Öykü: Kimlik | Yâsin Kocadüz 

Nisan 25, 2023

Öykü: Kimlik | Yâsin Kocadüz 

21 Haziran 1934

Sokağa püskürmüş cam parçaları ufalanıyordu makosen ayakkabılarının altında. İrili ufaklı saydam taneler saplanıyordu siyah ökçelerine. Çat! Çat! Es. Derken, tabanı değiyordu sıcak asfalta -daha uzun çatırdılar doğurmaya. Çaaat! Es. Adımları mors alfabesindeki kısa ve uzun kodlar gibi görünse de yardım çağırmıyordu. Onun adımları daha çok ağaçların sonbaharda sessizce yola bıraktığı kuru yaprakları ezmeye benziyordu -bilerek, isteyerek, çıkan sesten haz duyarak. Karşına kuru bir yaprak çıkar, adımlarını onu ezecek şekilde ayarlarsın; çıkan sesten tatmin olmazsan yakındaki başka bir yaprağa koşarsın -tıpkı çocuklar gibi.

Sokağın başından buraya kaç adım atmıştı sahi? Bir, iki, üç. Dört, beş, altı. Seyreldi cam parçaları -yerini alafranga porselen tabaklarına, kahve fincanlarına bırakmaya. Ayaklarının altında bambaşka manzaralar uzanıyordu şimdi -masalsı ama kırık: Yemyeşil bir tepede yanıbaşındaki koyunlara flüt çalan bir çoban, kekik koktuğunu hayal ettiği çayırlarda çiçek toplayan küçük bir kız ve kış bahçesinde komşularına çay ikram eden yaşlı bir kadın. Kadın çok yaşlıydı, çayını açık mı içerdi?

Yedi, sekiz, dokuz. Solundaki dükkândan renk renk kumaşlar taşıyor, Ergene’nin Istırancalardaki kolları gibi ince ince akıyordu -önce kaldırıma sonra yola. Kumaşlara akbaba gibi üşüşmüş iki kadın, ellerinde makaslarla, beğendikleri kumaşları kesiyor, üstlerine tutuyor ve uzaklaşıyordu. Bir başkası yerde bulduğu topuklu ayakkabının eşini arıyor, etrafındaki kutuların içine bakıyor, içi boş kutulara rastladığında kendi kendine söyleniyordu.

On, on bir, on iki. Geçen hafta balık pazarında gördüğü iki adama selam verdi. Başlarında emanet gibi duran fötr şapkalar vardı. Kohen Kardeşlerin şapka dükkanından çıkıyorlardı. “Dikkat edin!” diye bağırdı bir başkası şapkacının karşısındaki iki katlı evin terasından. Üç adam (bunlardan en gencini tanıyordu, Kocasinan’da atlara nal yapan demircinin oğluydu bu) işgâl ettikleri evin salonundan büyük bir gayretle çıkardıkları piyanoyu sokağa atıp zafer nidalarıyla eve geri girdi. Birkaç saniye sonra evin içinden aksanlı yalvarmalar ve feryatlar yükseldi. Ne tuhaftır çığlık, ne lehçesi vardır ne de şivesi…

On üç, on dört, on beş. Kırıp dökecek başka bir şey kalmayınca, sokaklara öylece bırakılmış, marangozdan yeni çıktığı belli boy boy sopaların arasında, kimisi yedi kimisi dokuz kollu şamdanlar ilişti gözüne. Şu yıldız işlemeli olan gümüş müdür?

On altı, on yedi. Daha geçen hafta ayakkabılarını aldığı, harabeye dönmüş kunduracının önünde durdu. İki katlı bir dükkândı bu. Salomon Efendi ikinci katını depo olarak kullanıyordu; ama dükkân onun olsa oraya bir kanepe atardı, böylece rakıyı fazla kaçırdığı geceler eve gitmek yerine dükkânda uyuyabilirdi. Partideki arkadaşlarıyla anlaşmıştı, dükkân onun olacaktı. Salomon Kundura tabelası yerine Akdağ Nakliyat… Kırmızı üstüne beyaz harflerle. Tıpkı Türk bayrağı gibi… Salomon Efendi kaçar gibi çıktı harabeye dönmüş dükkânından, göz göze geldiklerinde geçen hafta sattığı ayakkabılara eski bir fotoğrafa bakar gibi baktı uzun uzun. Sabah ütülediği belli gömleği, mücadelenin yarattığı izlerle kırışmış, genelde bir paket sigara ve mavi dolma kalemini koyduğu beyaz cebine kan bulaşmıştı. Birden içini bir üzüntü kapladı. Bilseydi bir hafta daha beklerdi, böylece ayakkabılara para vermek zorunda kalmazdı.

On sekiz, on dokuz. Yerde, annesinin beğeneceğini düşündüğü, üzerinde yavruağzı işlemelerin olduğu yeşil bir eşarp gördü. Saten miydi? Eşarbı almak üzere eğildiğinde yanına dokuz on yaşlarında bir çocuk koştu. Eşarbı işaret etti: “Dos iz mayn mames!” Ne dedi acaba? Eşarbı almaktan vazgeçip doğrulduğu sırada, annesi olduğu belli, saçı başı dağılmış, uzun lacivert eteğinin altındaki ten rengi çorabı yer yer kaçmış kadın, dehşet içinde yanlarına koştu, çocuğu bir hışımla kucağına aldı -“Ofek! Nişt Yidiş, Türkçe konuş!”- ve sokağın sonunda kayboldu. Ana oğul gidince eşarbı ceketinin cebine koydu.

Yirmi. Belediye binasının arkasındaki sinagogdan yükselen kara dumanlar arsızca büyüdü, kara bir bulut gibi çöktü şehrin üzerine. Ve ne zaman ki ince ince işledi her sokağa, tüm renklerini yutmuş oldu -önce Lüleburgaz’ın sonra tüm Trakya’nın.

*

Gül Akdağ, tren istasyonunun arkasındaki evinin penceresinden perondaki kalabalığı izledi. Tren gelince de kalabalığın trene binişini. Daha önce gördüğü trenlere benziyordu bu da. Vagonların kahverengi gövdesindeki dar pencerelerin altından kırmızı şeritler geçiyordu. Perondaki memur, düdüğünü çaldığında kapandı trenin kapıları ve her bir vagon uykusunu alamamış huysuz yaşlılar gibi tepindi rayların üstünde.

“Ben geldim!” Ayakkabılarını çıkarıp salona girdi. Annesi pencerenin yanındaki tekli koltukta kendisini bekliyordu. “Neredesin sen?”

“Geldim işte, ne oldu?”

“Olanlardan haberin yok mu senin?”

“Harun, sana diyorum!”

Cebinden yolda bulduğu eşarbı çıkardı ve büyük bir keyifle annesinin karşısındaki ikili koltuğa attı kendini. “Bak, sana ne aldım…”

Es! Tıpkı ayakkabılarının ökçeleri ve tabanı arasındaki boşlukta susan cam parçaları gibi. Bu kısa sessizlik boyunca oğlunun elindeki eşarba bakmamaya özen gösterdi Gül Hanım. “Tüh senin gibi evlada! Yazıklar olsun! Terbiyesiz! Bir de utanmadan, yağmaladığı dükkândan getirdiği eşarbı hediye diye veriyor… Allahım sen aklıma mukayyet ol Yarabbim…”

Ayak parmaklarını önündeki halının altına gizledi kabahat işlemiş çocuklar gibi. “Ben hiçbir şey yapmadım. Sokağa girdiğimde her şey çoktan bitmişti.”

“Hiçbir şey yapmadın.” Yeşil gözlerini ilerideki tren istasyonunun boş peronlarına dikti. “Öylece izledin.” Ve sustu Gül Hanım. Öfkesi hayal kırıklığına döndü. Alı solan dudaklarından yüklemsiz cümleler aktı bağrına. Gözlerindeki ışıltı, ayazlı gecelerde dört duvarı aydınlatan titrek bir mum misali söndü. O akşam hiç konuşmadı. Sonraki akşam da. Ve bir sonraki akşam da. Tarhanalar bahçedeki yuvarlak masada güneşe bırakıldığı zaman konuşmadı; Ayçiçekleri sarı yapraklarını döktüğünde konuşmadı; Turşular kavanozlandığında konuşmadı -“Mari Gül? Konuşsana mari,” demişti komşusu; Oğlu, Salomon’un terk edilmiş dükkanını nakliyat şirketi olarak tekrar açtığında konuşmadı -“Breh anasını, kadının ağzını bıçak açmıyor,” demişti bamyacı; Buğdaylar ekildi, gübrelendi. Ve hasat zamanı geldiğinde, konuşamadı Gül Hanım. Çünkü artık ne görüyor ne de duyuyordu. İşte böyle göçtü gitti bu dünyadan Gül Akdağ -sessiz, dargın ve zamansız. Sobanın üzerinde kuruttuğu mandalina kabuklarının kokusu sinmişti beyaz tenine.

*

Taziyelerini sunmaya gelen misafirlere hoş geldin demek son derece tuhaftı. Bu yüzden gelenleri ifadesiz merhabalarla karşıladı Harun. Mümtaz Efendi şapkasını kapının yanındaki askıya astıktan sonra büyük bir kuvvetle sarıldı Harun’a. “Başın sağolsun evladım, nur içinde yatsın.” Kollarından kurtulmak zordu. Sessiz ölüme karşılık kendisini hayatta tutmak için açılmış kolları gittikçe çoğalıyor bir ahtapot gibi sarıyordu tüm bedenini. İşte böyle onlarca kişiye sarıldı Harun. Sonra ifadesiz merhabasına mesafeli tokalaşmalar ekledi. Dualar okundu. Taziyeler sunuldu. Konuşacak başka bir şey kalmayınca da rahmetlinin son zamanlarda ne kadar sessizleştiğinden bahsedildi. Beyaz dantellerle süslü radyonun yanındaki adam 14 Haziran’da yürürlüğe giren iskân yasasından, yatak odasına açılan kapının yanındaki sandalyeye kurulmuş bir başkası da kendi işinden gücünden bahsetti. “Rahmetlinin eşyalarını bir ihtiyacı olana ver evladım. Zordur ama acın tazeyken çıkar elinden hepsini. Yoksa bir ömür birlikte yaşarsınız,” dedi komşularından biri. Geçen kış kocasını kaybetmişti.

Son misafir de gittikten sonra pencerenin yanındaki o koltuğa oturdu Harun. Burası annesinin vazgeçilmez köşesiydi. Çetik geçirdiği ayaklarıyla koltukta bağdaş kurup tren istasyonundaki yolcuları, trenlerin gidip gelişini izlerdi pencereden. Evdeki boşluk gözlerini doldurdu. Ağlamaya başladı. Gözyaşları akşam güneşinin şarap rengi hüznünde kuruduğunda eşyalarını ayırmak üzere annesinin yatak odasına geçti.

*

Üç çekmeli bir komodinim ben -yatağın hemen yanında, pencerenin karşısında. İğneada’nın longozlarında doğdum ben -bilmediğim diyarlarda şekil bulmaya, günde birkaç kez açılıp kapanmaya ve çekmecelerimi anıların yükleriyle doldurmaya. Naftalin kokusu siner mendillerime, çoraplarıma ve onların arasına usulca gizlenmiş mektuplara, fotoğraflara. Ne yürürüm ne koşarım; Ben hep oradayım -dingin, kararlı, değişmez. Görürüm, duyarım. Çünkü eller değer meşe tenime, mumlar başımın üstünde.

Yabancı bir el geziniyor şimdi bedenimde -eskisinden daha genç ve sert. Uzun titrek parmaklarıyla dokunuyor dilhun yılların vidalarını gevşettiği pirinç kulplarıma. Çekmecilerimden çıkardığı nesneleri bazen koklayıp bazen de avucunda döndürüp yanımdaki yatağa diziyor.

*

Harun çekmecenin derinliklerinde küçük ahşap bir kutu buldu. Sergi salonunu andıran yataktaki nesneleri bir kenara itip kendine yer açtı. Kutuyu avucunda evirip çevirdikten sonra

dikdörtgen gövdesini örten oymalı kapağını usulca kaldırdı. Kutunun içinde 1800’lerin sonunda, hatta belki de daha önce çekildiğini düşündüğü birkaç fotoğraf vardı: Rusça tabelası olan bir kitapçının önünde gururla poz veren takım elbiseli iki adam; Batılı tarzda döşenmiş bir odada sallanan sandalyesinde kitap okuyan yaşlı bir kadın; ve otuzlarında bir adam. fotoğrafın altına soluk mavi mürekkeple düşülmüş not şöyle diyordu: Aaron Weissberg, 1902, Pera. Kimdi bu insanlar? Son fotoğrafta neşe içinde poz veren bir çift vardı. Az önceki fotoğrafta gördüğü Aaron adındaki adam ve kucağında bebeğiyle… Annesi! Evet, annesiydi bu! Bebek de… Kendisiydi! Anne ve babasıyla çekilmiş bir aile fotoğrafına bakıyordu… Fotoğrafı ters çevirip dizinin üstüne koydu, gözlerini uzaktaki bir noktaya dikti. Sakinleşmek için hızlıca akciğerlerine çektiği hava göğsünü sıkıştırıyor, kendi nefesinde boğuluyordu adeta. Fotoğrafa defalarca baktı. Her bakışında kalp atışları hızlanıyor, şakaklarında biriken ter çenesine doğru akıyor, oradan da damla damla kollarına düşüyordu. Biraz olsun sakinleşince az önce tanıştığı babası ve kendisi arasında benzerlikler bulmaya çalıştı. Kemikli yüzü, geniş alnı ve ince burnu annesine benziyordu; ancak yay gibi kaşları ve hafif çekik gözlerini babasından almıştı.

Fotoğrafları büyük bir özenle komodinin üstüne bıraktı. Fotoğrafların gidişiyle ortaya, annesinin cumhuriyetin ilanından sonra aldığı latin harfli nüfus cüzdanı, kiril alfabeli başka bir nüfus cüzdanı ve cumhuriyet öncesi imparatorluk dönemine ait iki nüfus cüzdanı çıktı. O iki cüzdana uzun uzun baktı Harun. Biri tanıdığı bildiği annesi Gül Akdağ; diğeriyse annesinin sessizliğinde duyulmayı bekleyen Roza Weissberg idi.

Roza Weissberg

Doğum tarihi: Miladî 1871, Hicrî 1287 Doğum yeri: Mikolayiv, Ukrayna

Ana adı: Rakel

Baba adı: Yakop Fischer.

-SON-

Yorum yapın