi, okuyucuya öykü boyunca hırsız kim sorusunu sorduruyor. Görünenin, göründüğü gibi olmadığını bir kez daha okuyucuya hatırlatıyor.

“Elimde üzüm tabağıyla eve döndüğümde güneş binlerce parçaya bölünüp denizin üstüne düşmüş. Yüzüme çarpan iyot kokusu, çocukluğuma götürdü beni. Sitenin bahçesine file gerip sabahlara kadar voleybol oynadığımız günleri hatırladım” (sf.116)

Onuncu Ay’daki öykülerde karakterler, sıradan insanlar. Yazar, kapalı mekâna sıkışmış insanların çıkmazlarını anlatırken bir ressamın tablosunda açtığı pencere gibi kaçışlar oluşturmuş.  Doğa ve iç mekân betimlemeleri öykülerinin güçlü yanları. Doğanın kokusu, renkleri ve enerjisi kitap boyunca karakterlere eşlik ediyor.  Yazar öykülerinde odağa aldığı düğümleri çözmek için alışılmışın dışında yollara sapıyor, finallerinde hep bir açık kapı bırakarak okuru hikâyeye dahil ediyor, kişilerin fiziksel tasvirleri kadar ruhsal çözümlemelerine de yer veriyor. Okurken sorgulayan gözlerin ödülü, muzip gülücükle sürpriz sonlarda bekliyor. 

edebiyathaber.net (6 Mart 2023)

Yorum yapın