All Of Us Strangers: Hepimiz Gerçekten Yabancı Mıyız? | Elif Duman

Haziran 19, 2025

All Of Us Strangers: Hepimiz Gerçekten Yabancı Mıyız? | Elif Duman

Andrew Haigh’in yönettiği, başrollerini Andrew Scott ve Paul Mescal’ın paylaştığı All of Us Strangers 2023 yılının sonunda vizyona girmişti. Türkiye’de Filmekimi’nde de gösterilen film seyircilerden olumlu yorumlar almasının yanı sıra, oyuncuların Hollywood’da yaptığı grev dönemine denk geldiği için ödül sezonunda pek konuşulmamıştı.

Film, Japon yazar Tachimi Yamada’nın Yabancılarla Bir Yaz olarak Türkçeleştirilmiş romanından esinlenerek uyarlanmış. Londra’da bir gökdelende tek başına yaşayan yalnız bir senaristi anlatan film, hiç aklınıza gelmeyecek bir sonla devleşiyor.

Muhteşem performans sergileyen  başroldeki Andrew Scott’ı   yalnızlık acısı çeken bir karakter rolünde ilk izleyişimiz değil. Daha önce de İngiliz yapımı dizi Fleabag’de “Rahip” rolünde görmüştük. Orada çok yalnız bir hayat yaşayan, aşka ve mutluluğa küsüp çözümü Tanrı’da arayan bir rahibi canlandırıyordu. Patricia Highsmith’in romanından uyarlanan “Ripley” dizisinde ise iri siyah, soğuk gözlerinden yayılan karanlığın arkasına saklanmış yalnızlık durumlarıyla izleyiciyi acı bir gerilimin içinde bırakıyordu. All of Us Strangers ise  derin bir yalnızlığı anlatan bir filmden çok daha fazlası.

Film başlarda ebeveyinlerini küçük yaşta bir trafik kazasında kaybettiği için babaannesi tarafından büyütüldüğünü anladığımız senarist Adam’a odaklanırken sonrasında çocukluğunun geçtiği evi uzaktan da olsa görmek amacıyla ziyaret ettiğinde bahçede babasına  benzeyen birini  görüyor ve  hikâye,   beklenmedik bir şekilde  gelişmeye başlıyor. Bu yabancı adam, Adam’ı hemen tanıyıp evine davet ediyor. Adam bu teklifi kabul edip eve gittiğinde, kapıyı yıllardır görmediği annesinin açmasıyla anne babasını kaybetmenin acısını atlattığını düşünen Adam’ın ailesinden hiç duymaya fırsatının olmadığı “ilgi, sevgi” sözlerini duyma çabasının acısı filmin odağı oluyor.  Yalnızlığını ve yabancılığını katbekat çoğaltan evde tuhaf bir şekilde  anne babası kendisiyle aynı yaşta olan Adam, çocukken olduğu gibi uyuyamadığı için annesinin yatağına gittiğinde çocukken kaybettiği annesinin sevgisini ve güveni bir anlık da olsa tatmak ister.  

Şehirdeki gökdelen ile çocukluğunun evi arasındaki gidiş gelişleri  metronun camındaki yüzü ile dışarıdaki manzaranın akışıyla  bütünleştiren  çekimler,  “zaman” olgusu üzerinde  düşünmemize fırsat tanır. Birkaç  kez daha gidip geldiği o evdeki  her şey şimdi kendisine yabancıdır.  Çocuk Adam gibi bize de dokunan o anlardan kulaklarımızda şu cümleler kalır:  “Her zaman hassas bir çocuk oldun. Hâlâ havayi fişeklerden korkuyor musun?  Biraz nonoş olduğunu her zaman biliyordum.”

Filmin yönetmeni  Andrew Haigh, filmde soğuk,  ışıksız  duvarcasına renksiz  gökdelen imgesini filme yerleştirerek yalnızlıkla modern mimariyi iç içe geçiriyor. Bir dürbünle aşağıya bakıp bir kıpırtı, bir canlı arayan Adam, yıllardır yaşadığı gökdelendeki yalnızlığa alışmış ve bu yalnızlıkta konfor bulmuş bir adamdır. Fakat bu konforlu alanı bir akşam kapısına gelen komşusu Harry’le bozuluyor. Harry, Adam dışında apartmanda yaşayan tek kişidir. Bir gökdeleni iki kişi paylaşmanın ağırlığını kaldıramayan komşusu, Adam’dan onu içeri almasını istiyor. Filmde başta kapısına gelen yabancının teklifini reddeden  Adam’ın, sonrasında birkaç kere daha denk gelince kendini kapattığı evine  Harry’i de almasını ve hiç sevgi görmemiş biri olarak  ürkerek de olsa ilk defa  bir sevgiyi tatma sahnelerini izliyoruz.

Film Adam’ın ebeveynlerinden son bir sevgi sözcüğü duyup iyileşmeyi beklediği süreçle bambaşka tür sevgiye alışmaya çalışma sürecini  pürüzsüz bir şekilde birleştiriyor. Fakat film ilerledikçe anne ve babasıyla görüşmelerinin aslında gerçek olmadığını anlıyoruz ve asıl ele aldığı temayı keşfediyoruz; sevgisizlikle büyütülmüş bir yalnızlık. Adam aslında o kadar yalnız biri ki, onun bu yalnızlıkla boğuşmasını izlememiz bir noktada ona acımamıza neden oluyor. Hatta öyle ki, Adam’ın yetişkin halini izlerken aynı anda o bedenin altında yaşayan  yalnız ve sevgisiz bir ergeni yakalıyoruz. Karakterle kurduğumuz bağ bize o acıyı öyle yoğun hissettiriyor ki bir sonraki sahnede “artık başı bile ağrımasa” dedirtiyor. Filmin birçok kişiyi ağlatan son sahnesiyle bu yalnızlık pekişip kocaman bir yüke dönüşüyor. Aslında ilk başta sıradan bir dram gibi gelse de üzerine düşündüğümüzde hepimizin ortak hislerinden çıkan bir kompozisyon izlediğimizi fark ediyoruz: Kaç kere ebeveynlerinizden onay beklediniz? Sevginin yalnızca bir zorunluluk gibi yaşandığı çocukluğunuzda, kaç kere görünmez olduğunuzu düşündünüz? Kaç kere sadece bir sevgi sözcüğünün sizi iyileştirebileceğini fark ettiniz? Kaç kere gözlerinin içine baktığınız babanızın  dünyasında sizin yerinizin  hep birkaç derece soğuk, birkaç adım uzak olduğu  gerçeğiyle yaşamaya çalıştınız? Kaç kere kocaman bir gerçeklikte tek başınıza olduğunuzu hissettiniz? Peki kaç kere bu yalnızlıkla baş edebildiniz?

Bütün bu sorulara yanıt arayan  All of Us Strangers hepimizin gerçekten birbirimize yabancı olup olmadığını sorgulatıyor. Evet, dünyada bize yabancı olan milyarlarca kişi var ama bu yazıyı okurken kendinizi anlatılan hislere çok mu yabancı hissettiniz? Aslında acılarımız, sorunlarımız, hislerimiz ortak, bu durumda dünyada tamamen yabancı olduğumuz aslında çok az kişi var, diyebilir miyiz?

edebiyathaber.net (19 Haziran 2025)

Yorum yapın