Aksu Bora: “Tek bir ölçüt var; feminist bir yayıneviyiz”

Mayıs 29, 2012

Aksu Bora: “Tek bir ölçüt var; feminist bir yayıneviyiz”

Ülkemizde feminist dergicilik 1980’lerden günümüze sürüyor: Somut, Kaktüs, Pazartesi, Amargi, sanat ve edebiyat ağırlıklı Cin Ayşe. Şimdiye kadar bu dergilerin uzantısı olan kitaplar da basıldı. 2010’dan beri ise sistemli olarak feminist kitaplar basan bir yayınevi var artık:  Ayizi. 

Ayizi hakkında Aksu Bora’yla söyleştik.

“Ayizi”nin kuruluş sürecini anlatır mısınız?

Biz Ankaralı üç kadın, İlknur Üstün, Selma Acuner ve ben, farklı yerlerde, farklı biçimlerde, feminist hareket içinde uzun yıllar mücadele etmiştik. Biraz bu yılların birikimiyle biraz da sanırım yorgunluğuyla, yeni bir alan açmaya cüret ettik galiba. Kadınların konuşması, yazması, bu sözlerin birbirine eklenmesi… sadece feminist hareket için değil, bu memleketin siyasal/kültürel atmosferinin nefes alınabilir hale gelmesi için de çok önemli diye düşündük. Böylece yola koyulduk. Paramız yoktu, yayıncılık alanında çok tecrübeli değildik ama dostlarımız vardı, onlara ve birbirimize güvendik. Başladık. Şimdi, geçen iki yılı düşününce, daha tecrübeli olsaydık cesaret edemezdik diyorum! 

“Ayizi” bana karanlıkta yürüme çabasını  çağrıştırıyor. Sizin için anlamı ne ?

Ne güzel! Hiç böyle düşünmemiştim. Birkaç yerde de anlattığım gibi, Ayizi adı yıllar öncesinden bir hatıra: Öyle bir rüya görmüştüm, ne olduğunu bilmiyordum ama bir şeyin ismi olarak aklımda duruyordu. Yayınevi işi hayal olmaktan çıkıp ciddiye binince, İlknur’la Selma’ya söyledim, onlar da tamam dediler, oldu. Benim için anlamı böyle bir şey: Eski bir rüya. Hep ay ışığının bedenimize değmesi gibi bir şey hatırlatmıştır- kadının bedenindeki yakamoz gibi. Bir tür buluşma. Selma ise mesela, ayın arkasında bıraktığı ışıklı iz diye düşünür.

Müziğini seviyoruz, önceden anlamlarla yüklü olmamasını, yeni anlamlara açık oluşunu.

İki  yıl olmuş “Ayizi” kurulalı.  Yola çıkarken hedefleriniz nelerdi, hedeflediklerinizin ne kadarına ulaşabildiniz bu süreçte?

Bu zor bir soru. Başlarken biraz da korkularımızı yenmek için herhalde, hedeflerimizin küçük olduğunu birbirimize tekrarlayıp durduk ama galiba pek de küçük değilmiş aslında: Yeni kadın yazarları teşvik etmek, anlatılmamış hikayeleri anlatmak, çekmecelerden, sandıklardan, hafızalardan çıkacakları görmek, bunların birbirleriyle konuşmalarına zemin hazırlamak… Tabii yola koyulunca, pek de öngörmediğimiz ya da önemsemediğimiz şeylere çok enerji ve zaman harcamamız gerekti- mali işler, kağıt işleri, günlük işler… Bir yayınevinin rutine oturması bile çok zaman alıyormuş.

Yine de, on altı kitap yayınladık, çoğu yeni yazarlar. Farklı diziler başlattık, yenilerini akıl edip çalışmaya başladık. Çok önemsediğimiz bir atölye çalışmasını gerçekleştirdik: Feminist Biyografi Semineri.

Yayınevinin etrafında çok hoş, çok enerjik bir dostlar çemberi oluştu- hem gündelik işleyişimizde hem de yayın işlerinde yardım eden arkadaşlarımız oldu, bize fikir veren, kitap öneren, çeviride sıkıştığımızda el atan, tanıtım işlerimizin ucundan tutan, ofise kahveye diye uğrayıp bir takım angaryaları üstlenmiş olarak ayrılan…

Neleri yapabileceğimizi, neleri –en azından şimdilik- yapamayacağımızı gördük. Bundan sonra, biraz daha kolay ilerleyebiliriz diye umuyoruz!

 “Feminist Biyografi Semineri” yapıldığını söylediniz. Nasıl bir çalışmaydı bu? Tekrarı olacak mı? Sürdürdüğünüz başka  etkinlik ve seminer var mı?

Bir atölye çalışmasıydı. Eser Köker yönetti ve çerçevelendirdi. Kadın biyografileri üzerine çalıştılar, feminist biyografinin anlamını ve işlevini tartıştılar, kendileri de biyografiler yazdılar. Atölye çalışmasını geçen yıl yapılan Sosyal Bilimler Kongresinde sundular. Bu çalışmaya ilgi çok oldu, sonradan haberdar olup da katılamayanlar, bittikten sonra katılımcılardan methini duyup “yine yapın” diyenler… Önümüzdeki sonbahar tekrarını yapmayı istiyoruz; belki bu kez metinler kadar fotoğraf gibi görsel malzeme üzerinde de çalışılabilir.

Yine önümüzdeki dönemde, yazı atölyeleri yapmayı istiyoruz. Bunu hem yayınevi hem de Amargi Dergi etkinlikleri çerçevesinde düşünüyoruz. Baştan önümüze koyduğumuz hedeflerden biriydi kadınları yazmaya teşvik etmek, bunun araçlarından biri olarak düşünüyoruz yazı atölyelerini. Kadınların birbirlerinden öğrenmelerini, birbirlerini cesaretlendirmelerini ve güç vermelerini mümkün kılacak ortamlar olarak.

Türkiye’de farklı kadınlık durumları, deneyimleri üzerine başka çalışmalar da var aklımızda. Daha sonra kitaplaştırmak üzere. Bunlardan biri, okullardaki şiddetin veliler olarak kadınlar tarafından nasıl görüldüğü, bununla nasıl baş edildiği, ne gibi politikalar önerilebileceği üzerine bir dizi atölye. Eğer hayal ettiğimiz çapta bir çalışmayı örgütleyebilirsek, çeşitli bölgelerden, farklı okul tiplerinden deneyimlerin toplanması ve bunlar üzerine birlikte tartışılıp yazılması mümkün olacak ve buradan iyi bir kitap çıkar diye düşünüyoruz.

Tür yelpazenizi  oldukça  geniş tutuyorsunuz, kuramsal, kurmaca, anı… Ölçütleriniz nedir bu kitapları seçerken?

Doğrusu her kitap için ayrı ölçüt kullanıyoruz demem gerekir. Yani bir ölçütler skalamız var da gelen dosyaları ona vurup değerlendiriyoruz gibi bir durum yok. Tersine, her dosyayı kendi yapmak istediği, vaad ettiği şeyle değerlendiriyoruz. Bazen, anlattığı şeyi çok güzel anlattığı için yayınlayabiliyoruz. Bazen, kadınlarla ilgili daha önce yazılmamış ya da az yazılmış bir konuda olduğu için. Bazen, daha önce yayınlanmış ve sonra kaybolmuş kitapları bulup yayınlıyoruz. Yeni bir yazarın taze soluğunu hissetmek güzel olduğu için, cesaretle ele alınmış zorlu bir konuyu kitaplaştırmayı sevdiğimiz için, biz pek öyle düşünmüyor olsak da meselesini iyi anlatmış birini ağırlamak kafamızı açtığı için… Bir sürü ölçütümüz var yani.

Kendimize koyduğumuz tek bir ölçüt var; feminist bir yayıneviyiz. Feminizmin fazlasıyla geniş ve tartışmalı bir alan olduğunun farkındayız; üstelik feminizm tanımlarımız, hareketteki deneyimlerimiz ve ilişkilerimiz de birbirinden farklı. Ama çok temel bir noktada, birbirimize güvenmekte ortaklaşıyoruz. Bazen benim bayıldığım ama İlknur’un o kadar da beğenmediği, Selma’nın “yok artık” dediği bir dosya geliyor, “vardır Aksu’nun bir bildiği” diyebiliyorlar. Bu hepimiz için geçerli. Belki zaman içinde yayınevi içi hizipler olacak, “Aksunun o acayip dizisi”, “Selma’nın takıntıları” falan gibi şeyler konuşuyor olacağız! Bununla baş edebiliriz gibi geliyor, öbür türlüsü biraz sıkıcı olurdu zaten. Bir de heveste ortaklaşıyoruz galiba; birlikte yeni diziler hayal ediyoruz, peşine düşülecek temalar üzerine konuşuyoruz, telifini alsak dediğimiz kitaplara bakıyoruz… Bunlar işin güzel ve eğlenceli kısmı. 

Bundan sonraki süreçte ağırlık vermeyi planladığınız bir tür var mı?

Ağırlık demeyeyim ama yeni diziler var aklımızda. Bunlardan biri, nehir söyleşiler. İlkini Nebahat Akkoç’la yaptık, sonbahara yayınlamayı planlıyoruz. Bir başkası, derlemelerden oluşacak bir dizi- memleket hikayeleri gibi bir şey. Biyografi, günlük ve otobiyografi yapmayı çok istiyoruz ama henüz gönlümüze göre bir dosya gelmedi, belki de bizim kolları sıvamamız gerekecek bunun için… Aslında, “tür” tanımlarını biraz kendimize uydurmamız gerekebilir; mesela Nebahat Akkoç söyleşisi hem siyaset dizisine yakışırdı hem anı. Aslına bakarsanız, yer yer edebiyata bile girip çıkıyor! Yakın tarihi “aşağıdan” bir bakışla anlatan hikayeler mesela, hangi türe girer? O sebeple, bizim dizi isimlerimiz de bize özgü. Politika ve edebiyat gibi diziler var ama işte, “hayat bilgisi”, “yurttan sesler” gibi diziler de var.

Feminizmin bir politika olduğunu ve okulda öğrenilemeyeceğini söylüyorsunuz.  “Ayizi” yayınevini  feminizmi geniş kitlelere yayacak bir oluşum olarak düşünebilir miyiz?  Yayınevinizden çıkan “Tel Dolap” adlı kitabı da bu düşüncenizle ilişkilendirebilir miyiz?

Yok, öyle düşünmeyelim, bu bizi fena gerer! Bir yayınevinin üstlenemeyeceği kadar ağır bir iş o. Ama tabii ki politik kaygıları ve öncelikleri olan bir yayınevi olarak Ayizi’ni feminist hareketin bir bileşeni olarak düşünebiliriz. Böyle olduğu için de feminizmi geniş kitlelere yaymak değil ama bir kenardan hafıza kayıtları, arşivler oluşturmak, bilgi biriktirmek, tartışma yürütmek gibi işler yapar.

Tel Dolap’ı “hayat bilgisi” dizisinin bir parçası olarak düşündük, “sıradan kadınlar”a ulaşmanın bir yolu gibi değil. Feminizmin gündelik hayatla ilgili daha fazla sözü olmalı gibi geliyor bize. Bir de evin, mutfağın içeriğindeki arzu’yu tanımalı. Yani buralara kaçıp kurtulunması yerler muamelesi yapan 1970’ler feminizmine de biraz eleştirel bakmak, kadınların evle kurdukları ilişkinin karmaşıklığını anlamaya çalışmak önemli. Bu açıdan, epeyce dolaylı bir yoldan, evet, feminizmi geniş kitlelere yaymak gibi bir işlevi var: Mutfağın, yatak odasının, evin politikasını yaparken sadece “hayır” diyen bir dille gidilebilecek mesafenin kısa olduğu kanısındayız. Kamusal bir “feminist” personası yaratıp buna inanmanın bedeli ağır; çoğumuz yemek yapıyoruz, bazılarımız bu işi çok ciddiye alıyor ve feminist toplantılarda bir köşede yemek tarifi alışverişi yapan kadınlar oluyor… Gerçekliğimizin bir parçası olan bu deneyim üzerine daha fazla söz söyleyebilmemiz lazım. 

Feminizmle ilgili çok çeşitli algı var. Ben de hem kişisel olarak hem de Kristeva’nın Kara Güneş’inin etkisiyle melankoliden mustarip her kadını feminizmle  ilişkilendiriyorum. “Ayizi” melankolik kadınların izini sürmeyi düşünür mü? Nilgün Marmara, Sylvia Plath, bu yıl Uçan Süpürge’de hayatını izlediğimiz Ingrid Jonker?

Ayizi, melankolik kadınların izini sürmek isteyen kadınları desteklemeyi düşünür daha çok! Bu kadınların neden melankolik olduklarını, onlara neden melankolik dendiğini dert eden kadınları.

Bilmem, melankoliyi öfkenin bir hali olarak görebilir miyiz sizce?

Yayıncılığınızı Ankara’dan sürdürüyorsunuz.  Bu işi, “merkez”den uzakta sürdürmenin zorlukları ya da avantajları var mı, neler?

Bu konuda çok şanslı olduk; merkez dışındaki yayınevleri için en önemli problem dağıtım ağlarına girebilmektir (ve orada sağ salim kalabilmek!). Biz dağıtım konusunda İletişim Yayınlarının desteğini aldık ve böylece çok ciddi bir sıkıntıyı olabilecek en hafif arazlarla çözmüş olduk.

Küçük ve büyümeye hevesi olmayan bir yayıneviyiz, üstelik galiba “ruhen” de Ankara’lıyız, burada olmaktan memnunuz. Bahçesinde elma ve kayısı ağaçları olan, çamaşırlar asılan bir ofisimiz var, otobüs durağına yakın, “simit dünyası”nın dibinde… Merkez de neymiş?!

Kitabı ve okuru bol bir yayınevi olmanızı diliyorum.

Teşekkürler. Bu dileklerin bize ne kadar iyi geldiğini anlatamam- dostlarla çevrili olmak harika bir şey.

Söyleşiyi gerçekleştiren: Melike Uzun – edebiyathaber.net (29 Mayıs 2012)

Yorum yapın