Başka coğrafya, aynı hikâye | Yağmur Yıldırımay

Mayıs 3, 2023

Başka coğrafya, aynı hikâye | Yağmur Yıldırımay

Çağdaş Azerbaycan edebiyatının önemli isimlerinden olan Kamran Nezirli, ülkesi haricinde farklı ulusların dergilerinde yayımladığı hikâyeleriyle, deneme ve oyunlarıyla tanınır. Çeşitli ödüllere de layık görülen Nezirli’nin Gece Yaman Uzundur isimli hikâye kitabı, İmdat Avşar’ın çevirisiyle Nisan ayı içinde Ketebe Yayınları tarafından yayımlandı. On üç hikâyeden oluşan kitabın her bir hikâyesi, şaşırtmadan, olağan haliyle dünyanın her yerinde aynılığın nasıl tekrar ettiğini gösterir. Coğrafyalar değişse de insana dair olanın kara parçası seçmediğini kanıtlayan hikâyeler, herkesin kendi derdinde olduğu, muammaların bitmediği bir dünyayı anlatır. 

Geleceğin çoğu zaman geçmişe takılı halinin olduğu meselesi, Gece Yaman Uzundur’un temel izleklerinden; çoğu hikâyede karakterler, geçmişin tüm heyulasını omuzlarının hemen dibinde hissederler. Bu bazen iyiye bazen kötüye delalet etse de karakterler bu yaşanmışlığın izlerinden kolay kolay kurtulamazlar. Kitaba adını da veren ilk hikâye böyle başlar; köpek seslerinin kurt ulumalarına karıştığı çok soğuk bir gecede, aynı yastığa elli yıldır baş koyduğu karısıyla “kibrit kutusu gibi apartman” dairesinde yaşayan adam, evliliğini sorgulamaya başlar. Adam, evliliğinin başlarda olduğu gibi arzulu ve heyecanlı geçmediğini düşünürken bir yandan da ilişkisine haksızlık etmemek için bocalar. Geçmiş, o an adamın tereddüde düşmesine sebep olsa da aynı zamanda yaşamına kattıklarını düşünerek sahip olduklarının kıymet görmesine yardım eder. 

“Lidiya İvanovna’nın Vârisleri” hikâyesi için de aynı şeyi söylemek mümkün. Bu hikâyede geçmiş, muammalar, acı hatıralar üzerine yüklüdür. Doksanını geçmiş, elli yıl KGB başkanının kâtibi olarak çalışmış Lidiya’nın evinde bulunan ablasının resmedildiği tablo, onun kayıplarını perçinleyen, günahlarının, cinayetinin fakat aynı zamanda sevgisinin de şahididir. Nedeni ise, resmi yapan adamla olan evliliğinin ablasının intiharına sebep olmasıdır. Hikâyede geçmiş, diri tutan bir yerdedir. Bu dirim gücü veren şey bir kaybı, pişmanlığı simgeler ve ayakta tutar. Yani her iki hikâyede de geçmiş, bir kenara itilmeyen, yiteni kamçılasa da olağan haliyle kabul edilen, yok etmek için uğraşılmayan bir yerdedir; tam da insana dair en ince ve kaçamadığımız yerden anlatılır.  

Gece Yaman Uzundur’da kadınların sosyal hayatına ilişkin anlattıkları, belki çok vurucu olduğunu iddia edemesem de dünya düzeninin kadınlar için hep aynı olduğunu gösterir. “Gece Yaman Uzundur” hikâyesinde kadın şöyle anlatılıyordu: “Öyle tatlı uyuyordun ki. Bütün gün çalıştın, çamaşır yıkadın, evi temizledin, yemek pişirdin, bahçeyi suladın, benim gömleklerimi ütüledin, torunlara bakıp anne babalarına teslim ettin. Dinlenmeyecek misin?” “İkinci Nefes” hikâyesinde de aynı “vefakâr” kadın var; evi, çocukları, otuz beş yıllık kocası için didinen ama nihayetinde yalnız kalan kadın. Geçmiş burada da hükmünü sürdürüyor; kadın, geçmiş ile şimdisini kıyaslayarak eksikliğinin sebebini kocasına yüklüyor ama gel gör ki çaresi yok. Burada yazarın sesini duymamız güzel: “Eğer şöyle olsaydı… deme asla, kendini daha sonraki doğru adımlardan mahrum edersin.” Yine de nihayetinde altmış yaşına gelmiş ve kendini yapayalnız hisseden kadın için bu sözler sadece afili birkaç kelimeden ibaret kalır. Oğlu işten gelir gelmez bilgisayar başında, kızı cep telefonu bağımlısı, kocası da işi peşinde ülke ülke gezip durur. Çocuklar, anneyi biraz kontrolcü bulduğu için uzak tutarken babaya daha yakınlar. Bir gün telefonda çocuklar halini hatırını sormayınca şöyle isyan eder: “Hiçbiri benimle ilgilenmedi, herkes kendi derdinde. Sanki evde sadece baba var, anne yok…” Evi içinde görünmeyen İnessa’nın nefes aldığı yer “dışarısı” olur. Öğretmen olan İnessa, “dışardaki insanların yanında kendisini çok daha rahat ve huzurlu” hisseder, “evde kaldığımda kendimi ölüymüşüm gibi hissediyorum” der. Bu, kadının kendinden başka herkesi düşünmek zorunda olmasına, aksini yaparsa ne kadar yalnızlaştırılacağına dair çarpıcı bir gerçek olarak yine kanıtlanır. “Benim Sevgili Hafızam” da ise on beş yaşındaki Aygün’ün okula gitmek yerine annesine yardım ediyor olması da başka bir yara olarak tek cümleyle de olsa deşilir. 

Gece Yaman Uzundur’un en samimi tarafı, abartıya kaçmadan ama tahayyülümüzü de sürekli tetikleyen durumları anlatması. Alelade bir konuymuş gibi başlayıp tefekküre daldıran hikâyelerden biri, “Beyaz Gölge”. Başkarakter Can, anaokuluna gittiği yıllarda bir gün, bir uzay aracının düştüğüne ve bu trajik olayın yetişkinler tarafından nasıl karşılandığına şahit olur. Okuldan eve döndüğünde ağaca vuran bir şimşeği, kendisine el açan, onu çağıran bir “beyaz gölge” olarak tanımlar. Tabii bu anaokuluna giden ve yaşanan olaydan da etkilenen küçük bir çocuğun dünyasını anlatmada öyle abartılı bir durum değil. Hikâyenin odağı da zaten burada değil, “ne gördüğümüzle” ilgili. Can, annesine durumu anlattığında annenin verdiği ilk cevap, “Süte de kötü gözle bakarsan kan görürsün” olur. Ve daha sonra da ekler: “Sessiz şimşek çocukların gölgesine düştüğünde beyaza döner. […] sen safsın, masumsun. Yolundan izinden, yörüngenden asla ayrılmazsın. Allah seni ve gölgeni bu şekilde korur, seni bütün karanlıklardan korur. […] Büyüklerin gölgesi siyah olur, canım benim.” Hikâyenin sonunda Can, gölgesinin, annesinin kadar karanlık olduğunu söyler. Yetişkin olmanın biraz da yörüngeden sapmak olması, yani karanlığa biraz daha yakın durmak, bir çocuğun hayal dünyasından ancak böyle anlatılabilir gibidir. Yani görmek, tek başına fiziki bir eylem değildir. 

“Karanlıktaki Hırsızlar” da benzer yalınlıktadır. Yazar hikâyede hayatın sıradan bir ânına çok içeriden ama derine girmeden bakar. Evi soymaya gelen hırsız dayı-yeğen belki hırsızlıkta başarılı olamaz ama yeğen ile evin sahiplerinden âmâ genç kız arasında yaşananlar, neyin nereden geleceğinin belli olmadığının da göstergesidir. Kimsenin suçlanmaya ya da aklanmaya çalışılmadığı, ânın heyecanına kaptırılan hikâyede yetişkin insanın karanlık gölgesi, aydınlığın da habercisidir.

Nezirli, kitabında güncel konulara da değinir fakat bunu da birbirine geçen farklı konularla hemhal eder. “Benim Sevgili Hafızam” hikâyesinde başkarakter İlham Teymurov, Karabağ Savaşı’nda hafızasını yitiren bir gazidir. Anne ve babasından hariç kimseyi ve hiçbir şeyi hatırlamayan İlham merkezinde hikâyede savaşların yıkıcılığı, aşkın kudreti ince ince işlenir. Hafızasızlık, yaşamamamın başka türlü bir halidir; İlham, kendisine ait olan her şeyden uzak, kendine yabancı bir dünyada yaşar. Bu dünyanın anahtarı aşktadır. Savaşa gitmeden önce söz verdiği İlahe’yi görünce gözü gönlü açılır; geçmişi hatırlamak bugün yaşamanın gerekliliğidir. Ve savaş. O da üzerine uzun uzun düşünmemizi ister gibi şöyle anlatılır: “Haklıydık ve kazandık. Fakat sonra hayat, bambaşka bir hâl aldı. Yitirdiklerimize, kaybettiklerimize yanıyoruz… Allah korusun, kaybettiklerimizin arasında belki mübarek insanlar da vardı. Ben, gazinin annesini kınamıyorum. Savaşın insanı güçlendirdiğini kim söylüyorsa, gözümüzün içine baka baka yalan söylüyor. Savaş, hani barış ve huzur getiriyordu? Hangi huzur, hangi rahatlık? Düşmanlar bitmedi ki…” 

Gece Yaman Uzundur, yüzleşemediğimiz, bazen apaçık söylediğimiz önemli ya da önemsiz ânları içinde biriktirmiş bir kitap. Sıradanın, görünmeyenin anlatıldığı, zaman zaman diğer âlemlerin muammasında dolanmaktan hoşnut eden, ülke dediğimiz şeyin aslında dünyanın kendisi olduğunu gösteren hikâyelerin toplamıdır Gece Yaman Uzundur.

edebiyathaber.net (3 Mayıs 2023)

Yorum yapın